MURATS44
Özel Üye
Karanlık Zamanlar Kayıp Uygarlıklar
Bu kitabın içeriği geçmişle alakalı. Tek bir geçmiş mi var, geçmiş sabit mi; hepsini biliyor muyuz? Bize göre geçmişin büyük bir kısmı kurgu, yani karanlık zamanlar, kayıp uygar*lıklar. Bir önceki yüzyıla kadar Truva’nın bile Atlantis gibi sadece efsane olduğu düşünülüyordu. 1868′de Alman Heinrich Schliemann tarafından yapılan kazılar sonucu Truva’nın gerçek olduğu anlaşıldı.
Mısır dili ve tarihi üzerine çalışmalar henüz iki yüz yıllık. Sümer tabletleri üzerine yapılan çalışmalar da bir yüz yıl öncesinden günümüze kadar ancak yoğunlaştı. Bunları söylü*yoruz çünkü tarihin derinliklerinin aydınlanmış olmamasın*dan dolayı, ‘bu kesin doğru diye kabul etmememiz lazım.
Tarih konusunda şunu bilmeliyiz;
Karanlık zamanlar, kayıp uygarlıklar var; bildiklerimiz veya bilmemize izin verilenler de çarpıtılmış olabilir…
Gelecek insanları korkutuyor, gelecekte kaos gözüküyor. Teknoloji hazmedemediğimiz oranda akıl almaz ilerliyor. Bir düzensizlik ve belirsizlik var… İnsan hem kendinden hem de doğal felaketlerden korkuyor. Belki de bu korkuların geçmiş*ten kaynaklanan bir nedeni var; geleceğe dair bazı şeylerin ne olacağının izleri var… Genetik hafızamızda uygarlıkları sona erdiren felaketlerin izleri var!
Orkun Uçar: Günümüzde ağırlıklı olarak şu iki olguyu yaşıyoruz: Bir defa inançların yükseldiği çatışmaların inanç doğrultusunda olduğu bir zamandayız. 21. yüzyılda hâlâ bir medeniyetler çatışmasından bahsediyoruz. Papa 16. Benediktus’un son derece keskin çizgilerle medeniyetleri birbi*rine kışkırtan beyanatları var. Diğer taraftan insanların hayal gücü çalınabiliyor. Oysa insanın hayal gücü en büyük ekono*mik materyallerden biri oldu.
Bütün bunlara baktığımız zaman, “geçmiş” bizim için; “şimdi”, “gelecek” ve “hayal gücü ülkesi” kadar bakir bir alan. Geçmişimizin temelini iyi anlamazsak geleceği doğru görmek mümkün değil.
Hakan Yılmaz Çebi: Ruhlar âleminden varlık âlemine ki biz bu âleme bizim boyutumuzda ‘dünya hayatı’ diyoruz; her nesnenin, varlığın bir kaderi var. Dünyanın da bir kader var. İçerisinde yaşayan varlıkları baz aldığınızda bulunduğumuz, içinde yaşadığımız sahanın kaderi bu. Mikro manada insanın bir kaderi varsa, bir çiçeğin, bir böceğin de bir kaderinden bahsedebiliyoruz. Bu durumu bugünkü çok çeşitli algılama metotlarıyla daha değişik kelimelerle karşılayanlar da var… Kimisi kaderle ilgili salt bir zamanda yaşananlar deyip sadece kader insana ve nesnelere verilen “müddet” diyebiliyor. Hatta daha da ileri gidip, dünya ve kaderiyle ilgili olarak sınırsız bir müddet de diyebilirler ama neticede her şeyin başlangıç nok*rası vardır. Anne karnında evvela gözle görülemeyecek kadar küçük olan döllenmiş yumurtanın nasıl nutfeye, sonra bir çiğ*nemlik et parçası denilen “alak”a çevrilmesi gibi, zamanla yapısındaki şifrelerin ortaya çıkıp -insan için bir benzetme ya*parsak- ete kemiğe dönüşmesi gibi bir hal var ortada.
Dünya’nın geleceğini araştırmaya, bir takım tarihi izler*den yola çıkarak manalar çıkarmaya çalışacaksak, bir defa ulaşabildiğimiz kadarıyla da olsa dünyayı ve geçmişini tahlil et*meye çalışmamız gerekiyor. Bunun için tabii ki bilimi, bilimsel verileri kullanmamız gerekiyor; ancak “entelektüel namus”, “bilimsel namus” dediğimiz kavramları maalesef birçok bilim adamında bulamadığımız için akademik bilginin dışında, ya*zılmayan veya yazılsa bile üniversitelerin kütüphanelerinde yer alamayan Halk Bilimi kaynaklarına başvuruyoruz.
Fransız Devriminden sonra yeryüzünde milliyetçilik akımlarının kışkırtılmasının ardından kurulan yeni devlet ve devletçiklere yine bu devletleri parçalayan zihinler şekil ver*meye çalıştı. Bir devletin temeli olan bilgi de bu zihinsel kur*gulardan payını aldı. Haliyle çok iyi bildiğiniz gibi ortaya çı*kan iki “izm” yani Komünizm ve Kapitalizm, insanın geçmişi*ni adeta inkar edercesine azılı bir yarışa girdi. Komünizm söz*de insanca eşit paylaşımı getirecekti, lakin ortaya insanın do*ğasında var olan dini yıkarak çıkınca, ortada ne insanlık ne de paylaşım kaldı. Kapitalizm ise her şeyi para olarak gördüğü için insan para ettiği sürece değerli bir varlıktı. Para etmiyorsa bir insanın geçmişini ve geleceğini kimse dikkate dahi almaz. Neticede bu boşluğu materyalist düşüncedeki insanlar dol*durdu. Ve bugün 18. yüzyıldan itibaren karmaşık yapılmış “insanlık tarihi” denilen bir bellekle yaşıyoruz.
21. yüzyılla birlikte, insanlık, bu yanlış temeller üzerinden kurgulanmış “Enformasyon Çağı”na girdi. Tüm yaşantımızı medya organları dediğimiz iletişim araçlarıyla şekillendiriyo*ruz. Bir de buna iletişim araçlarının maddenin ötesine geçecek kadar adeta tayy-i mekan yapacak özelliklerle donatılmasını da eklerlersek, insanın bu derece şekillendirme içersinde asli benliğini bulması adeta bir sanat çalışması gibi gözüküyor.
“Yeraltı kaynakları” belki de bu açlığı doyurmamıza ne*den olacak. Tabii bu yeraltı ilmiyle, yeraltı dünyasına dair kara ilişkileri veya maddi yeraltı kaynaklarını kastetmiyoruz. Maa*lesef üniversitelerin kütüphanelerinde yer bulamamış veya gizlenmiş hatta teker teker toplatılmış toplum belleğinden uzak tutulmuş kaynak eserlerden bahsediyoruz. Bir de buna hayatın içinde üniversitelerin vereceği akademik kariyerleri hiçe saymış, kendi kendini yetiştirmiş, üstelik gizli ilimleri de öğrenmiş bir takım kaynak kişileri de ekleyelim.
Dünyanın geleceğine dair bir takım varsayımlarda bulu*nabilmek için dünyanın geçmişini, özet bile olsa, genel anla*mıyla bilmek gerekiyor. En azından bilmeye çalışmak gerekiyor diye düşünüyoruz. Ancak bunu yapmadan evvel kriteri*mizin, en azından doğru bulduğumuz kriterin ne olduğunu değerli okuyucularımıza hatırlatmamız gerekiyor. Bu konuda insanlardan bilgi alırken diyorlar ki; “Bu koşuşturma, bu telaş içersinde haliyle yaşadığım dünyanın geleceğini de merak ediyorum. Hatta bu düşünceyle ilgili bir takım bilimkurgu ro*manları, hatta hikayeler, masallar da okuyorum. Bir de buna popüler fantezi roman veya sinema eserlerini de ekliyoruz. Ancak gelecek de geçmiş gibi o kadar çok boyutlu ve karışık gösteriliyor ki bize…”
Birçok düşünür, bilim adamı, edebiyatçı zaman zaman Dünya’nın kaderi üzerine düşünmüşler ve bu düşünceyle ilgili görüşler dile getirmişler. Bunların detaylarına ayrı ayrı girer*sek sadece “dünyanın geçmişi ve geleceğiyle ilgili kim ne dü*şünmüş” kitabı yazmamız gerekir. Bizim bu eserdeki görevi*miz, derleyicilik… Daha doğrusu, derlenenlerin bir analizi. Bu düşünürlerden bazıları dünyanın kaderini bildiğimiz kalp gra*fiği şeklinde düşünmüşler ve yorumlamışlar. Dünyanın kade*rinde olumlu ve olumsuz olaylarda tıpkı bir insanın hayatın*daki mutlu ve mutsuz, başarılı ve başarısız günler gibi bir iniyor bir çıkıyor veya bazen belli bir süre sabit gidiyor. İnmelerle çıkmalarla çizilen bir grafik çizgisi. Bizim kendimize göre daha yakın bulduğumuz düşünce ise, dünyanın kaderinin dairevi olduğu… Bunun içinde dünya belli bir dönem Altın Çağ’ını yaşadığında, insanlar huzurlu olduğunda daha adaletli düzen*ler oluşturduklarında, onun karşısına bir teğet çizdiğinizde o dönemde de benzer olayların yaşandığını görürsünüz diyerek konuyu açıklamaya çalışmışlar. “Tıpkı mevsimler gibi, dünya dönem dönem kış, yaz bahar ve sonbaharı yaşıyor; huzur ve saadet açısından da böyle kaderi dönemler geçiriyor” diyor*lar.
Bu genel plan sadece bir yorum. Bu düşünceyi yakın pla*na aldığımızda, dünya; gelir adaletinin olmadığı, depremlerin, tsunamilerin gün gün artış gösterdiği, sosyal çalkantıların pat*layacak bir volkan gibi hazırlık devresinden geçtiği bir dönemi yaşıyor… Buna dikkatimizi verirsek; bu, bize kışı haber veren bir sonbahar mevsimi gibi görünüyor. Öyleyse dünyanın ka*derini de dairevi olarak düşünürsek, geriye bir teğet çizmek gerekiyor.
Bu teğeti çizdiğimizde bir de bakıyoruz ki; karşımıza, bu teknolojiyi yaşamış, bu aşamaya gelmiş benzer kavimler veya uygarlıklar çıkıyor. Tabii ulaşabildiğimiz kaynaklar kadarıyla bunu söylüyoruz.
Bugün Armageddon dediğimiz bir dünya savaşından bahsediyoruz, öyle değil mi? Ve bu savaşta kullanılacak ışın silahlarından, zihin kontrol sistemlerinden, fizik ötesi varlıkla*rın bu savaşta kullanımını konuşuyoruz. Peki bunca düşünce bizi kime, kimlere getiriyor?
Tabii ki Titanomakia denilen, mitolojideki adıyla tanrı*ların veya Devlerin Savaşı’na, küresel bir savaşla yok olmuş MU ve Atlantis uygarlıklarına…
Orkun Uçar: Belki de birçok okuyucumuz olayı bu bakış açısıyla kavrayıp Atlantis ve Mu’yu daha dikkatli araştırıldı*ğında yıllardır mitoloji, efsane olarak görülen bu uygarlıklar*da ders alınması gereken sırlar ortaya çıkmış olacak…
Hakan Yılmaz Çebi: Bir meseleyi incelemeden önce bir çok eserde de geçen üst-ilim diyebileceğimiz kaynakları kulla*nırız. Bir dönem “Büyük Türkiye Stratejisi” eserini yazan Emekli Topçu Kurmay Albay Abdülvahit Erdoğan bile bu ese*rinin arkasına yerleştirdiği oldukça geniş fikri haritanın ön yüzünde, “Büyük Türkiye Davasının Diyalektiği, Felsefi Yapısı ve İdeolojik Unsurları”na yer verirken bu muazzam yapılan*manın başına Osmanlıca “Kevni Kainat” (Processuce de Cosmos) “Kainat’ın Kuruluşu Teorisi[SUP],’[/SUP]ni koyuyor. Ve ardından bu muazzam yapılanmayı üst ve alt yapı olarak ikiye ayırıyor. Bu üst yapıda Letafet, Numenler-idealar alemi gibi çeşitli adlar altında ilimlere yer vererek, büyük bir devletin ve düşünce sistematiğine dayalı toplumun bu ilimleri kavramasıyla ortaya çıkacağını ortaya koyuyor.
Kuran’dan bazı ayetlerle konuyu biraz daha açalım: Bu ayetlerde insanoğlundan önce bir takım akıllı varlıkların uy*garlık kurduğundan bahsediliyor. Üstelik bu uygarlıklar öyle sıradan, ilkel uygarlıklar değil. Son derece gelişmiş, fizik ötesi boyutlara varmış uygarlıklar bunlar. Bu ayetlerin birinde, bu uygarlıklara gönderme niteliğinde diyaloglar da var. Zira Kai*natın sahibi, yaratılanların en şereflisi olarak nitelediği insanı yaratacağını söylediğinde melekler kendisine, yeryüzünde fesat çıkaracak, ortalığı kan deryasına çevirecek, yeni bir varlık mı yaratacağını soruyorlar. Yüce yaratıcı da, “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim,” diyor. Burada dikkatleri çekmesi gereken, meleklerin sorduğu soru. Melekler ne biliyorlardı ve ne görmüşlerdi de yaratılacak olan varlığın aynı çizgiden ge*çeceğini tahmin edebiliyorlardı?
Meleklerin niyeti Allah’a hesap sormak değil tabii ki! Bu*rada bir ironi var. Bir şeyler hatırlatılmak isteniyor. Kime? Al*lah’a mı? Hayır! Bu diyalogları okuyacak bizlere!.. Kuran’da böyle diyaloglar çok sık bulunur. Demek ki bu dünya denen mekanda bir şeyler yaşanmış, Allah’ın kurallarının dışına çı*kılmış, hatta isyan edilmiştir. Bundan dolayı da bir ceza mües*sesesi işlemiş ve “bu gelecek olan varlık da zamanla sana karşı gelecek, biz üzüleceğiz, sen de cezasını vereceksin!” diye bir anlam da çıkıyor ortaya.
13. yüzyılda yazılmış ve halen daha hürmetle okunan “Envar’ül Aşıkın” günümüz Türkçesiyle “Aşıkların Nuru-Işığı” adında bir eser var. Bu eser, sır âşığı iki kardeş tarafın*dan kaleme alınmış. Bu kardeşler Yazıcıoğlu Ahmet ve Yazıcıoğlu Muhammed Bican. Biliyorsunuz; “bican”, “cansız” demektir. Bu iki kardeş, ilim ve ibadetle o kadar uğraşmışlar ki; sırlar karşısında kendilerinden geçmiş, yememiş, içmemiş, adeta cansız bir hal almışlar. Halk da bunlara bu yüzden “Bican Kardeşler” demiş.
İşte bu iki kardeş yeryüzünde o zamana kadar öğrenmiş oldukları bütün ilimlerin sırrını özetleyerek bu kitaba aktar*mışlar. Hatta kitabın önsözünde de yer alan, “Biz bunca yıl ye*meden içmeden kesilerek bu ilimleri ve bu ilimlerdeki gizli manaları öğrenmeye çalıştık. İstedik ki bizden sonra gelenler bizler kadar bu sıkıntıları çekmesinler. O yüzden kardeşimin daha önce yazdığı ‘Arapça Muhammediye’ isimli eserle benim yazdığım ‘Âşıkname isimli eseri bu eserde birleştirerek gizli ilimlerin anahtarını, bu ilimleri ko*valayan ilim adamlarına teslim ettik,” cümleleriyle de niyetlerini ortaya koymuşlar.
Bu eser, sadece yukarıda geçen diyalogu bu şekilde irde*leyen, anlamamızı sağlayan eser olmanın yanında; son yıllarda medyum adı altında insanları dolandıranlardan çok sık duy*duğumuz “cin” fenomenine de açıklık getiriyor ve Kuran’da geçen, insandan önce yeryüzünde medeniyetler kuran Cinni Uygarlıklardan bahsediyor. Bugün “iyi insan” olarak yaşa*mak isteyen herkesin, ismini duyduğunda ürperen o çok meş*hur varlığın da bu uygarlıktan insanlık âlemine miras kaldığı*nı deşifre ediyorlar.
Diyeceksiniz ki; “Kimmiş bu Cinni Uygarlıklardan miras kalmış, üstelik insandan önce yeryüzü tarihini de pek iyi bilen zat?” Biz de diyoruz ki; “İblis”:, “Satan”, “Şeytan-ı Lani”, “Lucifer”… ve dünyada hangi dilde nasıl kullanılıyorsa kulla*nılsın: “Şeytan”.
Ancak burada özel bir bilgi var. Yine muharref olmamış ilahi kaynaklara dayandırılarak izah ediliyor. Deniyor ki, Şeytan o zaman o isimde değil, bu birbirine giren cinni uygarlıklar içinde onları uyaran büyük bilge bir varlıktı. Ancak sözünü geçiremedi, nasihatlerini dinletemedi. Şeytan olmadan önce bu meleğin adı, Haris olarak da bilinir. Haris’in Şeytan olma olayı insanın yaratılmasıyla başlıyor. O bildik ilahi kıssada, “Ben ateşten yaratıldım, ona secde etmem,” deniliyor ya; oysa bura*da insana secde etmeyecekti. Yaratanın eserine, haliyle yine Yaratan’a secde edecekti. Kibir aklı alınca, ortaya Şeytan çıktı.
Dünyanın kaderine tesir eden bunca donanımlı bir varlı*ğın insan zekası üzerindeki tesirlerini görüyoruz. Daha önceki uygarlıkları, yıkılışlarını, yıkılış sebeplerini bildiği için müthiş bir bilgi bankasına sahip ve bunu kendine yakın insanlara aktarabiliyor. Bunu trans halindeki bir takım Kabalacıların dün*yaya nasıl şekil verdiklerinde daha iyi anlayabileceğiz… Yani transa kiminle giriyorlar, bu akış, bu akıl almaz bilgi nereden geliyor? Daha derin manasıyla bir metafizik istihbaratın gücü ve kaynağını anlamak gerekiyor…
Konuyu görünen aleme çekerek devam edelim. Yeryü*zünden bu “cini” uygarlıklar kaldırıldı. Peki yerlerine gelen “insi” uygarlıklar pek mi rahat durdu? Onlar da yeryüzünün ilk meskunları gibi zaman zaman gemiyi azıya aldılar ve adlan ancak mitolojilerde, efsanelerde anılır hale geldiler.
Mısırlı rahiplerin Yunanlılara şöyle bir ifadeleri var: “Siz, Yunanlılar, çocuksunuz; geçmişi hatırlamıyorsunuz. Çünkü siz, Atlantislerin torunları ile önemli bir savaş yaptınız…” Hatta bunun bir hikayesi de şöyle anlatılır:
Atinalı devlet adamı ve şair Solon Mısır’a gider. Nil delta*sında bulunan Sais (Said) kentinin rahipleriyle konuşur. Bu rahiplerden biri ona şöyle der:
“Ey Solon, siz Helenler hep çocuk kalırsınız, yaşlanmış bir tek Helen yoktur.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Ruhunuz hep genç hepinizin. Eski bir geleneğe dayanan ne bir görüşünüz var ne de kocalmış/ermiş bir bilginiz.”
Bu sözün doğruluğu en iyi bir şekilde mitoslarda görülür. Bu amaçla Atinalılar 9 bin yıl öncesine kadar uzanan bir tarih yazma hevesine girişirler.
Aşağı yukarı buna benzer bir olay Tarihçi Heredot’un ba*şına gelmiş. Bunu, Mısırlı rahipler, 17 bin yıldan beri tuttukları arşivlerden aktarmışlar. O zamanki Yunan medenivetinin Atlantislilerin “Teb” adını verdikleri idari ve dini merkezlerin bekası olduğuna inandıkları için bu uyarıyı yapıyorlardı. Mı*sırlı rahipler, bu sözlerle geçmişini unutarak yaşayan bir mille*tin ileri gelenlerini uyarıyorlardı. Yoldan çıkan kavimlerin ne olduğunu daha o dönemlerde onların bakiyesi olarak gördük*leri insanlara anlatıyorlardı.