Ezeli Sır: Kader
-
Bir olaylar okyanusunda yaşıyoruz. Kainatın her köşesinde bir oluşma, yapılaşma, kaynaşma, bütünleşme ve ardından dağılış, çözülüş, sonra yeniden kuruluş hareketleri var. Sürekli birileri geliyor ve gidiyor; fakat âlemdeki âhenk, asla bozulmuyor. Her varlık ve her yokluk, kurulu nizamın yıkıcısı değil, tamamlayıcısı oluyor. Bu âhenk ve intizam, bir ilmin mi sonucudur, rastlantıların mı?
Biz insanlar, kâinata fırlatılmış birer taş mıyız? Tesadüfen mi doğuyor, çoğalıyor ve ölüyoruz?
Her eser, bir plânın sonucudur. Mimar, bir bina yapacaksa önce planını hazırlar. Her makinenin ilk adımı, projedir. Şâir, şiirini; ressam, tablosunu ve romancı, romanını zihninde tasarladıktan sonra ortaya çıkarır. Kâinat ve içindeki her yaratık da hârika bir saraya, âhenkli bir edebî esere, mükemmel bir tabloya ve sanatlı bir makineye benzer. Bunların plansız, programsız ve projesiz yaratıldığını söylemeye imkân var mı? Basit bir mektup bile önce kişinin zihninde şekillenip sonra kağıda aktarılırken; çiçekleri,yaprakları, meyveleri ve dallarıyla hârika bir sanat şâheseri olan bir ağacın tesadüfen ortaya çıktığını söylemek mümkün mü?
Bir ölçüye göre şekilleniyoruz. Gözün büyüklüğü, dilin uzunluğu, kafanın ağırlığı, belin inceliği ve diğer uzuvlarımızın biçimi, görünmez bir sınır öizgisine boyun eğiyor. Vücudumuzda görev alan atomları, belirli hudutlarında tutan bir kuvvet var. Atomların bir şuura sahip olmadığını biliyoruz. Bu işte bizim bir rolümüz yok. Hücreye genetik şifreyi kendimiz koymadık. Genlerdeki bilgileri okuyup da o plana göre vücudumuzu inşâ da etmedik. Bu ölçüleme ve ölçüye göre yaratma fiili, sınırsız bir ilmin, irâdenin ve kudretin sonucu. Peki bu sıfatlar, kime ait?
Fen ilimlerinin ilerlemesi, kaderi anlamamızı biraz daha kolaylaştırdı. Artık hücrelerdeki genlerin harika bir plan örneği olduğunu biliyoruz. Yumurtalar, tohumlar, çekirdekler ve nutfeler, kaderin birer sâhibesi gibi. Ağaç, bu kaderî programa göre serpiliyor; hayvan, bu hârika programa göre şekilleniyor ve insan, o tek hücredeki ölçüler ışığında büyüyor.
Tiyatroya gidenler, bilirler; oyunla ilgili sahne düzeni, rol dağıtımı, işlenen konu, gelişen olaylar, giyilen kostümler, kısacası her unsur, insana perde arkasındaki rejisörü hatırlatır. Bütün oluşların arkasında o vardır. Hayatı da gerçek bir oyuna benzetebiliriz. Yeryüzü sahnesine kendimiz gelmiyor; gönderiliyoruz. Benzer yönlerimiz yanında farklı özelliklerimiz de var.
Rollerimiz, dağıtılmış. Fakat önemli bir noktada tiyatro oyuncularından ayrılıyoruz. Biz, rolümüzü belli sınırları aşmamak kaydıyla istediğimiz gibi oynuyoruz. Senaryonun nasıl bir yol izlediğini bilmediğimiz için, gelecekteki olayları bilmediğimiz için, gelecekteki olayları dileğimize göre yönlendirebiliyoruz. Bununla beraber, inceden inceye düşününce şu dünya sahnesini kuran, oyuncuları yaratan, ihtiyaçlarını temin eden, olacakları düzenleyen bir Zât'ın varlığını anlayabiliyoruz. O Zât, olayların akışını planlarken, bizim tercihlerimize de önem veriyor. İrâdemize bağlı işlerimizden dolayı bir mesuliyet yükleniyoruz. Bir gün gelecek, oyun bitecek, sahne kapanacak ve biz de hür irademizle işlediğimiz fiillerden dolayı hesaba çekileceğiz.
Konuyu derinliğine düşünürsek, zihnimde üç kavram şekillenir:
"Kader",
"kaza" ve
"irâde". Kader, Allah'ın her şeyi bilmesi ve yazması. Bir başka ifâdeyle, kâinatın plan ve projesi. Olmuşlar, olanlar ve olacaklar,
"kader defteri"nde mevcut.
"Kaza", yazılanın başa gelmesi; başka bir deyişle, kaderdeki hükmün bir infâzı.
"İrade" ise, insandaki seçme kuvveti, önündeki şıklardan birini tercih kâbiliyeti. Misâl verirsek, benim nerede, ne zaman, ne yapacağım yazılmıştır. Şu okumakta olduğunuz satırları yazmak da kaderimde vardır. Yazdığım anda bu hüküm, infâz edildi ve
"kaza" oldu. Yazmak veya yazmamak konusunda bir tereddüt geçirdikten sonra yazmaya karar verdim ki, bu da
"irâde"mi gösterir.
Kaderi ikiye ayırabiliriz.
"Izdırârî kader",
"ihtiyârî kader".
"Izdırârî kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen bizim irâdemiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kâbiliyetlerimiz, ızdırârî kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevî kaderimizden dolayı mesûliyetimiz yoktur. İkinci kısım kader ise, irâdemize bağlıdır. Biz, neye karar vereceksek ve ne yapacaksak; Allah, ezelî ilmiyle bilmiş, öyle takdîr etmiştir.
Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan, biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler, devam ediyor. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren, biziz. Zayıf da olsa bir irâdemiz var. Az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir kuvvetimiz var. Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu. Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verdiğimiz ve işlediğimiz bir suçu kime yükleyebiliriz?
Çirkin isteklerimizle karıştırmasak, bozmasak, yıkmasak; kader, ne kader güzel! Dıştan çirkin gibi görünenler var; fakat onların da sonuçları güzel. Kışı soğuğu, kar fırtınası olmasa; baharın çiçeğini, yaprağını, kelebeğini görebilir miydik? Dünyaya gelmeden önceki halimizi düşünelim bir an. Her fiili kabul eden bir ham maddeydik. Dünyayı tanımıyor, nelere ihtiyâcımız olduğunu bilmiyorduk. Kendimizden bile haberimiz yoktu. Eğer söz anlayacak bir kâbiliyete sahip olsaydık da, bize
"Kendine lâzım olan uzuvları seç ve yaşayacağın âlemin nasıl olmasını istiyorsun, söyle." denseydi, ne yapardık? Sanıyorum, her şeyden önce el, ayak, burun, kulak gibi zarûrî organlarımızı almazdık. Çünkü, anne karnındayken bunlara hiç ihtiyacımız yoktu. Gözü, lüzumsuz iki delik; saçı, gereksiz bir kalabalık; bacağı, rahatsız edici bir uzantı zanneder, kabul etmezdik. Kuracağımız dünyada ne suya, ne toprağa, ne Güneş'e, ne havaya, ne bitkilere ve ne de hayvanlara yer verirdik. Bunlar da bizim için bazı manasız kelimelerden ibâretti. Fakat kaderimizi yazan Allah, sonsuz merhamet sahibi olduğu için, bizi kendi hâlimize bırakmadı. Sınırsız ilmiyle hayatımız için gerekli şeyleri planladı ve yarattı. Kâinat, bize uygun, biz de kâinata. Başımıza zâhiren çirkin bir hâl gelirse, bilelim ki, ya bizim hatamızdan dolayıdır ya da İMTİHAN İÇİNDİR.
Nefis, kazandığı başarılardan dolayı gururlanmayı sever. Medhedilmekten (övülmekten) hoşlanır. Şöhret delisidir ve alkışa meftûndur. Sahip olduğumuz nimetleri dâimâ kendisine mâletmek ister. Benlik davası güder, büyüklük sevdasıyla dolar ve sonunda firavunlaşır. İnsanı bu vartadan kurtarmak için kader çizgisi çekilmiştir. Bu gerçek, önünde dikilir,
"Kibirlenme!" der.
"Allah, takdîr etmeseydi; sen, hiçbir şeye sahip olamazdın. İlmini de, malını da, bunları kazanmak için gereken kâbiliyetlerini de yaratan O'dur. 'Benim' diye dört elle sarıldığın nimetler, O'nun eseridir." ihtârını eder.
Nefsin bir başka özelliği ise, suçu kabul etmemek, başkasına yüklemek ve kendimizi temize çıkarmaya çalışmaktır. Ömrü hatalar yapmakla da geçse, kendini kusursuz bilir. Bahâneler, mâzeretler ve kaçamaklar aramakta eşsizdir. İşte, nefsin bu amansız hastalığından dolayı irâde verilmiştir. Bu temel kâbiliyet, insana mesûliyetini hatırlatır.
"İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, hak ile bâtılı bilecek, ikisinden birini seçecek kâbiliyete sahipsin. Hür irâdenle kötüyü seçtiysen, günâh işlediysen, suçunun cezâsını çekeceksin." der. Bu iki yönlü ihtâr karşısında; insan, doğru yola girer ve Cennet'e liyâkat kazanır.
-
Sanıyorum, kader konusunda en çok sorulan soru şudur:
"Allah, bir insanın günah işleyeceğini bildi ve yazdıysa, insanın ne suçu var? Nasılsa yazılan, başa gelecek; kaderin hükmü, kaza olacaktı."
Bu hassas konuyu dikkat ve titizlikle tahlil edelim. Yukarıda da söylediğimiz gibi; Allah, ezelî ilmiyle olacakları bilmiş ve yazmıştır. Bunda garip bir taraf yoktur. Çünkü zamanı yaratan Allah'ın, onun her ânını bilmesi, Güneş'in doğması kadar normaldir. Bilmese, yaratmazdı. O'nun sonsuz ilmi, zamanı da mekanı da kuşatmıştır.
"Dün",
"bugün" ve
"yarın", bizim içindir. (Ama Allah için, dün, bugün ya da yarın yoktur. O, zamanın dışındadır.
Kainat yaratılmadan önce zaman yoktu. Çünkü zaman, maddenin ve hareketin ürünüdür.
"Ezel" ise, hiçbir zaman parçası değildir. Ezeli, geçmişten uzayıp gelen bir ip gibi tasavvur edip, zamanı bu ipin ucuna eklemek ve gelecekteki düğüm noktasına da o düğüm noktasından bakmak, hayâlin bir oyunudur. Peki nedir ezel? Gerçek mahiyetini bilemiyoruz. Fakat şunu biliyoruz; Ezel, geçmişi, hâli (şimdiyi) ve geleceği aynı anda gösteren bir aynaya benzer. Bizim için mâzî (geçmiş) ve istikbâl (gelecek) olan hâdiseler, ezel bakımından hâldir.
Bunu bir misâlle açıklamaya çalışalım: Sakarya'da bulunan bir adam için Ankara'dan hareket eden bir tren, mâzîdir. İstanbul'a yaklaşan bir tren ise istikbâldir. Bu adam ile İstanbul'daki tren arasında yaklaşık 2 saatlik zaman farkı vardır. Bu iki saatlik yolu kat etmedikçe o trenin hareketini izlemesine imkân yoktur. Bir başka adamın da 100 kilometre yukarıdaki bir uçaktan aşağıya baktığını varsayalım. Yüksekten bakan bu adam için durum, değişir. O, üç treni birden görür ve hareketlerini aynı anda takip eder. Yani onun için geçmiş, şimdiki durum ve gelecek diye üç ayrı zaman dilimi yoktur. Bunların üçü birleşmiş ve
"şimdiki durum" olmuştur. İşte, Allah'ın ezelî ilmine bu misâlle bir derece bakılabilir. İlâhî ilim için kâinatın bütün zamanları, bütün anları, bütün gelecek, hâl ve geçmişleri,
"şimdiki durum"dur.
Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek
"Benim ne suçum var?" diyen kişinin, irâdeyi yok saydığı görülür. Bu fikrin Batı felsefesindeki adı,
"fatalizm"dir. İrâdenin varlığını ve oluş sebebini söylediğimizden bir daha o konuya dönmeyeceğiz. Eğer insan,
"rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak" ise, seçme kâbiliyeti yoksa, yaptığından mesûl değilse, o zaman SUÇ'un ne mânâsı kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman, mahkemeye müracât etmiyor mu? Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi;
"Bu adam, benim evimi yaktı, nâmusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü; ama mâzurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın zavallı! Başka türlü davranmak, elinden gelmezdi." Hakkı çiğnenenler, gerçekten böyle mi düşünüyor?
İnsan, yaptığından sorumlu olmasaydı,
"iyi" ve
"kötü" kelimeleri, mânâsız olurdu. Kahramanları takdîre, hâinleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü her ikisi de yaptığını İSTEYEREK YAPMAMIŞ olurdu.
"Bilmek", "Yapmak" Demek Değildir
Soruya dönelim. Evet, Allah, herkesin ne yapacağını bilir. Fakat irâdeyi yaratan da O'dur.İnsana irâde hürriyeti vermiştir. Kaderi takdîr ederken, insanın neyi tercih edeceğini bilmiş, ona göre yazmıştır.
"Bilmek" ise,
"yapmak" demek değildir. Bir hareketin olması için ilmin yanında irâdenin ve kudretin de bulunması gerekir. Eğer Allah, insanın kaderindekileri bilirken irâde de etseydi, o zaman kulun yapabileceği bir iş kalmazdı. Ama hakikat, böyle değildir. Meselâ, biz, mektup yazmayı biliyoruz; fakat mektup, hemen yazılmıyor. Harflerin kağıda yerleşmesi için yazmayı istememiz gerekir. Bu da yetmez, kuvvetimizi kullanmalı, bir iş yapmalıyız.
Alimler, bu konuda;
"İlim, mâlûma tâbidir." derler. Yâni, bir konu gerçekte nasılsa; biz, onu biliriz. Mesela cebimizde 1000 liramız varsa, 1000 liramızın var olduğunu biliriz. Dünyanın yuvarlak olduğunu biliyorsak; bu, dünya, yuvarlak olduğu içindir.Eğer, tersi olsaydı; biz, dünyayı silindir şeklinde bilirdik, dünya da öyle olurdu.
(...)
Müslüman, yeri gelince kaderim böyleymiş demeyi de bilir. Başına bir bela geldiğinde, hadiseler olup bittikten sonra, başka bir deyişle elinden hiçbir şeyin gelmediği, sonucu asla değiştiremeyeceği durumlarda
"İlâhî takdîr" der, kadere teslim olur. Bu teslimiyet, ümitsizliğin, karamsarlığın ve üzüntünün ilacıdır. Yoksa günah işleyen bir adam,
"Kaderimde günah işlemek varmış, ne yapayım, ben hep böyle yaşamaya mecbûrum." diyemez. Çünkü insan, geleceği önceden bilemez.
Sözün kısası Müslüman, kader ve irâdenin tarifi gereği,
"kaderci" değildir; ancak
"kadere iman etmiş"tir.
İstismar edilen bir konu da tevekkül konusudur. İslâm'dan nasibi olmayanlar, Müslümanları kadere itimat edip tembel tembel oturmakla itham ediyorlar. Böyle yapan Müslüman varsa, kaderi yanlış anlıyor demektir. İnancımıza göre kul, üstüne düşen görevleri eksiksiz yaptıktan sonra kadere itimat edebilir. Derse çalışmayan bir öğrenci,
"Allah, kâdirdir." deyip (çalışmadan) imtihana girerse, sınıfta kalmaya mahkûmdur. Çünkü Allah, her neticeyi bir sebebe bağlamıştır. Dersi geçmenin yolu da çalışmaktır. Keza, çocuk isteyenin yapacağı iş, evlenmektir. Başka türlü davranan, kaderi yanlış anlamıştır. Tevekkül, tembellik değil, çalıştıktan sonra Allah'a güvenmektir. Çünkü;
"Her çalışan, muvaffak olur (başarır)" diye bir kanun yoktur. Hayat, sürprizlerle dolu. Elimizden geleni yapmak, fakat sonucun yine İlâhî irâdeye bağlı bulunduğunu bilmek ve O'na sığınmak: İşte gerçek tevekkül (budur).
"Her şey, kader ile takdîr edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin."
Devrilen bir otobüs, otobüsün yanında kanlı bir ceset, cesedin etrafında kalabalık bir topluluk... Ve konuşmalar... Biri,
"Binme şu otobüse dedim, dinlemedi. Sözümü tutsa, şimdi hayatta olacaktı." diyor. Diğeri, ilâve ediyor;
"Bütün suç, şoförde." Farklı yorumlar;
"Şoförün ne suçu var kardeş, kaderinde bugün ölmek varmış. Otobüse binmese, başka yerde, fakat yine aynı saatte ölecekti." Yükselen itirazlar;
"Olmaz öyle şey! Ne demek kaderinde varmış? Şoförün sarhoş bir halde yola çıkıp direksiyon başında sızmasına ne demeli?" Ve uzayıp giden tartışmalar... Bu tür sözlerin söylenmesi için ille de büyük bir kaza olması gerekmiyor. Hemen her yerde, her konuda;
"Şöyle olmasa böyle olmazdı." veya
"Şu olsa, bu olurdu." türünden konuşmalara şahit olmak mümkün.
Uluorta yapılan her yorum, kaderin ince bir meselesine temas ediyor. Nerede İslâmî ölçülere aykırı bir fikir varsa, orada ya bâtıl bir mezhebin veya çürük bir felsefenin kokusu vardır. Şuurlu veya şuursuzca yapılan her yorum, bir fikir sisteminin uzantısı. Şimdi, yukarıdaki olayı ve konuşmaları değerlendirelim:
Otobüs, devrilmeseydi; adam, ölür müydü? Şoförün kabahati var mı? Bu olay için
"kader" hükmünü verebilir miyiz?
Mutezile,
"otobüse binmese veya kaza olmasa, adam ölmezdi." diyor.Bunlar,
"Kul, fiilini yaratır." diyen, kaderi reddeden, ve sebeplere hakîkî tesir veren bir anlayışa sahip. Cebriye ise;
"Otobüse binmeseydi veya otobüs, devrilmeseydi bile; adam, başka bir yerde, başka bir sebeple aynı saatte yine ölecekti." hükmünü veriyor. Bu anlayışa göre otobüsün kaderi ayrı, adamınki ayrıdır; insanın irâdesi yoktur, o, denizde yüzen bir ceviz kabuğu gibidir. Bu durumda şoförün suçlu olduğundan söz edilemez elbet. (Fakat) bilindiği gibi, Mutezile ve Cebriye, YANLIŞ FİKİRLERİYLE İSLAMİYET DAİRESİNDEN ÇIKAN İKİ BATIL MEZHEBİN ADLARIDIR.
Hak mezhep âlimleri ise, derler ki;
"Geçmişte kalan olaylara ve musîbetlere kader nazarıyla bakılabilir. Allah, otobüste ölüm olayını önceden biliyordu. Bilmeyen, bizdik. Olayın vukuundan (meydana gelmesinden) sonra biz de öğrenmiş olduk. Gelecekteki olayları bilmiyoruz. Kaderim böyleymiş deyip tembellik ve TEDBİRSİZLİK edemeyiz." Sözgelişi, bir fakir, geçmişe bakarak,
"Kaderimde fakirlik varmış." diyebilir. Ama gelecek hakkında;
"Fakir olmak, istikbalde de benim kaderimdir, ne yapsam nafile (boş)!" deyip de yatamaz. Bu misalden de anlaşılacağı üzere; biz, otobüs ve kaza olayına
"kader" diyebiliriz. Şoför meselesine gelince; o, sarhoşken araba kullandığı ve kazaya sebep olduğu için elbette suçludur. Mâlûm kazanın kaderde yer alması, onu kurtaramaz. Bu hususu daha önce genişçe açıkladığımızdan, sözü burada kısa kesiyoruz.
Gelelim asıl soruya: Otobüs devrilmeseydi, adam ölür müydü? Bu hususta âlimlerimizin cevabı, gayet kısa ve nettir:
"BİLEMEYİZ!" Bazen bilememek de en büyük ilim oluyor, burada da öyle. ÇÜNKÜ SEBEP İLE SONUCUN KADERİ TEKTİR, AYRI AYRI KADER DEĞİLDİR. Kaderde biri, diğerine ayrılmaz şart olmuştur. Burada otobüs kazası, sebep; adamın ölümü ise sonuçtur. Bu hususta kaderin hükmü,
"Adam, otobüs devrilmesiyle ölecek." şeklindedir. Otobüsün devrilmediğini farz edersek, öleceğine veya ölmeyeceğine ne ile hükmedeceğiz? Sebebi yok sayarsak, bu meselede kaderin hükümsüzlüğünü varsayıyoruz ki, o zaman biz, neye dayanarak ölürdü veya ölmezdi diyeceğiz? Allah, aynı gün ve saatte başka bir sebep yaratıp adamı öldürebilir veya tersine öldürmeyebilir. Bu, onun sonsuz ilmine kalmış bir konudur.
Kader, değişir mi? Sorular zincirinin bir halkası da budur. Bir iş yaparken, âniden o işi bırakıp başka bir iş yapmaya başlayarak,
"İşte kaderimi değiştirdim." diyenleri gördüm. Her defasında güldüm ve dedim ki;
"Sen, kaderi değiştirmiyor; yaptığın işi değiştiriyorsun. Kader okyanusunda yüzen bir gemi gibisin.Rotanı ne yöne çevirirsen çevir, yine okyanusun içindesin. Yazı yazan adam, türkü söylemeye başlarsa; kader, değişmez. Anlarız ki onun kaderinde önce yazı yazmak, sonra da İŞTE KADERİMİ DEĞİŞTİRİYORUM deyip türkü söylemek vardır. Fiilller, başkalaşır; fakat kaderden ne bir mânâ silinir, ne de bir başka mânâ yazılır. Bir ağacı gösteren ayna yer değiştirmekle ağaç da yer değiştirmez ki?"
İslam'a göre hayrı, iyiyi, güzeli yaratan da Allah'tır.
"Allah, şerri (kötülüğü) nasıl yaratır?" diyenler var. Güya bunlar, şerri yaratma fiilini Rabbimize yakıştıramıyorlar. Hemen soralım;
"Allah yaratmıyorsa, kim yaratıyor?" Bu soruya verilecek her cevapta ŞİRK KOKUSU vardır. Yaratmak, Allah'a hastır ve O'nun eşi, benzeri, yardımcısı, ortağı yoktur. Bu, meselenin bir yüzü. Bir de konunun İMTİHAN YÖNÜ var. Eğer Allah, sadece hayrı yaratsaydı; şer, hiç olmazdı. O zaman imtihanın da bir anlamı kalmazdı. Harama girmek, günah işlemek, inkâr etmek mümkün olmazdı. Herkes, mecbûren melek gibi olurdu.Oysa Rabbimizin murâdı, bu değil. O, kulun kendi isteğiyle hayra yönelmesini arzu ediyor. Bu sebeple, irâde neyi tercih ederse, onu yaratıyor. Mesela ayaklarla câmiye de gidilir, meyhâneye de. Birincisi hayır, ikincisi şerdir. Allah, kulun dileğine göre yaratır. Meyhaneye yönelen ayaklar, taş kesilseydi; harama meyleden gözler, kör olsaydı; ibadet etmeyenler, belli bir hastalığa yakalansaydı, kulun iradesi kalmazdı. Şu halde iyilerle kötüleri ayırmak için hayrın yanında şerri de yaratmak, hikmetin ta kendisidir. Sanıyorum bu açıklama,
"Allah, şerre niye mâni olmuyor?" sorusunun da cevabıdır.