faruk islam
Özel Üye
22.19. KA'BE'NİN YENİDEN İNŞASI
Hz. Muhammed 35 yaşında iken, yani nübüvvetine 5 yıl kala, Kureyşliler Kâbe'yi tekrar inşa etme kararı aldılar. Kâ'be'nin duvarları köhne-leşmiş ve çürümüştü. Sık sık meydana gelen sel ve su baskınları Kâ'be'yi çökme noktasına getirmişlerdi. Duvarları da alçak olup herhangi bir çatısı yoktu. Duvarların yapımına fazla özen gösterilmemiş; sadece taşlar üst üste konmuş, onların birbirini tutmaları için ne sıva, ne de başka bir madde kullanılmıştı. Kapısı çatlamıştı ve dökülmek üzere idi. Kâbe’ye adanan hediyelerden meydana gelen hazine de bir kuyuda saklı tutuluyordu. Bu kuyu Ka'be binasının içinde idi. Bazı haydut ve kötü niyetli kimseler duvarları atlayıp içeri girer ve hazinenin bir bölümünü çalarlardı.
Nitekim, Kâ'be'nin yeniden inşasından kısa bir müddet önce Beni Müleyh'e bağlı Duveyk adında bir köle Kâ'be'nin bazı mallarını çalmıştı. Duveyk bu malları kendisi çalmamışsa da hırsızlar bunları onun zimmetine vermişlerdi. Zira yoğun bir araştırmadan sora malların kendisinde bulunduğu sabit olmuştu.[19] Bu sebepten dolayıdır ki, Kureyşliler Ka'be için yüksek bir bina yapıp üstüne bir çatı çatmak istiyorlardı. O sıralarda, Bizanslı bir tüccarın gemisini denizin hırçın dalgalan kıyıya vurup parçalamıştı, İbn İshâk'a göre bu geminin parçaları Cidde limanına yayılmıştı. İbn Sâ'd'e göre ise bu parçalar Cidde'den önceki liman olan Şu'aybe'nin etrafında dağılmışlardı. Gemide Bâkûm isimli Bizanslı bir mimar vardı. Mekke'de de Neccar isimli bir Kıptî iyi tahta işleri yapardı. Geminin parçalandığına dair haberleri duyan Velid bin Muğire bazı Kureyşlilerle birlikte kaza yerine geldi ve bazı tahta parçalarını salın aldı. Buna ilâveten Bâkûm ile konuşup Kâ'be'nin inşası için çalışması konusunda anlaşma yaptı. Tahta işlerini bilen Neccar da inşaat işine alındı. Böylece Kâ'be'nin yeniden inşasına başlandı. İnşaatın başlamasından önce yapılan merasimde, Hz. Peygamber (a.s.)'in babasının dayısı olan Ebû Vehb bin Amr bin Aiz, Kâ'be'nin bir taşını söküp tekrar yerine koydu ve orada toplanan Kureyşlilere şöyle hitap etti: "Ey Kureyşliler bu mukaddes yapının inşasına, helâl gelirinizle katkıda bulunun. Dikkat edin, bu binanın yapımında zinadan, faizden veya bir kişinin başka bir kişiye yaptığı zulümden elde edilen gelir kullanılmasın." Başka bir rivâyete göre Ebu Vehb'in sözleri şöyle idi: "Bu, 'ın evinin inşaatında sakın gaddarlıkla, merhametsizlikle veya başkalarının size olan borçlarını kırparak elde ettiğiniz gelirlerinizi kullanmayın".[20] Ne var ki, Kureyşliler yeni binanın yapılması için Kâ'be'yi yıkmaktan çekiniyorlardı. Nihayet Velid bin Muğire kazmayı eline alıp, "ya Rab, biz senin dininden yüzümüzü çevirmedik ve kötü bir yola sapmadık.
Biz hayırdan başka bir şey istemiyoruz" (yani kötü bir niyetle Senin evini yıkmak istemiyoruz) dedi ve Kâbe'nin bir bölümüne bir darbe vurdu ve sonra elini çekti. Kureyşliler bütün gece Velid bin Muğire'ye bir afet gelip gelmeyeceğini merak içinde beklediler. Onlar, bir âfetin gelmesi halinde inşaat işini derhal durdurmaya ve sökülen taşları yerine koymaya karar vermişlerdi. Sabaha kadar Velid'e bir şey olmayınca, Kâ'be'nin yıkımına her taraftan başlandı. Çeşitli yıkım ekipleri, duvarları Hz. İbrahim (a.s.)'in koyduğu temele kadar yıktılar. Bundan sonra Mekke'nin bütün kabileleri taşlan toplayarak Kâ'be'nin inşaatına başladılar.[21] inşaat işi Hâcer-i Esved'in yerleştirilmesine kadar ilerleyince her kabile bu şerefin kendisine ait olması için uğraştı. Hâcer-i Esved'in yerleştirilmesi ile ilgili ihtilaf o kadar büyüdü ki, büyük bir çatışma çıkma ihtimali belirdi. Kavga dört-beş gün böyle devam etti. Nihayet, herkes bir gün Harem'de toplanarak meselenin hallini aramaya başladılar. Toplananlar arasında en yaşlı olan Ebû Ümeyye bin el-Muğire (Velid bin Muğire'nin ağabeyi) kendilerine şöyle bir öneride bulundu: "Ey Kureyşliler, anlaşmazlığınızın giderilmesinin bir yolu vardır. Eğer hepiniz ittifak ederseniz, yarın bu mukaddes ibadet yerinin kapısından girecek olan ilk şahıs hakemimiz olsun [22]o bu hususta ne derse kabul etmeliyiz". Bu öneriyi herkes beğendi ve ertesi günü beklemeye başladılar. 'ın hikmetine bakın ki, Kâ'be'nin kapısından ilk giren Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) oldu. Hz. Muhammed (a.s.)'i görenler haykırıverdi: "Bu emindir, biz razı olduk. Bu Muhammed (a.s.)'dir". Müsned-i Ahmed'in rivâyetine göre orada hazır bulunanlar şöyle dediler: "Size emin gelmiş oldu."
Rasûlullah (a.s.) ihtilâf ve anlaşmazlığın sebebinin ne olduğunu öğrenince orada hazır bulunanların bir çarşaf getirmelerini istedi. Çarşaf getirildi. Hz. Peygamber (a.s.) Hâcer-i Esved'i o çarşafın ortasına koyup çarşafı iyice sardı ve her kabilenin temsilcisinin bu çarşafın bir ucunu tutmasını ve kaldırmasını teklif etti. Orada hazır bulunanlar aynısını yaptılar. Hâcer-i Esved yerleştirilecek yere getirilince, Hz. Peygamber (a.s.) bunu kendi eliyle alıp oraya yerleştirdi.
Bu vak'a Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinden sadece beş yıl önce vuku bulmuştu. O sırada bütün Araplar ve Mekke'liler Hz. Muhammed (a.s.)'in "emin" olduğuna şehâdet etmişti. Bütün millet Hz. Peygamber (a.s.)'in ne kadar zeki ve akıllı olduğuna da tanık olmuştu. Zira kendisi, yüzlerce, belki de binlerce kişinin kanının akıtılmasına yol açabilecek tehlikeyi ve nazik bir meseleyi gayet kolayca ve herkesi tatmin edecek bir şekilde çözümlemişti. İbn Sâ'd'e göre Rasûlullah'ın akıl ve zekâsı, sadece bu olayda kendisini göstermemişti. Cahiliyye devrinde pek çok defa önemli kavga ve çatışmaları önlemişti ve kendisi birçok konuda isabetli kararlar vermişti.
PEYGAMBERLİKTEN ÖNCE HZ. MUHAMMED (A.S.)'İ YAKINDAN TANIYANLAR
Peygamberlikten önce Hz. Muhammed (a.s.)'i yakından tanıyan, bilen ve anlayanlar arasında başta aile efradı gelirdi. Mesela, Hz. Hatice (r.a.) ki kendisi 15 seneden beri O'nunla hayatını paylaşıyordu. Hz. Muhammed (a.s.)'i yakından tanıyan bir yakını da Hz. Ali (r.a.) idi, ki çocukluğundan beri kendisi yanında bulunmuştu. Üçüncü bir şahıs da Hz. Zeyd bin Hârise'ydi, ki anne-babasını bırakıp Hz. Muhammed (a.s.)'in yanında kalmayı tercih etmişti ve evlatlığı olma şerefine nail olmuştu. Başka bir kişi de Hz. Ümm-ü Eymen'dir ki kendisini çocukluğundan beri bakarak büyütmüş ve ailenin bir ferdi olarak her zaman yanında bulunmuştu. Hz. Muhammed (a.s.) O'nun hakkında şöyle derdi: "Öz annemden sonra en çok sevdiğim kişi Ümm-ü Eymen'dir". O'na "ümme" veya "anneciğim" olarak hitap ederdi. Ailenin bazı diğer fertleri de Hz. Peygamber (a.s.)'in yanında bulunma şerefine haizdiler.
Bunun dışında, bazı dost ve ahbabları da Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatını yakından izlemiş ve O'nu tanıma fırsatım bulmuşlardı. Bunların başında Hz. Ebu Bekr (r.a.) gelirdi. İbni Mende'nin İbni Abbas'a dayanarak naklettiği hadise göre Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr arasındaki dostluk, Hz. Peygamber (a.s.) 20 ve Hz. Ebu Bekr 18 yaşında iken başlamıştı. Gerçek şu ki, Cahiliyye dönemi Mekke'sinde tabiat, huy, alışkanlıklar, ahlâk, zevk ve meraklan birbirine bu kadar benzeyen başka iki arkadaş yoktu. Hz. Ebu Bekr Cahiliyye döneminin hatırı sayılır ve şöhreti her tarafa yayılmış zengin bir tüccarıydı. Mesleği ticaretti ve güzel ahlâkıyla herkesin gözdesi olmuştu. Cahiliyye devrinde de içkiye dokunmayan birkaç kişiden biri Hz. Ebu Bekr'di. Kureyş kabilesi, diyet işlerini Hz. Ebu Bekr'e bırakmıştı. Ebu Bekr hangi diyeti kabul ederse, bütün kabile bu diyeti kabul etmeye hazır olurdu. Ancak Ebu Bekr'in kabul etmediği diyet başkaları tarafından da zor tasdik edilirdi. Ebu Bekr'in aile şecereleri hakkındaki bilgisi çok genişti. Nüfuzu uzak yerlerdeki Araplara kadar uzanmıştı. Bunun bir örneğini burada verebiliriz. Mekke'de müslümanların hayatı çekilmez hale gelince hicrete karar verenler arasında Hz. Ebu Bekr (r.a.) de vardı. Bir-iki günlük yolculuktan sonra Hz. Ebu Bekr, Ehâbiş'in[23] reisi İbn-üd-Düğunne ile karşılaştı. İbn-üd Düğunne, Ebu Bekr (r.a.)'e nereye gittiğini sordu. Ebu Bekr, "milletim beni Mekke'den kovdu, bana çok eziyet etti, benim hayatımı çekilmez hale getirdi" diye cevap verdi. İbn-üd-Düğunne, kendisine şöyle dedi: ", hiç böyle şey olur mu? şahittir, sen cemiyetimizin medar-ı iftiharısın. Zorluk ve sıkıntı içinde olanlara yardım edersin, iyi işler yaparsın. Sen iyi ve dürüst bir insansın, fakir fukaranın yardımına koşarsın. Gel, ben sana emân vereyim (koruyayım)[24]." Daha sonra O'nu Mekke'ye geri götürüp herkese şu duyuruyu yaptı: "Ben İbni Ebu Kuhâfe'yi korumam altına almışımdır. Bundan böyle kimse O'na kötü bir niyetle bakmasın."
Hz. Peygamber (a.s.)'in yakın dostları arasında Hz. Suheyb bin Sinan-ı Rûmî de vardı. Suheyb, İran imparatorluğunun yönetiminde bulunan Musul yakınlarında bir bölgede yaşayan Beni Nemir bin Kâsit sülâlesindendi. Suheyb henüz çocukken Bizans ile İran imparatorlukları arasındaki bir savaş sırasında esir alınmış ve bir müddet Bizanslıların kölesi kaldıktan ve elden ele satıldıktan sonra Mekke'de Abdullah bin Cud'ân tarafından satın alınmıştı. İbni Cud'an, Hz. Ebu Bekr'in yakın akrabası olduğu için Ebu Bekr vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.) ile tanıştı ve sohbetlerinden etkilenerek sık sık O'nun yanında bulunmaya başladı. Hz. Suheyb'in mertebesi Hz. Peygamber (a.s.)'in ve diğer sahabelerin gözünde o kadar büyüktü ki; Hz. Ömer (r.a.) vefat etmeden önce, Şûrâ meclisi bir halife üzerinde ittifak etmediği sürece Hz. Suheyb'in Mescid-i Nebevi'de cemaate imamlık yapmasını vasiyet etti.
Hz. Peygamber (a.s.)'i yakından tanıyanlar arasında Hz. Ammâr bin Yâsir de vardı. Beyhakî kendisinin şu sözlerini nakletmiştir: "Hz. Peygamber ile Hz. Hatice arasındaki evlilik hakkında benden fazla bilgisi olan kimse yoktur. Ben Rasûlullah'ın nedimi, dostu ve yakınıyım." Hz. Ammâr ile Hz. Suheyb aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e biat edip müslüman olmuşlardı.
Bir dördüncü şahıs da Hakim bin Hizâm'dı. Kendisi Kureyş'in ileri gelen kabile reislerinden biriydi. Hacılara yemek yedirme vazifesi O'na aitti. Hz. Hatice'nin yeğeni olup Hz. Peygamber (a.s.)'den 5 yaş büyüktü. Müsned-i Ahmed'de yer alan Irak bin Mâlik'in hadisine göre Hakim, Hz. Peygamber (a.s.) hakkında şöyle derdi: "Cahiliyye devrinde Rasûlullah (a.s.) en çok beni severdi". Zübeyr bin Bekkâr'ın rivâyetine göre nübüvvetten sonra da Hz. Peygamber (a.s.) Hâkim'in aynı şekilde sevmeye devam etti. Fakat Hâkim, Mekke'nin fethinden sonra müslüman oldu.
Beşinci kişi Ezd-i Şenev'e kabilesine mensup olan Dımâd bin Sa'lebe idi. Dimâd tabib ve cerrah idi. İbn'ul-Berr'in "İsti'âb"ta belirttiği gibi, Dimâd, Cahiliyye'de Rasûlullah (a.s.)'ın yakın arkadaşlarından biriydi. Müsned-i Ahmed'de İbn Abbas'in hadisine göre, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik payesine yükseldikten sonra, Dimâd Mekke'ye geldiğinde, kendisine Rasûlullah (a.s.)'ın hâşâ çıldırdığı söylendi. Bunu duyunca doğru Rasûlullah (a.s.)'a vardı ve "derdiniz nedir, bana söyleyin, eğer hasta iseniz sizi tedavi edebilirim" dedi. Buna cevap olarak Hz. Peygamber (a.s.), artık en iyi hutbeleri arasında yer alan bir konuşma yaptı. Bunları duyunca Dimâd kendisine iman etti.
Bu zevâtın dışında da bazı kimseler akrabalık yüzünden Hz. Peygamber (a.s.)'in yaşantısını, karakterini ve ahlâkın: çok iyi biliyorlardı. Bunlar arasında Hz. Osman bin Affan (r.a.) vardı, ki Hz. Muhammed'in teyzesinin torunuydu. Hz. Zübeyr bin el-Avvam; ki teyzesi Hz. Safiyye'nin oğluydu. Hz. Peygamber (a.s.)'in annesi Amine'nin akrabaları olan Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas ve Hz. Umeyr bin Ebi Vakkas, Hz. Ebu Seleme (r.a.), ki Hz. Peygamber (a.s.)'in hem teyze oğlu hem süt kardeşiydi. Hz. Abdullah bin Cahş ki, Hz. Peygamber (a.s.)'in teyzesinin oğluydu. Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib, ki amca oğluydu.
Bu zevâtın çoğu İslâmiyet'i ilk kabul edenler arasında yer alıyorlar. Bu şahısların Hz. Muhammed (a.s.)'i peygamber olarak tanımaları ve kendisine iman etmeleri gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.)'in şahsiyeti, karakteri ve ahlâkına önceden hayran olmuşlardı ve Hz. Muhammed (a.s.) peygamberliğini ilân edince de çekinmeden O'nun getirdiği mesajı ve ilâhi kelâmı kabul ettiler. Bu iyi, dürüst ve temiz insanların Hz. Muhammed (a.s.)'e iman etmelerinin sebebinin sadece akrabalık, dostluk, arkadaşlık, şahsi sevgi ve bağlılıktan ileri geldiği söylenemez. Zira, sadece bu sebeplerden dolayı kimse dinini ve imanını değiştirmez.
HZ. PEYGAMBER (A.S.)'İN YÜZ HATLARI VE GÖRÜNTÜSÜ
Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinden önceki bölümümüze son vermeden önce yüz hatları ve görüntüsünden de söz etmemiz sanırız yerinde olacaktır. Zira, bir kişinin kişiliği ve karakterinin dış görünüşüyle çok yakın ilişkisi vardır. Sahih-i Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Nesai, Beyhaki, Hakim, Darekutni vs. gibi muteber hadis kitaplarında Hz. Ali, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Enes, Hz. Bera bin Azib, Hz. Cabir bin Semure, Hz. İbn Ömer, Hz. Abdullah bin Büsr, Hz. Hind binti Ebi Hale (Ebu Hale Hz. Hatice'nin ilk kocası idi) ve diğer bazı sahabe-yi kiram tarafından naklolunan rivayet ve hadislere dayanarak Hz. Peygamber (a.s.)'in çehreyi mübareki, siması, vücut yapısı, oturuşu, kalkışı, yürüyüşü ve davranışları hakkında topladığımız bilgileri aşağıya aktarıyoruz:
Hz. Peygamber (a.s.)'in boyu ne çok uzundu ne çok kısa, ortayı biraz aşıyordu. Öyle ki, bir mecliste ve toplantıda Hz. Peygamber (a.s.) boyuyla fark ediliyordu. Yüzü ne uzundu ne tamamıyla yuvarlak. Fakat yuvarlağa yakındı. Ten rengi ne buğdaydı, ne pembe, ne de bembeyaz. Aksine beyaz ile pembe arasında olup pırıl pırıldı. Başı büyüktü, göğsü büyük ve omuzları da hayli genişti. Vücudu atletikti ve şişman değildi. Mafsal ve ek yerleri gayet sağlamdı. Kolları kuvvetli ve dolgun olup bacakları da vücuduna uygundu. Kollarda ve bacaklarda hafif kıllar vardı. Vücudunun diğer yerleri tertemizdi. Göğüslerinden hafif kıllar bir çizgisi göbek çukuruna kadar iniyordu. Başında ve sakalında saçlar çok gür ve sıktı. Saçları ne zenciler gibi kıvırcıktı, ne dümdüz, yani hafif kıvırcıktılar. Ömrünün son günlerine kadar başındaki ve sakalındaki saçlardan topu topuna 20 tanesi beyazlaşmıştı, bunlar da saçlarına yağ sürmediği zamanlarda belli oluyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) saçlarını bazen kulaklarının yarısına, bazen kulak memelerine ve bazen da daha aşağıya kadar uzatırdı. Gözleri büyük ve çok güzeldi. Sürmeli olmadıkları zaman da sürmeli gibi gözüküyorlardı. Gözbebeklerinin etrafında ince kırmızı daireler vardı. Kirpikleri kalın ve uzundu. Kaşları birbirinden ayrı idi. Ağzı nispeten büyüktü. Büyük ağız, Arap'larda güzelliğin bir parçası sayılırdı ve küçük ağız veya çok ince dudaklar beğenilmezdi. Ayak topukları hafif olup el ve ayaklarındaki parmakları uzundu. Ayaklarının orta parmakları da baş parmaklarından hafifçe uzundular. El avuçları ve ayak tabanı dolgundular. Hz. Peygamber (a.s.)'e ilk kez bakan bir kimse hemen etkilenir ve biraz ürkerdi. Ama kendisiyle tanışıp samimi olunca O'nun ne kadar yumuşak huylu ve güzel ahlâklı olduğunu anlardı. Yürürken ayaklarını tam olarak basardı ve bir çukura inmek veya yokuşa çıkmakta olan bir kişi gibi yürüdüğü havasını veriyordu. Bir tarafa dikkatini çevirince tam çevirir, bir taraftan ilgisini keserken de tam keserdi. Yani aynı anda iki şeyle ilgilenmezdi. Gözlerini küçültüp bir kişiyi veya şeyi süzme ve başını bir tarafa çevirip boş boş bakma âdeti yoktu. Gülen bir yüzü vardı ve her zaman tebessüm ederdi. Kahkahalarla gülme alışkanlığı da yoktu. Gayet güçlü bir vücuda sahipti, kuvveti ve kudreti de yerinde idi. O kadar ki, bir defasında Kureyş'in en tanınmış güreşçilerinden Rükane, Hz. Peygamber (a.s.) ile güreşe tutuştu; sırtı kimse tarafından yere getirilmeyen bu pehlivan Rasûlullah (a.s.)'a yenik düştü. Bu güreşçi yerden kalkarak Hz. Peygamber (a.s.) ile tekrar güreşti ve tekrar yenildi. Hayretini saklamayarak, "Vallahi Muhammed, amma da güçlüsün, beni nasıl alt ettiğine hayret ediyorum?" dedi. Bu pehlivan demek istiyordu ki hiçbir beden çalışması yapmamış olan ve görünüşte kendisinden daha zayıf olan Hz. Peygamber (a.s.) kendisini nasıl oldu da iki defa üst üste yere indirdi? (Daha sonra bu güreşçi de müslüman oldu). Hz. Peygamber (a.s.)'in çocukluğuyla ilgili bir vak'a şöyledir. Bir defasında Abdullah bin Cud'ân'ın evinde verilen yemek sırasında Ebû Cehl, Hz. Peygamber (a.s.) ile kavgaya tutuştu, ikisi de aynı boyda idiler. Hz. Peygamber (a.s.), Ebû Cehl'i eliyle kaldırıp öyle yere attı ki bir dizi yaralandı ve bu yaranın izi ömür boyunca geçmedi, İbn Hişâm'ın ifadesine göre Bedir savaşı sırasında Ebû Cehl'in ölüsü aranırken Rasûlullah (a.s.), dizindeki yara izinden kimliğinin saptanması için arkadaşlarına emir verdi. Nitekim bu tarif üzerine ölüler arasından Ebû Cehl'in cesedi çıkarıldı. Hz. Peygamber (a. s.) işte o zaman, Ebû Cehl ile nasıl dövüştüklerini sahabelere anlattı.
Bu bilgi ve bulgular gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.) sadece güzel, yakışıklı ve yüksek ahlâklı bir insan değildi, aynı zamanda yiğitlik, cesaret ve kuvvetin de simgesiydi.
Hz. Muhammed 35 yaşında iken, yani nübüvvetine 5 yıl kala, Kureyşliler Kâbe'yi tekrar inşa etme kararı aldılar. Kâ'be'nin duvarları köhne-leşmiş ve çürümüştü. Sık sık meydana gelen sel ve su baskınları Kâ'be'yi çökme noktasına getirmişlerdi. Duvarları da alçak olup herhangi bir çatısı yoktu. Duvarların yapımına fazla özen gösterilmemiş; sadece taşlar üst üste konmuş, onların birbirini tutmaları için ne sıva, ne de başka bir madde kullanılmıştı. Kapısı çatlamıştı ve dökülmek üzere idi. Kâbe’ye adanan hediyelerden meydana gelen hazine de bir kuyuda saklı tutuluyordu. Bu kuyu Ka'be binasının içinde idi. Bazı haydut ve kötü niyetli kimseler duvarları atlayıp içeri girer ve hazinenin bir bölümünü çalarlardı.
Nitekim, Kâ'be'nin yeniden inşasından kısa bir müddet önce Beni Müleyh'e bağlı Duveyk adında bir köle Kâ'be'nin bazı mallarını çalmıştı. Duveyk bu malları kendisi çalmamışsa da hırsızlar bunları onun zimmetine vermişlerdi. Zira yoğun bir araştırmadan sora malların kendisinde bulunduğu sabit olmuştu.[19] Bu sebepten dolayıdır ki, Kureyşliler Ka'be için yüksek bir bina yapıp üstüne bir çatı çatmak istiyorlardı. O sıralarda, Bizanslı bir tüccarın gemisini denizin hırçın dalgalan kıyıya vurup parçalamıştı, İbn İshâk'a göre bu geminin parçaları Cidde limanına yayılmıştı. İbn Sâ'd'e göre ise bu parçalar Cidde'den önceki liman olan Şu'aybe'nin etrafında dağılmışlardı. Gemide Bâkûm isimli Bizanslı bir mimar vardı. Mekke'de de Neccar isimli bir Kıptî iyi tahta işleri yapardı. Geminin parçalandığına dair haberleri duyan Velid bin Muğire bazı Kureyşlilerle birlikte kaza yerine geldi ve bazı tahta parçalarını salın aldı. Buna ilâveten Bâkûm ile konuşup Kâ'be'nin inşası için çalışması konusunda anlaşma yaptı. Tahta işlerini bilen Neccar da inşaat işine alındı. Böylece Kâ'be'nin yeniden inşasına başlandı. İnşaatın başlamasından önce yapılan merasimde, Hz. Peygamber (a.s.)'in babasının dayısı olan Ebû Vehb bin Amr bin Aiz, Kâ'be'nin bir taşını söküp tekrar yerine koydu ve orada toplanan Kureyşlilere şöyle hitap etti: "Ey Kureyşliler bu mukaddes yapının inşasına, helâl gelirinizle katkıda bulunun. Dikkat edin, bu binanın yapımında zinadan, faizden veya bir kişinin başka bir kişiye yaptığı zulümden elde edilen gelir kullanılmasın." Başka bir rivâyete göre Ebu Vehb'in sözleri şöyle idi: "Bu, 'ın evinin inşaatında sakın gaddarlıkla, merhametsizlikle veya başkalarının size olan borçlarını kırparak elde ettiğiniz gelirlerinizi kullanmayın".[20] Ne var ki, Kureyşliler yeni binanın yapılması için Kâ'be'yi yıkmaktan çekiniyorlardı. Nihayet Velid bin Muğire kazmayı eline alıp, "ya Rab, biz senin dininden yüzümüzü çevirmedik ve kötü bir yola sapmadık.
Biz hayırdan başka bir şey istemiyoruz" (yani kötü bir niyetle Senin evini yıkmak istemiyoruz) dedi ve Kâbe'nin bir bölümüne bir darbe vurdu ve sonra elini çekti. Kureyşliler bütün gece Velid bin Muğire'ye bir afet gelip gelmeyeceğini merak içinde beklediler. Onlar, bir âfetin gelmesi halinde inşaat işini derhal durdurmaya ve sökülen taşları yerine koymaya karar vermişlerdi. Sabaha kadar Velid'e bir şey olmayınca, Kâ'be'nin yıkımına her taraftan başlandı. Çeşitli yıkım ekipleri, duvarları Hz. İbrahim (a.s.)'in koyduğu temele kadar yıktılar. Bundan sonra Mekke'nin bütün kabileleri taşlan toplayarak Kâ'be'nin inşaatına başladılar.[21] inşaat işi Hâcer-i Esved'in yerleştirilmesine kadar ilerleyince her kabile bu şerefin kendisine ait olması için uğraştı. Hâcer-i Esved'in yerleştirilmesi ile ilgili ihtilaf o kadar büyüdü ki, büyük bir çatışma çıkma ihtimali belirdi. Kavga dört-beş gün böyle devam etti. Nihayet, herkes bir gün Harem'de toplanarak meselenin hallini aramaya başladılar. Toplananlar arasında en yaşlı olan Ebû Ümeyye bin el-Muğire (Velid bin Muğire'nin ağabeyi) kendilerine şöyle bir öneride bulundu: "Ey Kureyşliler, anlaşmazlığınızın giderilmesinin bir yolu vardır. Eğer hepiniz ittifak ederseniz, yarın bu mukaddes ibadet yerinin kapısından girecek olan ilk şahıs hakemimiz olsun [22]o bu hususta ne derse kabul etmeliyiz". Bu öneriyi herkes beğendi ve ertesi günü beklemeye başladılar. 'ın hikmetine bakın ki, Kâ'be'nin kapısından ilk giren Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) oldu. Hz. Muhammed (a.s.)'i görenler haykırıverdi: "Bu emindir, biz razı olduk. Bu Muhammed (a.s.)'dir". Müsned-i Ahmed'in rivâyetine göre orada hazır bulunanlar şöyle dediler: "Size emin gelmiş oldu."
Rasûlullah (a.s.) ihtilâf ve anlaşmazlığın sebebinin ne olduğunu öğrenince orada hazır bulunanların bir çarşaf getirmelerini istedi. Çarşaf getirildi. Hz. Peygamber (a.s.) Hâcer-i Esved'i o çarşafın ortasına koyup çarşafı iyice sardı ve her kabilenin temsilcisinin bu çarşafın bir ucunu tutmasını ve kaldırmasını teklif etti. Orada hazır bulunanlar aynısını yaptılar. Hâcer-i Esved yerleştirilecek yere getirilince, Hz. Peygamber (a.s.) bunu kendi eliyle alıp oraya yerleştirdi.
Bu vak'a Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinden sadece beş yıl önce vuku bulmuştu. O sırada bütün Araplar ve Mekke'liler Hz. Muhammed (a.s.)'in "emin" olduğuna şehâdet etmişti. Bütün millet Hz. Peygamber (a.s.)'in ne kadar zeki ve akıllı olduğuna da tanık olmuştu. Zira kendisi, yüzlerce, belki de binlerce kişinin kanının akıtılmasına yol açabilecek tehlikeyi ve nazik bir meseleyi gayet kolayca ve herkesi tatmin edecek bir şekilde çözümlemişti. İbn Sâ'd'e göre Rasûlullah'ın akıl ve zekâsı, sadece bu olayda kendisini göstermemişti. Cahiliyye devrinde pek çok defa önemli kavga ve çatışmaları önlemişti ve kendisi birçok konuda isabetli kararlar vermişti.
PEYGAMBERLİKTEN ÖNCE HZ. MUHAMMED (A.S.)'İ YAKINDAN TANIYANLAR
Peygamberlikten önce Hz. Muhammed (a.s.)'i yakından tanıyan, bilen ve anlayanlar arasında başta aile efradı gelirdi. Mesela, Hz. Hatice (r.a.) ki kendisi 15 seneden beri O'nunla hayatını paylaşıyordu. Hz. Muhammed (a.s.)'i yakından tanıyan bir yakını da Hz. Ali (r.a.) idi, ki çocukluğundan beri kendisi yanında bulunmuştu. Üçüncü bir şahıs da Hz. Zeyd bin Hârise'ydi, ki anne-babasını bırakıp Hz. Muhammed (a.s.)'in yanında kalmayı tercih etmişti ve evlatlığı olma şerefine nail olmuştu. Başka bir kişi de Hz. Ümm-ü Eymen'dir ki kendisini çocukluğundan beri bakarak büyütmüş ve ailenin bir ferdi olarak her zaman yanında bulunmuştu. Hz. Muhammed (a.s.) O'nun hakkında şöyle derdi: "Öz annemden sonra en çok sevdiğim kişi Ümm-ü Eymen'dir". O'na "ümme" veya "anneciğim" olarak hitap ederdi. Ailenin bazı diğer fertleri de Hz. Peygamber (a.s.)'in yanında bulunma şerefine haizdiler.
Bunun dışında, bazı dost ve ahbabları da Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatını yakından izlemiş ve O'nu tanıma fırsatım bulmuşlardı. Bunların başında Hz. Ebu Bekr (r.a.) gelirdi. İbni Mende'nin İbni Abbas'a dayanarak naklettiği hadise göre Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr arasındaki dostluk, Hz. Peygamber (a.s.) 20 ve Hz. Ebu Bekr 18 yaşında iken başlamıştı. Gerçek şu ki, Cahiliyye dönemi Mekke'sinde tabiat, huy, alışkanlıklar, ahlâk, zevk ve meraklan birbirine bu kadar benzeyen başka iki arkadaş yoktu. Hz. Ebu Bekr Cahiliyye döneminin hatırı sayılır ve şöhreti her tarafa yayılmış zengin bir tüccarıydı. Mesleği ticaretti ve güzel ahlâkıyla herkesin gözdesi olmuştu. Cahiliyye devrinde de içkiye dokunmayan birkaç kişiden biri Hz. Ebu Bekr'di. Kureyş kabilesi, diyet işlerini Hz. Ebu Bekr'e bırakmıştı. Ebu Bekr hangi diyeti kabul ederse, bütün kabile bu diyeti kabul etmeye hazır olurdu. Ancak Ebu Bekr'in kabul etmediği diyet başkaları tarafından da zor tasdik edilirdi. Ebu Bekr'in aile şecereleri hakkındaki bilgisi çok genişti. Nüfuzu uzak yerlerdeki Araplara kadar uzanmıştı. Bunun bir örneğini burada verebiliriz. Mekke'de müslümanların hayatı çekilmez hale gelince hicrete karar verenler arasında Hz. Ebu Bekr (r.a.) de vardı. Bir-iki günlük yolculuktan sonra Hz. Ebu Bekr, Ehâbiş'in[23] reisi İbn-üd-Düğunne ile karşılaştı. İbn-üd Düğunne, Ebu Bekr (r.a.)'e nereye gittiğini sordu. Ebu Bekr, "milletim beni Mekke'den kovdu, bana çok eziyet etti, benim hayatımı çekilmez hale getirdi" diye cevap verdi. İbn-üd-Düğunne, kendisine şöyle dedi: ", hiç böyle şey olur mu? şahittir, sen cemiyetimizin medar-ı iftiharısın. Zorluk ve sıkıntı içinde olanlara yardım edersin, iyi işler yaparsın. Sen iyi ve dürüst bir insansın, fakir fukaranın yardımına koşarsın. Gel, ben sana emân vereyim (koruyayım)[24]." Daha sonra O'nu Mekke'ye geri götürüp herkese şu duyuruyu yaptı: "Ben İbni Ebu Kuhâfe'yi korumam altına almışımdır. Bundan böyle kimse O'na kötü bir niyetle bakmasın."
Hz. Peygamber (a.s.)'in yakın dostları arasında Hz. Suheyb bin Sinan-ı Rûmî de vardı. Suheyb, İran imparatorluğunun yönetiminde bulunan Musul yakınlarında bir bölgede yaşayan Beni Nemir bin Kâsit sülâlesindendi. Suheyb henüz çocukken Bizans ile İran imparatorlukları arasındaki bir savaş sırasında esir alınmış ve bir müddet Bizanslıların kölesi kaldıktan ve elden ele satıldıktan sonra Mekke'de Abdullah bin Cud'ân tarafından satın alınmıştı. İbni Cud'an, Hz. Ebu Bekr'in yakın akrabası olduğu için Ebu Bekr vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.) ile tanıştı ve sohbetlerinden etkilenerek sık sık O'nun yanında bulunmaya başladı. Hz. Suheyb'in mertebesi Hz. Peygamber (a.s.)'in ve diğer sahabelerin gözünde o kadar büyüktü ki; Hz. Ömer (r.a.) vefat etmeden önce, Şûrâ meclisi bir halife üzerinde ittifak etmediği sürece Hz. Suheyb'in Mescid-i Nebevi'de cemaate imamlık yapmasını vasiyet etti.
Hz. Peygamber (a.s.)'i yakından tanıyanlar arasında Hz. Ammâr bin Yâsir de vardı. Beyhakî kendisinin şu sözlerini nakletmiştir: "Hz. Peygamber ile Hz. Hatice arasındaki evlilik hakkında benden fazla bilgisi olan kimse yoktur. Ben Rasûlullah'ın nedimi, dostu ve yakınıyım." Hz. Ammâr ile Hz. Suheyb aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e biat edip müslüman olmuşlardı.
Bir dördüncü şahıs da Hakim bin Hizâm'dı. Kendisi Kureyş'in ileri gelen kabile reislerinden biriydi. Hacılara yemek yedirme vazifesi O'na aitti. Hz. Hatice'nin yeğeni olup Hz. Peygamber (a.s.)'den 5 yaş büyüktü. Müsned-i Ahmed'de yer alan Irak bin Mâlik'in hadisine göre Hakim, Hz. Peygamber (a.s.) hakkında şöyle derdi: "Cahiliyye devrinde Rasûlullah (a.s.) en çok beni severdi". Zübeyr bin Bekkâr'ın rivâyetine göre nübüvvetten sonra da Hz. Peygamber (a.s.) Hâkim'in aynı şekilde sevmeye devam etti. Fakat Hâkim, Mekke'nin fethinden sonra müslüman oldu.
Beşinci kişi Ezd-i Şenev'e kabilesine mensup olan Dımâd bin Sa'lebe idi. Dimâd tabib ve cerrah idi. İbn'ul-Berr'in "İsti'âb"ta belirttiği gibi, Dimâd, Cahiliyye'de Rasûlullah (a.s.)'ın yakın arkadaşlarından biriydi. Müsned-i Ahmed'de İbn Abbas'in hadisine göre, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik payesine yükseldikten sonra, Dimâd Mekke'ye geldiğinde, kendisine Rasûlullah (a.s.)'ın hâşâ çıldırdığı söylendi. Bunu duyunca doğru Rasûlullah (a.s.)'a vardı ve "derdiniz nedir, bana söyleyin, eğer hasta iseniz sizi tedavi edebilirim" dedi. Buna cevap olarak Hz. Peygamber (a.s.), artık en iyi hutbeleri arasında yer alan bir konuşma yaptı. Bunları duyunca Dimâd kendisine iman etti.
Bu zevâtın dışında da bazı kimseler akrabalık yüzünden Hz. Peygamber (a.s.)'in yaşantısını, karakterini ve ahlâkın: çok iyi biliyorlardı. Bunlar arasında Hz. Osman bin Affan (r.a.) vardı, ki Hz. Muhammed'in teyzesinin torunuydu. Hz. Zübeyr bin el-Avvam; ki teyzesi Hz. Safiyye'nin oğluydu. Hz. Peygamber (a.s.)'in annesi Amine'nin akrabaları olan Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas ve Hz. Umeyr bin Ebi Vakkas, Hz. Ebu Seleme (r.a.), ki Hz. Peygamber (a.s.)'in hem teyze oğlu hem süt kardeşiydi. Hz. Abdullah bin Cahş ki, Hz. Peygamber (a.s.)'in teyzesinin oğluydu. Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib, ki amca oğluydu.
Bu zevâtın çoğu İslâmiyet'i ilk kabul edenler arasında yer alıyorlar. Bu şahısların Hz. Muhammed (a.s.)'i peygamber olarak tanımaları ve kendisine iman etmeleri gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.)'in şahsiyeti, karakteri ve ahlâkına önceden hayran olmuşlardı ve Hz. Muhammed (a.s.) peygamberliğini ilân edince de çekinmeden O'nun getirdiği mesajı ve ilâhi kelâmı kabul ettiler. Bu iyi, dürüst ve temiz insanların Hz. Muhammed (a.s.)'e iman etmelerinin sebebinin sadece akrabalık, dostluk, arkadaşlık, şahsi sevgi ve bağlılıktan ileri geldiği söylenemez. Zira, sadece bu sebeplerden dolayı kimse dinini ve imanını değiştirmez.
HZ. PEYGAMBER (A.S.)'İN YÜZ HATLARI VE GÖRÜNTÜSÜ
Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinden önceki bölümümüze son vermeden önce yüz hatları ve görüntüsünden de söz etmemiz sanırız yerinde olacaktır. Zira, bir kişinin kişiliği ve karakterinin dış görünüşüyle çok yakın ilişkisi vardır. Sahih-i Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Nesai, Beyhaki, Hakim, Darekutni vs. gibi muteber hadis kitaplarında Hz. Ali, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Enes, Hz. Bera bin Azib, Hz. Cabir bin Semure, Hz. İbn Ömer, Hz. Abdullah bin Büsr, Hz. Hind binti Ebi Hale (Ebu Hale Hz. Hatice'nin ilk kocası idi) ve diğer bazı sahabe-yi kiram tarafından naklolunan rivayet ve hadislere dayanarak Hz. Peygamber (a.s.)'in çehreyi mübareki, siması, vücut yapısı, oturuşu, kalkışı, yürüyüşü ve davranışları hakkında topladığımız bilgileri aşağıya aktarıyoruz:
Hz. Peygamber (a.s.)'in boyu ne çok uzundu ne çok kısa, ortayı biraz aşıyordu. Öyle ki, bir mecliste ve toplantıda Hz. Peygamber (a.s.) boyuyla fark ediliyordu. Yüzü ne uzundu ne tamamıyla yuvarlak. Fakat yuvarlağa yakındı. Ten rengi ne buğdaydı, ne pembe, ne de bembeyaz. Aksine beyaz ile pembe arasında olup pırıl pırıldı. Başı büyüktü, göğsü büyük ve omuzları da hayli genişti. Vücudu atletikti ve şişman değildi. Mafsal ve ek yerleri gayet sağlamdı. Kolları kuvvetli ve dolgun olup bacakları da vücuduna uygundu. Kollarda ve bacaklarda hafif kıllar vardı. Vücudunun diğer yerleri tertemizdi. Göğüslerinden hafif kıllar bir çizgisi göbek çukuruna kadar iniyordu. Başında ve sakalında saçlar çok gür ve sıktı. Saçları ne zenciler gibi kıvırcıktı, ne dümdüz, yani hafif kıvırcıktılar. Ömrünün son günlerine kadar başındaki ve sakalındaki saçlardan topu topuna 20 tanesi beyazlaşmıştı, bunlar da saçlarına yağ sürmediği zamanlarda belli oluyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) saçlarını bazen kulaklarının yarısına, bazen kulak memelerine ve bazen da daha aşağıya kadar uzatırdı. Gözleri büyük ve çok güzeldi. Sürmeli olmadıkları zaman da sürmeli gibi gözüküyorlardı. Gözbebeklerinin etrafında ince kırmızı daireler vardı. Kirpikleri kalın ve uzundu. Kaşları birbirinden ayrı idi. Ağzı nispeten büyüktü. Büyük ağız, Arap'larda güzelliğin bir parçası sayılırdı ve küçük ağız veya çok ince dudaklar beğenilmezdi. Ayak topukları hafif olup el ve ayaklarındaki parmakları uzundu. Ayaklarının orta parmakları da baş parmaklarından hafifçe uzundular. El avuçları ve ayak tabanı dolgundular. Hz. Peygamber (a.s.)'e ilk kez bakan bir kimse hemen etkilenir ve biraz ürkerdi. Ama kendisiyle tanışıp samimi olunca O'nun ne kadar yumuşak huylu ve güzel ahlâklı olduğunu anlardı. Yürürken ayaklarını tam olarak basardı ve bir çukura inmek veya yokuşa çıkmakta olan bir kişi gibi yürüdüğü havasını veriyordu. Bir tarafa dikkatini çevirince tam çevirir, bir taraftan ilgisini keserken de tam keserdi. Yani aynı anda iki şeyle ilgilenmezdi. Gözlerini küçültüp bir kişiyi veya şeyi süzme ve başını bir tarafa çevirip boş boş bakma âdeti yoktu. Gülen bir yüzü vardı ve her zaman tebessüm ederdi. Kahkahalarla gülme alışkanlığı da yoktu. Gayet güçlü bir vücuda sahipti, kuvveti ve kudreti de yerinde idi. O kadar ki, bir defasında Kureyş'in en tanınmış güreşçilerinden Rükane, Hz. Peygamber (a.s.) ile güreşe tutuştu; sırtı kimse tarafından yere getirilmeyen bu pehlivan Rasûlullah (a.s.)'a yenik düştü. Bu güreşçi yerden kalkarak Hz. Peygamber (a.s.) ile tekrar güreşti ve tekrar yenildi. Hayretini saklamayarak, "Vallahi Muhammed, amma da güçlüsün, beni nasıl alt ettiğine hayret ediyorum?" dedi. Bu pehlivan demek istiyordu ki hiçbir beden çalışması yapmamış olan ve görünüşte kendisinden daha zayıf olan Hz. Peygamber (a.s.) kendisini nasıl oldu da iki defa üst üste yere indirdi? (Daha sonra bu güreşçi de müslüman oldu). Hz. Peygamber (a.s.)'in çocukluğuyla ilgili bir vak'a şöyledir. Bir defasında Abdullah bin Cud'ân'ın evinde verilen yemek sırasında Ebû Cehl, Hz. Peygamber (a.s.) ile kavgaya tutuştu, ikisi de aynı boyda idiler. Hz. Peygamber (a.s.), Ebû Cehl'i eliyle kaldırıp öyle yere attı ki bir dizi yaralandı ve bu yaranın izi ömür boyunca geçmedi, İbn Hişâm'ın ifadesine göre Bedir savaşı sırasında Ebû Cehl'in ölüsü aranırken Rasûlullah (a.s.), dizindeki yara izinden kimliğinin saptanması için arkadaşlarına emir verdi. Nitekim bu tarif üzerine ölüler arasından Ebû Cehl'in cesedi çıkarıldı. Hz. Peygamber (a. s.) işte o zaman, Ebû Cehl ile nasıl dövüştüklerini sahabelere anlattı.
Bu bilgi ve bulgular gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.) sadece güzel, yakışıklı ve yüksek ahlâklı bir insan değildi, aynı zamanda yiğitlik, cesaret ve kuvvetin de simgesiydi.
Moderatör tarafında düzenlendi: