İSLAMI YAŞAM,DA ÇOCUK - EBEVEYN DİYALOĞU
Sa'd bin Ebi Vakkas, ilk Müslümanlardandır.
Hem o kadar ileri derecede ilk Müslümanlardandır ki, aşere-i mübeşşere denen Cennetle müjdelenmiş on kişiden birisidir. İşte bu Sa'd bin Ebi Vakkas, İslama girdikten ve İslâm uğruna hayatını feda eder duruma geldikten sonra annesi ona iştirak etmiyor, eski dininde kalıyor.
Sa'd bin Ebi Vakkas ise İslâmla şerefleniyor.
Böylece aralarında bir uçurum meydana geliyor.
Oğul aşere-i mübeşşereden, fakat anne şirk karanlığında boğuluyor.
Keşke anne şirk karanlığında kalmakla yetinse de oğluna müdahale etmese bari.
Diyor ki:
"Oğlum, babanın dinini terketmekle beni aşiretin içinde o kadar mahcup ettin ki, sana sahip çıkacak durumum kalmadı. Çevremde 'Sa'd benim oğlum' diye iftiharla söyleyemiyorum, utanıyorum. Eğer 'Sa'd benim oğlum' desem çevremdekiler, 'O ne biçim oğul ki, atasının dinini terketmiş de yeni çıkan bir dine girmiş' diyecekler ve ben çevremde mahcup olacağım, bundan dolayı seninle iftihar edemiyorum."
Bugün de bazı anne-babaları görüyoruz, kendilerine göre bir çevre edinmişler ve o çevrede dinî hayat, İslâmî kıyafet, örf adet yok, tamamen Batı tipi bir anlayış, yaşayış var.
İşte bu aile bir bakıyor ki, kızı dinî kitaplar okumaya başlamış, dindar insanlarla teşrik-i mesai ediyor, yani yaratılış gayesinin farkına varmış ve "Ben bir Müslümanım, Müslüman gibi yaşamalıyım" diyerek tesettüre girmiş.
Oğlan da namaza başlamış, dinî hayata girmiş.
Bu anne-babalar aynı Sa'd bin Ebi Vakkas'ın annesinin durumu gibi bir durumla karşılaşıyorlar.
Anne-baba bu kızla ve oğlanla çevrelerine iftihar edemiyorlar.
Şimdi Sa'd bin Ebi Vakkas'ın olayına bakalım.
Birgün Sa'd bin Ebi Vakkas'a annesi geliyor, diyor ki: "Sen yep yeni bir dine girmekle beni çevremde mahcup ettin.
Ya bu girdiğin dini terkedersin, yine atanın dinine girersin, benim çevremle beraber olursun ya da ben bundan sonra yemek yemeyeceğim, su içmeyeceğim, üstelik çöle çıkıp güneşin karşısında duracağım, böylece iki günde öleceğim.
Bundan sonra da sana, 'Annesinin katili. Bir başka dine girdi, annesi de buna tahammül edemedi ve annesini öldürdü' diyecekler, haberin olsun" diyerek güneş altında açlık grevine başlıyor.
Cennetle müjdelenmiş olan Sa'd bin Ebi Vakkas'ın cevabı da çok sert ve net oluyor:
"Anne, sen çöle çık, yemek yeme, su içme, günlerce güneşin karşısında bekle.
Ve senin başındaki saçların adedince de ruhun olsun, hergün bir ruhun alınsın, senin ölümün bu kadar uzun ve zor olsun, ben yine de gönül verdiğim İslâmdan vazgeçmem."
Bu olay çok düşündürücü. Anne, oğlunun doğru yoldan çıkmasını istiyor.
Evlad da haklı olarak red cevabı veriyor.
Şimdi burada durum ne olacak?
Anne hakkı çok mühim.
Evladı da o kadar hakkı olan anneye, "Saçların kadar canın olsa, hergün birini alsalar, yine de ben girdiğim dinden vazgeçmem" diyerek, annesinin taksit taksit ölmesine geriden bigane, seyirci kalacağını haber veriyor.
Bu olay, bugün bazı anne-babalarla çocukları arasındaki münasebete çok benziyor. Bazı anne-babalar çocuklarının dini hayata girmelerini hazmedemiyorlar, vazgeçmelerini istiyorlar, çocuklar da aynı şekilde mukabele ederek red cevabı veriyorlar. Hatta karşılık vermekle kalmıyorlar, anne-babayı, "Siz niye namaz kılmıyorsunuz, niye islâmî hayata girmiyorsunuz" diye de suçluyorlar. Şimdi o olay bugünkü olaya benzediğine göre, o olaya getirilen çare de bugünkü olaylara çare olabilir.
Bu olay üzerine şu âyet-i kerime geliyor: "Eğer annen ya da baban seni yanlış yola teşvik etse, şirke girmeni istese sakın o anneye, babaya itaat etme." Onlar o yanlış yolda annelik babalık hakkını kullanamazlar. Âyet devam ediyor: "Ama sen de evlat olarak anne-babanın bu yanlış isteğini fırsat bilerek onlara kinci şekilde muhatap olma." Yanlışlarını haşin ve sert şekilde yüzlerine vurma. Ne kadar yanlış istekte bulunurlarsa bulunsunlar, sen dediklerini yapma, ama kalplerini, gönüllerini de kırma, münasip bir dille, güzel bir üslupla cevap ver.
Bu âyet-i kerimenin anne ve babalara ikazı şu: Annelik-babalık hakkını vesile ederek çocuklarınızı yanlış yola çağıramazsınız. Girdikleri dinî hayattan döndürmeye teşvikte bulunamazsınız.
Gençlere verdiği mesaj da şu: Cenab-ı Hak size lütfetmiş, imanla, İslâmla müşerref olmuşsunuz. İslâmî yaşama aşk ve şevkine kavuşmuşsunuz. Öyleyse siz de sizin kavuştuğunuz lûtfa, kereme kavuşamayan anne-babanıza karşı haşin bir tavır takınmayın, kinci şekilde muhatap olmayın.
Yine âyet meali: "Onlara yumuşak şekilde, kendinizi sevdirecek şekilde muhatap olun." Eğer siz doğru yoldaysanız, İslâmı yaşıyorsanız, sizde farklı bir olgunluk görülmeli, İslâmın farklılığı sizin tavrınızdan, olgunluğunuzdan belli olmalı ve o anne-baba sizin bu hareketinizden vicdanî bir muhasebeye girmelidir.
İslâmda aile mukaddestir. Çünkü aileyi anne-baba ve çocuklar teşkil eder. Aile hayatında anlaşma olursa o hayatın içinde İslâmî hayat da yaşanır. Aile içinde huzursuzluk olursa orada İslâmî hayat zorlaşır.
Anne-baba yaşlandıkça çocuklarından saygı ve hürmet bekler. Bugünün çocukları da yarının anne-babası olacaklarından onlar da çocuklarından saygı ve hürmet bekleyeceklerdir. Dolayısıyla zincirleme ailede saygı ve hürmet esastır.
Çocukların neden anne-babalara saygılı olmaları gerektiğini bildiren âyet-i kerimede buyuruluyor ki: "Çocuklara anne-babasına ikramda, ihsanda bulunmalarını itaat etmelerini emrettik."
Bunun gerekçesi şu: O anne onu dokuz ay karnında, iki sene de kucağında gezdirir. Ondan sonra da evleninceye kadar bütün zahmetini, meşakkatini çeker. Baba da onun masrafını çekip geçimini sağlar.
Madem ki anne-baba evladına bu kadar hizmet ediyor, bu kadar yardım ediyor, bu kadar sıkıntısını çekiyor. Günün birinde o anneyle baba çocuk durumuna düşüp yaşlanacak, ondan sonra da evlatlar, çocuk durumuna düşen anne-babalarına o borçlarını ödeyeceklerdir. Allah-u Azimüşşan başka âyet-i kerimede, "Allah'a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın ve anne-babaya ikramda, itaatte bulunun" buyuruyor.
Her iki taraf da çerçevesini, hudutlarını, haklarını bilmelidir. Anne-babayız diye çocuklarımızdan İslama aykırı bir istekte bulunmayalım. Eğer İslâma aykırı bir istekte bulunursak, çocuklar o isteği reddetme hakkına sahipler. Reddettiklerinden dolayı da bir mesuliyete, vebale girmezler. Çünkü, "Yaratana isyan olan yerde yaratılana itaat yoktur."
Yani bir kul bir başkasına bir emir verir de verdiği emir de Allah'a isyan olursa, o emir yerine hiçbir surette getirilemez. Çocuklarımıza Allah'a asi gelmeleri yolunda telkinde bulunursak, çocuklarımız o telkini reddederler, çünkü kulun emriyle Yaratana isyan edilemez. Bu yalnız anne-babanın çocuklarına ait isteklerinde değil, herhangi bir insanın herhangi bir insandan isteğine karşı da geçerlidir.
Bu reddin de âyette ölçüsü vardır. Evlatlara diyor ki: Anneniz anneniz, babanız da babanızdır. Ne kadar yanlış, hatalı yolda olsalar, ne kadar kıyafetleri değişik olsa, ne kadar kötü alışkanlıkları da olsa yine annedir, yine babadır. Yanlış isteklerine evet demeyin, reddedin, fakat dikkat edin, kinci bir şekilde, size olan şefkatlerini yok edici şekilde reddetmeyin.
Anne-baba konusu gerçekten de İslâmda mühim bir yer almaktadır. Çünkü aile hayati anne-babayla yaşanır.
İki genç, yaşlı ve hasta annelerine hizmet etmektedirler. Ancak hizmetlerini nöbetle yapıyorlar. Bu iki genç o kadar dindar ki, bir gece birisi annesine hizmet ediyor, diğeri sabaha kadar namaz kılıyor. Ertesi gece o namaz kılıyor, öbürü hizmet ediyor.
Bir gece yine hizmet sırası kendisine gelen evlat der ki: "Ağabeyi bugün anneme hizmet sırası bende, ama anneme bu gece sen hizmet etsen de ben namazıma devam etsem."
"Peki" der ağabeyi. Ve kardeşi o gece de namazına devam ederken yorulur, bir ara secdede uyuyakalır. Rüyasında bir de bakar ki, gökyüzünde bembeyaz bir köşk. Hemen uçar, köşke varır, kapıdan içeri girmek ister. Kapıdakiler derler ki:
"Dur, sen içeri giremezsin."
"Kim girecek ya, ben sabahlara kadar namaz kılıyorum, benim hakkım değil mi?"
"Hayır," derler, "sabahlara kadar namaz kılan giremez buraya. Buraya sabahlara kadar annesine hizmet edenler girer."
Tam o sırada genç gözlerini açar, hemen kalkar, doğru ağabeyinin yanına gider, der ki:
"Ağabey, nöbete ben geçeyim de sen namaz kıl."
Ağabeyinin cevabı şu olur:
"O köşkü görmeden önce gelseydin evet derdim de, köşkü gördükten sonra anneye hizmete kim olsa razı olur." Ve annesine hizmet nöbetini vermez, sabaha kadar nöbetini devam ettirir.
Bu olay bize şunu hatırlatıyor: Biri sabahlara kadar nafile namaz kılsâ, bir diğeri de hizmete muhtaç annesinin başında otursa, ona hizmet etse, onun yaptığı hizmet öbürüsünün nafile namazından daha ileridir.
Görülüyor ki, dinimiz anneye babaya itaati, hizmeti çok mukaddes bir vazife görmektedir. Ne var ki, anne-babalar, annesine babasına böyle itaati emreden dinin, çocuklar üzerindeki etkisini azaltmak istemesin, bindikleri dalı kesmesinler. Çocukların dinle alakasını kesmeye doğru bir meyilde bulunmasınlar. Çünkü kendilerine itaati emreden dindir. Din ile alakalarını keserlerse itaatla da alakalarını keserler. Hürmetten eser kalmaz. Buna sebep olan anne-babanın da kimseye diyeceği kalmaz.
Alıntı.
Sa'd bin Ebi Vakkas, ilk Müslümanlardandır.
Hem o kadar ileri derecede ilk Müslümanlardandır ki, aşere-i mübeşşere denen Cennetle müjdelenmiş on kişiden birisidir. İşte bu Sa'd bin Ebi Vakkas, İslama girdikten ve İslâm uğruna hayatını feda eder duruma geldikten sonra annesi ona iştirak etmiyor, eski dininde kalıyor.
Sa'd bin Ebi Vakkas ise İslâmla şerefleniyor.
Böylece aralarında bir uçurum meydana geliyor.
Oğul aşere-i mübeşşereden, fakat anne şirk karanlığında boğuluyor.
Keşke anne şirk karanlığında kalmakla yetinse de oğluna müdahale etmese bari.
Diyor ki:
"Oğlum, babanın dinini terketmekle beni aşiretin içinde o kadar mahcup ettin ki, sana sahip çıkacak durumum kalmadı. Çevremde 'Sa'd benim oğlum' diye iftiharla söyleyemiyorum, utanıyorum. Eğer 'Sa'd benim oğlum' desem çevremdekiler, 'O ne biçim oğul ki, atasının dinini terketmiş de yeni çıkan bir dine girmiş' diyecekler ve ben çevremde mahcup olacağım, bundan dolayı seninle iftihar edemiyorum."
Bugün de bazı anne-babaları görüyoruz, kendilerine göre bir çevre edinmişler ve o çevrede dinî hayat, İslâmî kıyafet, örf adet yok, tamamen Batı tipi bir anlayış, yaşayış var.
İşte bu aile bir bakıyor ki, kızı dinî kitaplar okumaya başlamış, dindar insanlarla teşrik-i mesai ediyor, yani yaratılış gayesinin farkına varmış ve "Ben bir Müslümanım, Müslüman gibi yaşamalıyım" diyerek tesettüre girmiş.
Oğlan da namaza başlamış, dinî hayata girmiş.
Bu anne-babalar aynı Sa'd bin Ebi Vakkas'ın annesinin durumu gibi bir durumla karşılaşıyorlar.
Anne-baba bu kızla ve oğlanla çevrelerine iftihar edemiyorlar.
Şimdi Sa'd bin Ebi Vakkas'ın olayına bakalım.
Birgün Sa'd bin Ebi Vakkas'a annesi geliyor, diyor ki: "Sen yep yeni bir dine girmekle beni çevremde mahcup ettin.
Ya bu girdiğin dini terkedersin, yine atanın dinine girersin, benim çevremle beraber olursun ya da ben bundan sonra yemek yemeyeceğim, su içmeyeceğim, üstelik çöle çıkıp güneşin karşısında duracağım, böylece iki günde öleceğim.
Bundan sonra da sana, 'Annesinin katili. Bir başka dine girdi, annesi de buna tahammül edemedi ve annesini öldürdü' diyecekler, haberin olsun" diyerek güneş altında açlık grevine başlıyor.
Cennetle müjdelenmiş olan Sa'd bin Ebi Vakkas'ın cevabı da çok sert ve net oluyor:
"Anne, sen çöle çık, yemek yeme, su içme, günlerce güneşin karşısında bekle.
Ve senin başındaki saçların adedince de ruhun olsun, hergün bir ruhun alınsın, senin ölümün bu kadar uzun ve zor olsun, ben yine de gönül verdiğim İslâmdan vazgeçmem."
Bu olay çok düşündürücü. Anne, oğlunun doğru yoldan çıkmasını istiyor.
Evlad da haklı olarak red cevabı veriyor.
Şimdi burada durum ne olacak?
Anne hakkı çok mühim.
Evladı da o kadar hakkı olan anneye, "Saçların kadar canın olsa, hergün birini alsalar, yine de ben girdiğim dinden vazgeçmem" diyerek, annesinin taksit taksit ölmesine geriden bigane, seyirci kalacağını haber veriyor.
Bu olay, bugün bazı anne-babalarla çocukları arasındaki münasebete çok benziyor. Bazı anne-babalar çocuklarının dini hayata girmelerini hazmedemiyorlar, vazgeçmelerini istiyorlar, çocuklar da aynı şekilde mukabele ederek red cevabı veriyorlar. Hatta karşılık vermekle kalmıyorlar, anne-babayı, "Siz niye namaz kılmıyorsunuz, niye islâmî hayata girmiyorsunuz" diye de suçluyorlar. Şimdi o olay bugünkü olaya benzediğine göre, o olaya getirilen çare de bugünkü olaylara çare olabilir.
Bu olay üzerine şu âyet-i kerime geliyor: "Eğer annen ya da baban seni yanlış yola teşvik etse, şirke girmeni istese sakın o anneye, babaya itaat etme." Onlar o yanlış yolda annelik babalık hakkını kullanamazlar. Âyet devam ediyor: "Ama sen de evlat olarak anne-babanın bu yanlış isteğini fırsat bilerek onlara kinci şekilde muhatap olma." Yanlışlarını haşin ve sert şekilde yüzlerine vurma. Ne kadar yanlış istekte bulunurlarsa bulunsunlar, sen dediklerini yapma, ama kalplerini, gönüllerini de kırma, münasip bir dille, güzel bir üslupla cevap ver.
Bu âyet-i kerimenin anne ve babalara ikazı şu: Annelik-babalık hakkını vesile ederek çocuklarınızı yanlış yola çağıramazsınız. Girdikleri dinî hayattan döndürmeye teşvikte bulunamazsınız.
Gençlere verdiği mesaj da şu: Cenab-ı Hak size lütfetmiş, imanla, İslâmla müşerref olmuşsunuz. İslâmî yaşama aşk ve şevkine kavuşmuşsunuz. Öyleyse siz de sizin kavuştuğunuz lûtfa, kereme kavuşamayan anne-babanıza karşı haşin bir tavır takınmayın, kinci şekilde muhatap olmayın.
Yine âyet meali: "Onlara yumuşak şekilde, kendinizi sevdirecek şekilde muhatap olun." Eğer siz doğru yoldaysanız, İslâmı yaşıyorsanız, sizde farklı bir olgunluk görülmeli, İslâmın farklılığı sizin tavrınızdan, olgunluğunuzdan belli olmalı ve o anne-baba sizin bu hareketinizden vicdanî bir muhasebeye girmelidir.
İslâmda aile mukaddestir. Çünkü aileyi anne-baba ve çocuklar teşkil eder. Aile hayatında anlaşma olursa o hayatın içinde İslâmî hayat da yaşanır. Aile içinde huzursuzluk olursa orada İslâmî hayat zorlaşır.
Anne-baba yaşlandıkça çocuklarından saygı ve hürmet bekler. Bugünün çocukları da yarının anne-babası olacaklarından onlar da çocuklarından saygı ve hürmet bekleyeceklerdir. Dolayısıyla zincirleme ailede saygı ve hürmet esastır.
Çocukların neden anne-babalara saygılı olmaları gerektiğini bildiren âyet-i kerimede buyuruluyor ki: "Çocuklara anne-babasına ikramda, ihsanda bulunmalarını itaat etmelerini emrettik."
Bunun gerekçesi şu: O anne onu dokuz ay karnında, iki sene de kucağında gezdirir. Ondan sonra da evleninceye kadar bütün zahmetini, meşakkatini çeker. Baba da onun masrafını çekip geçimini sağlar.
Madem ki anne-baba evladına bu kadar hizmet ediyor, bu kadar yardım ediyor, bu kadar sıkıntısını çekiyor. Günün birinde o anneyle baba çocuk durumuna düşüp yaşlanacak, ondan sonra da evlatlar, çocuk durumuna düşen anne-babalarına o borçlarını ödeyeceklerdir. Allah-u Azimüşşan başka âyet-i kerimede, "Allah'a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın ve anne-babaya ikramda, itaatte bulunun" buyuruyor.
Her iki taraf da çerçevesini, hudutlarını, haklarını bilmelidir. Anne-babayız diye çocuklarımızdan İslama aykırı bir istekte bulunmayalım. Eğer İslâma aykırı bir istekte bulunursak, çocuklar o isteği reddetme hakkına sahipler. Reddettiklerinden dolayı da bir mesuliyete, vebale girmezler. Çünkü, "Yaratana isyan olan yerde yaratılana itaat yoktur."
Yani bir kul bir başkasına bir emir verir de verdiği emir de Allah'a isyan olursa, o emir yerine hiçbir surette getirilemez. Çocuklarımıza Allah'a asi gelmeleri yolunda telkinde bulunursak, çocuklarımız o telkini reddederler, çünkü kulun emriyle Yaratana isyan edilemez. Bu yalnız anne-babanın çocuklarına ait isteklerinde değil, herhangi bir insanın herhangi bir insandan isteğine karşı da geçerlidir.
Bu reddin de âyette ölçüsü vardır. Evlatlara diyor ki: Anneniz anneniz, babanız da babanızdır. Ne kadar yanlış, hatalı yolda olsalar, ne kadar kıyafetleri değişik olsa, ne kadar kötü alışkanlıkları da olsa yine annedir, yine babadır. Yanlış isteklerine evet demeyin, reddedin, fakat dikkat edin, kinci bir şekilde, size olan şefkatlerini yok edici şekilde reddetmeyin.
Anne-baba konusu gerçekten de İslâmda mühim bir yer almaktadır. Çünkü aile hayati anne-babayla yaşanır.
İki genç, yaşlı ve hasta annelerine hizmet etmektedirler. Ancak hizmetlerini nöbetle yapıyorlar. Bu iki genç o kadar dindar ki, bir gece birisi annesine hizmet ediyor, diğeri sabaha kadar namaz kılıyor. Ertesi gece o namaz kılıyor, öbürü hizmet ediyor.
Bir gece yine hizmet sırası kendisine gelen evlat der ki: "Ağabeyi bugün anneme hizmet sırası bende, ama anneme bu gece sen hizmet etsen de ben namazıma devam etsem."
"Peki" der ağabeyi. Ve kardeşi o gece de namazına devam ederken yorulur, bir ara secdede uyuyakalır. Rüyasında bir de bakar ki, gökyüzünde bembeyaz bir köşk. Hemen uçar, köşke varır, kapıdan içeri girmek ister. Kapıdakiler derler ki:
"Dur, sen içeri giremezsin."
"Kim girecek ya, ben sabahlara kadar namaz kılıyorum, benim hakkım değil mi?"
"Hayır," derler, "sabahlara kadar namaz kılan giremez buraya. Buraya sabahlara kadar annesine hizmet edenler girer."
Tam o sırada genç gözlerini açar, hemen kalkar, doğru ağabeyinin yanına gider, der ki:
"Ağabey, nöbete ben geçeyim de sen namaz kıl."
Ağabeyinin cevabı şu olur:
"O köşkü görmeden önce gelseydin evet derdim de, köşkü gördükten sonra anneye hizmete kim olsa razı olur." Ve annesine hizmet nöbetini vermez, sabaha kadar nöbetini devam ettirir.
Bu olay bize şunu hatırlatıyor: Biri sabahlara kadar nafile namaz kılsâ, bir diğeri de hizmete muhtaç annesinin başında otursa, ona hizmet etse, onun yaptığı hizmet öbürüsünün nafile namazından daha ileridir.
Görülüyor ki, dinimiz anneye babaya itaati, hizmeti çok mukaddes bir vazife görmektedir. Ne var ki, anne-babalar, annesine babasına böyle itaati emreden dinin, çocuklar üzerindeki etkisini azaltmak istemesin, bindikleri dalı kesmesinler. Çocukların dinle alakasını kesmeye doğru bir meyilde bulunmasınlar. Çünkü kendilerine itaati emreden dindir. Din ile alakalarını keserlerse itaatla da alakalarını keserler. Hürmetten eser kalmaz. Buna sebep olan anne-babanın da kimseye diyeceği kalmaz.
Alıntı.