İSLAM KARDEŞLİĞİ
Müslümanlar olarak şunu bilelim ki kalplerin tevhidi olmadan fiillerin tevhidi olmaz. Öncelikle kalplerimizi birleştirmemiz lazım.
Kalplerimizdeki kini, gayzı, adaveti, burudeti birbirimize karşı olan o kötü düşünceleri, kötü niyetleri atmalıyız ve kalpte Allahu Teâlâ, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin emrettiği şekilde muhabbet tohumları ekmeliyiz.
Allahu Teâlâ’yı sevmeliyiz, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi sevmeliyiz ve müminler olarak birbirimizi sevmeliyiz.
Bütün kalplerde sevgi, muhabbet tevhidi olursa, müminler birbirlerini hakkıyla severse, o zaman fiillerimizde de tevhid olur.
Yani birlikte hareket ederiz.
Çünkü bir millet, bir toplum birlikte hareket edemiyorsa, o toplumun, o milletin akıbeti perişanlıktır.
İşte bugün müslümanların hâlinin olduğu gibi.
Onun için âlemlerin efendisi canımız, efendimiz, tek rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, bir hadis-i şerifte buyuruyor ki,
“Sizden hiçbiriniz müslüman kardeşini sevmedikçe gerçekten iman etmiş sayılmaz, (kamil bir mümin olamaz).”(Buhari, Müslim)
Demek ki mümin mümin kardeşini sevecek. Aralarında zaman zaman beşeriyet icabı hadiseler olabilir, ufak tefek tatsızlıklar olabilir.
Bunu kine, gayza, düşmanlığa dönüştürmemek lazım.
Hemen ondan vazgeçmek, tevbe etmek ve suçlu olan özür dilemek, suçsuz olan da affetmek durumundadır.
Affetmek büyük bir fazilettir.
Din kardeşinden özür dilemek de bir fazilettir.
Ama aslolan özür dileyecek işler yapmamaktır.
Ama madem ki zaman zaman özür dileyecek işler yapabiliyoruz, öyleyse fazilet, özür beyan etmek ve hakkını gasp ettiğimiz veya gönlünü kırdığımız veyahut da hakkında çeşit çeşit iftira, yalan, dedikodu yaptığımız kişiden özür dilemektir.
Başka bir hadis-i şerifte de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Bir mümin bir diğer mümin için bir kısmı diğer kısımlarını kuvvetlendiren bir bina gibidir.”(Müslim) buyuruyor.
O bina ki, nasıl onun tuğlaları, taşları üst üste geliyor, birbirine kuvvet veriyor, birbirine yaslanıyor ve bir bina meydana getiriyorlarsa, işte müminler de aynı bu binanın taşları gibidir, buyuruyor.
Güzel bir misalle âlemlerin efendisi İslam kardeşliğinin boyutunu bize gösteriyor.
Onlarca, binlerce malzemeyi, binlerce taşı toprağı bir tarafa yığsanız, kumu çimentoyu yığsanız, bunları bir meydanda toplasanız; yığın yığın yani binlerce bina kuracak kadar taş ve malzeme koysanız; eğer bunları konulması gereken yerlere koymazsanız, yani o tuğlaları o taşları üst üste dizmezseniz, o kumları, o çimentoyu birbirine katıp suya karıştırarak beton hâline getirmezseniz, malzemeleri yerli yerinde kullanmazsanız, keresteleri doğrayıp biçip kapı pencere yapmazsanız, o bina meydana gelmez.
O malzemeler ne kadar kaliteli olursa olsun, isterseniz birinci sınıf malzeme olsun hiçbir şey farketmez.
İşte müslümanlar da fert fert ne kadar kaliteli, ne kadar kıymetli olurlarsa olsunlar, ne kadar zeki, akıllı, çeşit çeşit kabiliyetlere sahip bulunurlarsa bulunsunlar teker teker bu kabiliyetler kısmî birer fayda sağlamakla beraber istenilen seviyede bir fayda sağlamaz.
Ancak müminler aynı o binanın malzemeleri gibi bir araya gelirler kendi aralarında bir cemaat oluştururlar ve bir toplum oluştururlar, kendi aralarında en üst seviyede kardeşliği tesis ederler yani birbirini severler, birbirine itaat ederler, birbirine yardım ederler ve birbirine yardım etmenin de ötesinde diğer gamlık yaparlar yani menfaat mevzu bahis olduğu zaman kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler, birbirleriyle sırdaş olurlar, gereken yerlere itaat ederler. İşte bu güzellikler birleştiği zaman, İslam’ın müminlerden istediği o muhteşem uhuvvet sarayı meydana gelir.
Biz bu malzemelere sahibiz. Kardeşliği en güzel şekilde oluşturmanın gerekleri bizim dinimizde var. Kur’an’da var, sünnette var, yaşadığımız geçmiş asırlarda örnekleri var.
Peki biz şimdi niçin uhuvveti oluşturamıyoruz? Niçin düşmanlar haline geldik? Niye bu haldeyiz? Niye düşmanlara, gayri müslimlere el açar hale geldik? Neden aramızdaki meseleleri kendimiz çözeceğimize gayri müslimler hakem oluyor? Bu ne rezalet, bu ne rüsvaylık!?
Sebep biziz. Biz Kur’an’dan, sünnetten, İslam’dan uzaklaştıkça böyle acınacak bir hale geldik. Yine Buhari’de geçen bir hadis-i şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, düşmanın eline bırakmaz.”
Bu hadis-i şerifin ışığında kendimize ve ümmetin hâline bir bakalım:
İşte, iki kere Körfez Savaşı oldu. Afganistan işgal edildi; Çeçenistan yakıldı, yıkıldı; Irak kafirlerin tasallutu altında, Filistin yıllardır zulüm, katliam ve işkence görüyor.
Peki buradaki müslümanlar ne haldedir? Allah Rasulü, “müslüman müslümanı himaye eder düşmanın eline bırakmaz, ona teslim etmez” buyuruyor. Halimiz ne? Irak’taki müslümanların hali ne, Filistin’deki müslümanların hali? Peki bunları düşmanların eline bırakmak şöyle dursun düşmanların elinde kalması için yardımcı olan müslümanlara ne demeli? Nereden nereye geldik?..
Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
“Kim bir müslüman kardeşinin hacetini giderirse Allah da onun hacetini giderir.” (Buhari, Müslim)
Bir müslümanın bir şeye ihtiyacı var şu veya bu sebeple o ihtiyacını gidermeye muktedir değil, ihtiyacını giderecek başka bir mümin hemen ona koşuyor, halini soruyor ve onun ihtiyacını gidermek için elindeki imkanları kullanıyor. Kişi böyle yaptığı zaman Allahu Teâlâ da onun ihtiyacını giderir, ona yardım eder. Bu hadisin devamında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Bir mümin bir müminin sıkıntısını giderirse, Allahu Teâlâ o müminin sıkıntısını giderir.” buyuruyor.
Herhangi bir sıkıntı... Bu sıkıntı maddî olabilir, manevî olabilir. Maddî sıkıntılar malum, bunları halletmesi de kolaydır. Bundan daha önemli olan manevî sıkıntılardır. Asıl onlara çözüm bulmaya gayret edilmelidir. Mesela mümin kişi herhangi bir meseleden dolayı bunalıma, strese girer. İşte siz o kişiye varıp onu teselli ederseniz, ona yardımcı olursanız onun bunalımını, stresini giderecek şekilde ona tesellilerde bulunursanız, siz de böyle bir durum düştüğünüz zaman Allahu Teâlâ da sizin sıkıntınızı giderir.
Dünyadaki sıkıntılarınızı giderdiği gibi Allahu Teâlâ ahiretteki sıkıntılarınızı da giderir. Oradaki sıkıntılar çok dehşetlidir.
Kıyametin dehşetini düşünün, o mahşeri düşünün! Orada emzikli kadın kucağındaki çocuğu atacak, baba evladına, evlat babasına, annesine yardımcı olamayacak. Herkes nefsî nefsî diye feryat edecek. Böyle bir durum dehşetli bir durum. İşte öyle bir zamanda sıkıntıya girmişiniz, mizanda amelleriniz tartılıyor, günah kefeniz baskın, ağır mı ağır, sevap kefeniz hep yukarda hafif geliyor. İşte o anda Allahu Teâlâ bu sıkıntınızı giderir.
Sırat üzerinde gidiyorsunuz, önünüzdekiler dökülüyor, arkanızdakiler dökülüyor cehenneme yuvarlanıyor, siz de ha düştünüz ha düşeceksiniz, önünüzdeki ışık kararmaya başlıyor. İşte, Allahu Teâlâ sizin o sıkıntılı anınızda önünüze bir nur verecek, sizin bu sıkıntınızı giderecek. Müslümanların bu dayanışması müslüman kardeşliğini pekiştiren güzelliklerdir. Bu güzellikler müminlerin sıkıntılarını hem bu dünyada hem de ukbada giderecek nurlar, yol gösterici meşalelerdir. Başka bir hadis-i şerifte,
“Bir müslüman diğer müslümanın bir kusurunu örterse Allah cc kıyamet gününde o kişinin kusurlarını örter(affeder).” (Ebu Davud) buyurulmaktadır.
Elbetteki kusurdan kusura fark var. Bir müslümanın yapmış olduğu kusur, hata, günah, herhangi yaptığı bir iş başka müslümanlara zarar veriyorsa veya başka müslümanlar ondan zarar görecekse, elbette ki onun o hata ve kusurunu setretmek gibi bir durum olamaz. Ancak bazı kusurlar vardır ki bu kusurlar şahsı ilgilendiriyor, sadece şahsına zarar veriyor, başka müslümanlara zarar vermiyor, topluma zarar vermiyor ise onun o kusurunu görsek, şahit olsak bile asla ve asla başka yerlerde bunu ifşâ etmemeliyiz. O bizim içimizde mestur, gizli kalmalıdır.
Bu sefer de kardeşlik vazifemizi, müslüman kardeşliği, din kardeşliği vazifemizi yerine getirecek başka bir vazife zuhur eder. O da ona gizlice nasihat etmektir. Emri bil maruf nehyi anil münker yapmaktır. O kötü fiilinden vazgeçirmek için ona yardımcı olmaktır.
Tefrika İslam’da çok mezmum bir fiildir. Onun için ayet-i kerimelerde hep bize tefrika çıkarmamak, fitne çıkarmamak emrediliyor ve geçmiş milletlerin tefrikalarından örnekler verilerek uyarılıyor.
Enfal Suresi 46. ayet-i kerimede Allah cc:
“Allah’a itaat ediniz, O’nun Rasûlüne itaat ediniz, sakın birbirinizle çekişmeyiniz, didişmeyiniz. Eğer öyle yaparsanız gücünüz gider, devletiniz gider. Ey müminler sabrediniz Allah celle sabredenlerle beraberdir.”
Başka bir ayet-i kerimede de
“Sakın ola ki ey müminler! Kendilerine açık açık deliller, Allah’ın ayetleri geldikten sonra tefrikaya, ayrılığa düşen ihtilafa düşen kişiler gibi olmayın”(Âl-i İmran 105) buyurmaktadır.
Yani sizden önceki ümmetler, Musa aleyhisselamın kavmi, İsa aleyhisselamın kavmi, yahudiler, hıristiyanlar kendilerine gelen o hak beyanatlar karşısında, beyyineler karşısında ihtilafa düştüler, tefrikaya düştüler ve neticede dinlerini tahrip ettiler, kitaplarını tahrif ettiler, şirk ve küfre düştüler helak olup gittiler. Öbür âlemdeki helakleri ise sürekli ve ebediyyen ateş. (Rabbim cümlemizi korusun.)
İşte Allahu Teâlâ, sakın onlar gibi olmayın ey müminler! Kitabınıza sarılın, sünnete sarılın! Çünkü kitap ve sünnet bizim iki ana kaynağımızdır. Onlardan ayrılan haktan ayrılmış olur. Onları birbirinden ayıran, ‘bize Kur’an yeter, sünnete ihtiyacımız yok’ diyen de İslam’dan uzaklaşmış olur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, “tefrika çıkaran bizden değildir” (Taberânî) buyuruyor. Bu da bir tefrikadır. Çünkü Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı pâkileri ve mübarek kelamları(hadis-i şerifler) Kur’an’ın arı duru, açık seçik bir tefsiridir. Sünnet-i seniyye olmadan Kur’an’ı anlamak, sünnet-i seniyye olmadan İslam’ı yaşamak asla ve asla mümkün değildir. Başka bir hadis-i şerifte de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
“Cemaat rahmettir tefrika azaptır, her kim cemaatten bir karış ayrılırsa İslamî bağlılığını kendisinden atmış” buyuruyor.
Akif de ne güzel söylemiş:
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Evet yüreklerimiz toplu olmalı, kalpte tevhidi, muhabbet tevhidini gerçekleştirmeliyiz ki fiillerimizde tevhid olsun, birlik ve beraberlik olsun
Rabbimiz, nasıl bir din kardeşi olmamızı istiyorsa bizi öylece din kardeşleri eylesin, Rabbimiz bizleri müslüman olarak yaşatsın, müslüman olarak öldürsün, müslüman olarak diriltsin.
Amin.
Müslümanlar olarak şunu bilelim ki kalplerin tevhidi olmadan fiillerin tevhidi olmaz. Öncelikle kalplerimizi birleştirmemiz lazım.
Kalplerimizdeki kini, gayzı, adaveti, burudeti birbirimize karşı olan o kötü düşünceleri, kötü niyetleri atmalıyız ve kalpte Allahu Teâlâ, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin emrettiği şekilde muhabbet tohumları ekmeliyiz.
Allahu Teâlâ’yı sevmeliyiz, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi sevmeliyiz ve müminler olarak birbirimizi sevmeliyiz.
Bütün kalplerde sevgi, muhabbet tevhidi olursa, müminler birbirlerini hakkıyla severse, o zaman fiillerimizde de tevhid olur.
Yani birlikte hareket ederiz.
Çünkü bir millet, bir toplum birlikte hareket edemiyorsa, o toplumun, o milletin akıbeti perişanlıktır.
İşte bugün müslümanların hâlinin olduğu gibi.
Onun için âlemlerin efendisi canımız, efendimiz, tek rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, bir hadis-i şerifte buyuruyor ki,
“Sizden hiçbiriniz müslüman kardeşini sevmedikçe gerçekten iman etmiş sayılmaz, (kamil bir mümin olamaz).”(Buhari, Müslim)
Demek ki mümin mümin kardeşini sevecek. Aralarında zaman zaman beşeriyet icabı hadiseler olabilir, ufak tefek tatsızlıklar olabilir.
Bunu kine, gayza, düşmanlığa dönüştürmemek lazım.
Hemen ondan vazgeçmek, tevbe etmek ve suçlu olan özür dilemek, suçsuz olan da affetmek durumundadır.
Affetmek büyük bir fazilettir.
Din kardeşinden özür dilemek de bir fazilettir.
Ama aslolan özür dileyecek işler yapmamaktır.
Ama madem ki zaman zaman özür dileyecek işler yapabiliyoruz, öyleyse fazilet, özür beyan etmek ve hakkını gasp ettiğimiz veya gönlünü kırdığımız veyahut da hakkında çeşit çeşit iftira, yalan, dedikodu yaptığımız kişiden özür dilemektir.
Başka bir hadis-i şerifte de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Bir mümin bir diğer mümin için bir kısmı diğer kısımlarını kuvvetlendiren bir bina gibidir.”(Müslim) buyuruyor.
O bina ki, nasıl onun tuğlaları, taşları üst üste geliyor, birbirine kuvvet veriyor, birbirine yaslanıyor ve bir bina meydana getiriyorlarsa, işte müminler de aynı bu binanın taşları gibidir, buyuruyor.
Güzel bir misalle âlemlerin efendisi İslam kardeşliğinin boyutunu bize gösteriyor.
Onlarca, binlerce malzemeyi, binlerce taşı toprağı bir tarafa yığsanız, kumu çimentoyu yığsanız, bunları bir meydanda toplasanız; yığın yığın yani binlerce bina kuracak kadar taş ve malzeme koysanız; eğer bunları konulması gereken yerlere koymazsanız, yani o tuğlaları o taşları üst üste dizmezseniz, o kumları, o çimentoyu birbirine katıp suya karıştırarak beton hâline getirmezseniz, malzemeleri yerli yerinde kullanmazsanız, keresteleri doğrayıp biçip kapı pencere yapmazsanız, o bina meydana gelmez.
O malzemeler ne kadar kaliteli olursa olsun, isterseniz birinci sınıf malzeme olsun hiçbir şey farketmez.
İşte müslümanlar da fert fert ne kadar kaliteli, ne kadar kıymetli olurlarsa olsunlar, ne kadar zeki, akıllı, çeşit çeşit kabiliyetlere sahip bulunurlarsa bulunsunlar teker teker bu kabiliyetler kısmî birer fayda sağlamakla beraber istenilen seviyede bir fayda sağlamaz.
Ancak müminler aynı o binanın malzemeleri gibi bir araya gelirler kendi aralarında bir cemaat oluştururlar ve bir toplum oluştururlar, kendi aralarında en üst seviyede kardeşliği tesis ederler yani birbirini severler, birbirine itaat ederler, birbirine yardım ederler ve birbirine yardım etmenin de ötesinde diğer gamlık yaparlar yani menfaat mevzu bahis olduğu zaman kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler, birbirleriyle sırdaş olurlar, gereken yerlere itaat ederler. İşte bu güzellikler birleştiği zaman, İslam’ın müminlerden istediği o muhteşem uhuvvet sarayı meydana gelir.
Biz bu malzemelere sahibiz. Kardeşliği en güzel şekilde oluşturmanın gerekleri bizim dinimizde var. Kur’an’da var, sünnette var, yaşadığımız geçmiş asırlarda örnekleri var.
Peki biz şimdi niçin uhuvveti oluşturamıyoruz? Niçin düşmanlar haline geldik? Niye bu haldeyiz? Niye düşmanlara, gayri müslimlere el açar hale geldik? Neden aramızdaki meseleleri kendimiz çözeceğimize gayri müslimler hakem oluyor? Bu ne rezalet, bu ne rüsvaylık!?
Sebep biziz. Biz Kur’an’dan, sünnetten, İslam’dan uzaklaştıkça böyle acınacak bir hale geldik. Yine Buhari’de geçen bir hadis-i şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, düşmanın eline bırakmaz.”
Bu hadis-i şerifin ışığında kendimize ve ümmetin hâline bir bakalım:
İşte, iki kere Körfez Savaşı oldu. Afganistan işgal edildi; Çeçenistan yakıldı, yıkıldı; Irak kafirlerin tasallutu altında, Filistin yıllardır zulüm, katliam ve işkence görüyor.
Peki buradaki müslümanlar ne haldedir? Allah Rasulü, “müslüman müslümanı himaye eder düşmanın eline bırakmaz, ona teslim etmez” buyuruyor. Halimiz ne? Irak’taki müslümanların hali ne, Filistin’deki müslümanların hali? Peki bunları düşmanların eline bırakmak şöyle dursun düşmanların elinde kalması için yardımcı olan müslümanlara ne demeli? Nereden nereye geldik?..
Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
“Kim bir müslüman kardeşinin hacetini giderirse Allah da onun hacetini giderir.” (Buhari, Müslim)
Bir müslümanın bir şeye ihtiyacı var şu veya bu sebeple o ihtiyacını gidermeye muktedir değil, ihtiyacını giderecek başka bir mümin hemen ona koşuyor, halini soruyor ve onun ihtiyacını gidermek için elindeki imkanları kullanıyor. Kişi böyle yaptığı zaman Allahu Teâlâ da onun ihtiyacını giderir, ona yardım eder. Bu hadisin devamında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Bir mümin bir müminin sıkıntısını giderirse, Allahu Teâlâ o müminin sıkıntısını giderir.” buyuruyor.
Herhangi bir sıkıntı... Bu sıkıntı maddî olabilir, manevî olabilir. Maddî sıkıntılar malum, bunları halletmesi de kolaydır. Bundan daha önemli olan manevî sıkıntılardır. Asıl onlara çözüm bulmaya gayret edilmelidir. Mesela mümin kişi herhangi bir meseleden dolayı bunalıma, strese girer. İşte siz o kişiye varıp onu teselli ederseniz, ona yardımcı olursanız onun bunalımını, stresini giderecek şekilde ona tesellilerde bulunursanız, siz de böyle bir durum düştüğünüz zaman Allahu Teâlâ da sizin sıkıntınızı giderir.
Dünyadaki sıkıntılarınızı giderdiği gibi Allahu Teâlâ ahiretteki sıkıntılarınızı da giderir. Oradaki sıkıntılar çok dehşetlidir.
Kıyametin dehşetini düşünün, o mahşeri düşünün! Orada emzikli kadın kucağındaki çocuğu atacak, baba evladına, evlat babasına, annesine yardımcı olamayacak. Herkes nefsî nefsî diye feryat edecek. Böyle bir durum dehşetli bir durum. İşte öyle bir zamanda sıkıntıya girmişiniz, mizanda amelleriniz tartılıyor, günah kefeniz baskın, ağır mı ağır, sevap kefeniz hep yukarda hafif geliyor. İşte o anda Allahu Teâlâ bu sıkıntınızı giderir.
Sırat üzerinde gidiyorsunuz, önünüzdekiler dökülüyor, arkanızdakiler dökülüyor cehenneme yuvarlanıyor, siz de ha düştünüz ha düşeceksiniz, önünüzdeki ışık kararmaya başlıyor. İşte, Allahu Teâlâ sizin o sıkıntılı anınızda önünüze bir nur verecek, sizin bu sıkıntınızı giderecek. Müslümanların bu dayanışması müslüman kardeşliğini pekiştiren güzelliklerdir. Bu güzellikler müminlerin sıkıntılarını hem bu dünyada hem de ukbada giderecek nurlar, yol gösterici meşalelerdir. Başka bir hadis-i şerifte,
“Bir müslüman diğer müslümanın bir kusurunu örterse Allah cc kıyamet gününde o kişinin kusurlarını örter(affeder).” (Ebu Davud) buyurulmaktadır.
Elbetteki kusurdan kusura fark var. Bir müslümanın yapmış olduğu kusur, hata, günah, herhangi yaptığı bir iş başka müslümanlara zarar veriyorsa veya başka müslümanlar ondan zarar görecekse, elbette ki onun o hata ve kusurunu setretmek gibi bir durum olamaz. Ancak bazı kusurlar vardır ki bu kusurlar şahsı ilgilendiriyor, sadece şahsına zarar veriyor, başka müslümanlara zarar vermiyor, topluma zarar vermiyor ise onun o kusurunu görsek, şahit olsak bile asla ve asla başka yerlerde bunu ifşâ etmemeliyiz. O bizim içimizde mestur, gizli kalmalıdır.
Bu sefer de kardeşlik vazifemizi, müslüman kardeşliği, din kardeşliği vazifemizi yerine getirecek başka bir vazife zuhur eder. O da ona gizlice nasihat etmektir. Emri bil maruf nehyi anil münker yapmaktır. O kötü fiilinden vazgeçirmek için ona yardımcı olmaktır.
Tefrika İslam’da çok mezmum bir fiildir. Onun için ayet-i kerimelerde hep bize tefrika çıkarmamak, fitne çıkarmamak emrediliyor ve geçmiş milletlerin tefrikalarından örnekler verilerek uyarılıyor.
Enfal Suresi 46. ayet-i kerimede Allah cc:
“Allah’a itaat ediniz, O’nun Rasûlüne itaat ediniz, sakın birbirinizle çekişmeyiniz, didişmeyiniz. Eğer öyle yaparsanız gücünüz gider, devletiniz gider. Ey müminler sabrediniz Allah celle sabredenlerle beraberdir.”
Başka bir ayet-i kerimede de
“Sakın ola ki ey müminler! Kendilerine açık açık deliller, Allah’ın ayetleri geldikten sonra tefrikaya, ayrılığa düşen ihtilafa düşen kişiler gibi olmayın”(Âl-i İmran 105) buyurmaktadır.
Yani sizden önceki ümmetler, Musa aleyhisselamın kavmi, İsa aleyhisselamın kavmi, yahudiler, hıristiyanlar kendilerine gelen o hak beyanatlar karşısında, beyyineler karşısında ihtilafa düştüler, tefrikaya düştüler ve neticede dinlerini tahrip ettiler, kitaplarını tahrif ettiler, şirk ve küfre düştüler helak olup gittiler. Öbür âlemdeki helakleri ise sürekli ve ebediyyen ateş. (Rabbim cümlemizi korusun.)
İşte Allahu Teâlâ, sakın onlar gibi olmayın ey müminler! Kitabınıza sarılın, sünnete sarılın! Çünkü kitap ve sünnet bizim iki ana kaynağımızdır. Onlardan ayrılan haktan ayrılmış olur. Onları birbirinden ayıran, ‘bize Kur’an yeter, sünnete ihtiyacımız yok’ diyen de İslam’dan uzaklaşmış olur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, “tefrika çıkaran bizden değildir” (Taberânî) buyuruyor. Bu da bir tefrikadır. Çünkü Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı pâkileri ve mübarek kelamları(hadis-i şerifler) Kur’an’ın arı duru, açık seçik bir tefsiridir. Sünnet-i seniyye olmadan Kur’an’ı anlamak, sünnet-i seniyye olmadan İslam’ı yaşamak asla ve asla mümkün değildir. Başka bir hadis-i şerifte de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
“Cemaat rahmettir tefrika azaptır, her kim cemaatten bir karış ayrılırsa İslamî bağlılığını kendisinden atmış” buyuruyor.
Akif de ne güzel söylemiş:
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Evet yüreklerimiz toplu olmalı, kalpte tevhidi, muhabbet tevhidini gerçekleştirmeliyiz ki fiillerimizde tevhid olsun, birlik ve beraberlik olsun
Rabbimiz, nasıl bir din kardeşi olmamızı istiyorsa bizi öylece din kardeşleri eylesin, Rabbimiz bizleri müslüman olarak yaşatsın, müslüman olarak öldürsün, müslüman olarak diriltsin.
Amin.