faruk islam
Özel Üye
İSLÂM İLE CAHİLİYYE ARASINDAKİ ÇEKİŞME
Dünyada insan hayatıyla ilgili herhangi bir yasa çıkarılması söz konusu olduğu zaman, işe ilk önce metafizik ya da doğaüstü sorunlarıyla başlamak gerekir. Hayat ile ilgili herhangi bir plân hazırlanması söz konusu olunca, insan hakkında ve insanın içinde yaşamakla olduğu evren hakkında kesin ve açık bilgi olmadıkça bir yere varılamaz. İnsanın bu dünyada nasıl yaşaması, nasıl davranması ve nasıl çalışması gerekliği sorusu, aslında "insan nedir? Bu evrende insanın yeri nedir? Bu kâinatın nizamı nasıl işlemektedir? Ve buna insan nasıl intibak etmelidir?" gibi sorularla yakından ilgilidir. Bu sorulara cevap olarak önerilecek her çözüm aynı zamanda bir ahlâk anlayışını da ortaya koyar. Bu ahlâk anlayışı daha sonra insan hayatının çeşitli yönlerini ve alanlarını oluşturur. Aynı kalıba göre bireysel karakterler, toplumsal ilişkiler ve davranışlar ve bunlarla ilgili kanunlar şekillenir ve nihayet, medeniyetin bütün bir binası bunun üzerine inşa edilir. Dünyada şimdiye değin ne kadar din, ideoloji ve düşünce akımı gelmiş ise, hepsi de kendi mizacına uygun temel bir felsefe ve ahlâk düzenini beraberinde getirmişlerdir. En küçük ayrıntılardan, en büyük teorilerine kadar, bir din, veya ideolojiyi başka birine üstün kılan işte bu temel felsefe, ahlâk düzeni ve kısacası, hayat nizamı olmuştur. Her hayat nizamnamesinin ruhu ve özü bu temel felsefe ve ahlâk anlayışıdır.
Hayatın İzahında Dört Ayrı Yaklaşım
Küçük ayrıntılara bakmazsak insan ve kâinat ile ilgili dört metafizik teori vardır. Dünyada mevcut bütün hayat yasa ve anayasaları bunlardan birini benimsemişlerdir. Bunlardan birincisine "Mutlak Cahiliyye" nazariyesi diyebiliriz; ki özetle şöyledir.
Mutlak Cahiliyye
Evrenin bütün düzeni bir rastlantı sonucu meydana gelmiştir. Bunun arkasında bir hikmet, bir anlam, bir amaç aramak boşunadır. Kâinat tesadüfen teşekkül etmiştir, tesadüfen işlemektedir ve tesadüfen son bulacaktır. Evrenin bir yaratıcısı veya başka bir deyimle, yoktur. varsa da insanlarla herhangi bir ilgisi yoktur. O'nun olmaması önemli değildir. İnsan da, diğer hayvanlar gibi bir yaratıktır, ki bir rastlantı sonucu bu dünyada doğmuştur. İnsanı kimin yarattığı, niçin yarattığıyla biz ilgilenmeyiz. Tek bildiğimiz, insanın bu dünyada bulunması bazı dilek ve istekleri için içgüdüsünün harekete geçmesi, bazı duyu, duygu, güç ve yeteneklere sahip olması ve bazı ihtiyaçlarını karşılamak için elindeki bütün imkânlarını kullanmasıdır. O halde, insanın, varoluşunun sebebi, tabiatının içgüdüsel isteklerini ve ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir şey değildir. Elindeki imkânlara gelince, bunların işi, hayvanî ihtiyaçlarını tatmin etmenin en iyi yollarını bulmasına yardımcı olmaktan başka bir şey değildir.
İnsandan üstün ve insanın ötesinde herhangi bir ilim kaynağı ve hidâyet pınarı yoktur. Dolayısıyla, bunlardan hayat kanunlarını düzenlemek için ilhâm alması söz konusu değildir. İnsan, kâinatta varolanlar ve çevresinde olup bitenleri ile içinde bulunduğu şartlar, ortam ve tarihle geçirdiği tecrübelerin ışığı altında kendisine bir hareket plânı hazırlamalıdır.
İnsanın tâbi olduğu herhangi bir ulvî saltanat ve hakimiyet gözle görülmüyor. Bu sebeple, insan doğaüstü ve insanüstü herhangi bir kimseye karşı bir sorumluluk taşımıyor. Tabiat itibarıyla hür ve bağımsızdır. Sorumluluğu varsa sırf kendisine aittir, ya da bağlı bulunduğu aileye, topluma ve devlete.
Ahiret diye bir şey yoktur. Dolayısıyla, öbür dünyada hesaplaşma da yoktur. Ne var ne yoksa bu dünyadadır. İnsanın yaptıklarının iyisi de kötüsü de bu dünyada kalacaktır. Bir şeyin doğru veya yanlış, faydalı veya zararlı olması burada yapılan hareket ve davranışlara bağlıdır ve bunların sonucunu herkes burada görecektir.
İnsanın "mutlak cahiliyye" keyfiyeti budur. Yani duyu ve duygularının esiri olduğu, bunların dışına çıkamadığı ve nefsinin tutsağı olduğu sürece işte böyle düşünür. Maddeciler ve dünyaperestler her çağda böyle düşünmüş, böyle hareket etmişlerdir. Bazı istisnalar dışında, krallar, hükümdarlar saraylarında dalkavukları, lider ve devlet adamları, dünyada ne pahasına olursa olsun, mutluluk ve refahın peşine koşanlar genellikle bu nazariyeyi benimsemişlerdir. Uygarlık ve kültürleri sık sık medhedilen ve kalkınma hamlelerine hayran kalınan çoğu milletlerin uygarlıklarının temeli bu felsefe üzerine kurulmuştur. Gerçi Batılıların hepsi 'sız ve âhiretin inkarcısı değildir ve ilmî açıdan hepsi maddeci ahlâkın esiri değillerdir. Fakat, bütün medeniyet ve kültürlerinin ruhu, bu 'ı ve ahireti inkâr eden zihniyet ve şehvani ahlâktır. Bu ruh, hayatlarının öyle ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir ki, ilim ve irfan sayesinde 'ın varlığını kabul etmiş, ahirete inanmış ve ahlâkî konularda maddeci bir yaklaşımdan kaçan kimseler bile, bilinçsizce gerçek yaşantılarında bir dinsiz ve maddeciden başka bir şey değillerdir. Çünkü bu insanların ilmî nazariyeleri, pratik hayatlarıyla uyum içinde değildir. Aynı durum geçmişteki "mutrafin" ('ı unutmuş olanlar) için de söz konusudur. Bağdat, Şam, Delhi ve Gırnata'nın mutrafları, müslüman oldukları için ile ahireti inkâr etmiyorlardı. Ama düşünce ve tutumları aynı doğrultudaydı. Bir bakıma 'a ve ahirete inanmazlardı. Ne kimseden hidâyet geliyordu, ne de öbür dünyada amel muhasebesi vardı. Her şey irade ve isteklerine bağlıydı. Ar¬zu ve isteklerini tatmin etmek için her türlü imkânları kullanmakta serbest idiler. Hayat felsefeleri şu mısra ile özetlenebilirdi:
Babür be'îş kuş ki âlem dubâre nist.
(Ey Babür, hayatını yemek, içmek ve mutlu olmakla geçir, çünkü bunun ötesinde başka bir dünya yoktur).
Yukarıda işaret edildiği gibi, bu nazariyenin ruhu maddeciliktir. Bu nazariye, ister kitaplarda yazılı kalsın, ister insanlara zihninde canlı dursun, önemli olan tamamıyla maddeci bir ahlâk düzeninin meydana gelmesine yardımcı olmasıdır. Aynı zihniyet bilim ve teknoloji, kültür, sanat ve edebiyata da sızmaktadır. Bununla sınırlı kalmayarak, bütün eğitim ve öğrenim sistemine dinsizlik zehrini şırınga etmektedir. Sonuç olarak, fertlerin şahsiyeti ve karakteri buna göre oluşmaktadır. İnsanın insan ile ilişkilerinin tümüne de düşünce sirayet etmektedir. Kanunlar, yasalar, kurallar buna göre yapılmaktadır. Böyle bir toplumda bencil, basit ve adî İnsanlar yetişmektedir. Bunlar sahtekâr, yalancı, dolandırıcı, katı yürekli, acımasız, kötü niyetli ve şeytan sıfatlı olmaktadırlar. Bütün toplumun yönetimi bunların elinde, devlet, hükümet ve liderlik de onların tasarrufunda olmakladır. İpini koparmış bu melek yüzlü şeytanlar, korkusu, ahiret endişesi, hesap verme kuşkusu olmayan bu canavarlar, kanlı dişlerini halkın boğazına geçirmişlerdir. Bu ahlâk ve namus kavramından yoksun olan insanların siyaseti Makyavel'in gösterdiği usûllere göre yürütülür. Bunların anayasa ve hukuk kitaplarında kaba kuvvetin adı "hak"; güçsüzlüğün, çaresizliğin adı "batıl"dır. Maddi herhangi bir engel olmadığı zaman, zulümlerine mani olacak herhangi bir şey yoktur. Bu zulüm, yurt içinde varlıklı ve güçlü sınıfın, güçsüz sınıfı baskı altında tutmak ve ezmek, yurtdışında da aşırı milliyetçilik, fütûhât, sömürgecilik ve başka milletlerin katliâmı şeklinde tezahür etmektedir.
Şirk Cahiliyyesi
İkinci metafizik teori "şirk"e dayanmaktadır, ki özetle şöyledir. "Kâinat kendi kendine kurulmamıştır, bunun bir yaratıcısı da vardır. Ama bu kainatta bir tek değil, birçok tanrı, tanrıça ve ilâh vardır".
Bu nazariye ve inancın herhangi bir bilimsel gerekçe veya açıklaması olmayıp sadece tahayyül ve tasavvura dayanması nedeniyle müşriklerin, müphem, meçhul ve muğlak olan tanrı fikirlerini, düşünülebilen, hissedilebilen ve elle tutulan somut nesneler ile bağlantı kurmak konusunda daima zorluk çekmiş, bizzat aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Bunlar karanlıkta dolaşan körler misali hangi şeye dokunmuşlarsa onlara tanrı demişlerdir. Bu sebeple, tanrı ve ilâhlarının sayıları zaman zaman artmış, zaman zaman azalmıştır. Melek, cin, ruhlar, uydular, güneş, ay, yıldız, ağaç, dağ, hayvan, nehir, ateş, hatta ölü ve canlı İnsanlar tanrıların listesine girmişlerdir. Bazı soyut kavramlar, örneğin aşk, güzellik, seks, yaratıcı güç, hastalık, savaş, mutluluk, mutsuzluk ve zenginlik vs. gibi şeyler de ilâh ilan edilmişlerdir. Bir takım hilkât-ı garibelere, hayalî karma hayvanlara ve canavarlara da bu "şeref" verilmiştir. Meselâ, aslan başlı insan, deniz kızı, yarı insan yarı balık, insan başlı kuş, birkaç başlı ejderha vs.
Müşrikler, mitolojinin etrafında öylesine akla hayale gelmeyen ağlar örmüş, öyle tılsımlar yaratmaya çalışmışlardır ki bunlara dalmak ve bunların içinden çıkmak bir meseledir. Her cahil topluluk; evham, endişe, korku, sevgi ve şehvani düşüncelerini pullar, heykeller ve tapınaklar ile mimari eserler halinde ortaya koymuştur. Birçok tanrının yanında en güçlü ve en büyük tanrı fikrinin varolduğu milletlerde ise, Tanrısal düzen tıpkı bir dünya devletine benzetilmiştir. Örneğin, bunlarda en büyük tanrı bir hükümdar veya imparator gibidir. Diğer tanrılar ise onun vezir, nedim, yardımcı, komutan ve hizmetçisi gibidirler. İnsan bu hükümdar ve krala ulaşamaz. Onun için, işlerini o büyük krala tabi olan diğer tanrılar yaparlar. Büyük bir tanrı fikri bulunmayan milletlerde ise, tanrısal görev ve yetkiler keyfi olarak çeşitli tanrılar arasında dağıtılmıştır.
Mutlak cahiliyye gibi bu cahiliyye nazariyesi de insanın doğuşundan beri süregelmektedir ve cehaletin en kötüsünü simgelemektedir. Gerçi peygamberlerin vaaz ve telkinleri sayesinde insan soyunun bir bölümü birçok tanrı yerine "bir tek " fikrini kabul ettiler. Fakat, şirkin yeni bir biçimini de benimsediler. Peygamberlerin talimatını doğru anlamayan ya da kasıtlı olarak saptıran ümmetler bizzat peygamberlerine tapmaya başladılar. Bunlar ayrıca evliya, şehid, salih, kutup, abdal, derviş, ulema, şeyh ve diğer bazı din adamlarını tanrı ve ilâh derecesine çıkardılar. Cahil kafalar, müşriklerin tanrılarını bırakıp 'a yakın olarak bilinen bu kişileri tanrı yaptılar. Halbuki bu ermiş kişi ve din adamlarının çoğu ömürleri boyunca şirke karşı mücadele etmiş ve "tek "a itaat edilmesini sağlamaya çalışmışlardı. Bir yandan, kâfir ve müşriklerin putlara tapmaları yerine; mezarlara ziyaret, tekkelerde âyin, evliyaların mezarlarında dilek ve istekte bulunulmaya, mezarlara hediye sunulmaya, kurban kesilmeye, festivaller ve gösterişli, danslı, müzikli yürüyüşler yapılmaya başlandı. Bir yandan da, herhangi bir ilmî tetkik yapılmadan ve bilimsel gerekçe gösterilmeden, putperestlerin mitolojisine benzer, evliya, derviş ve şeyhlerin hayatı, ölümü, Mu'cize ve kerametleri, gaipten bilgileri ve geleceği görmeleri konusunda hikâye ve uydurma destanlar yaratıldı. Bu arada, 'a varma, istimdat, manevî feyz ve ruhani bilgi gibi kavramların kisvesi altında kulların ile olan ilişkileri kesildi ve bu "ermiş kişiler" birer aracı haline geldiler. Tıpkı müşrikler gibi, en büyük Hâkim olan 'a varmak imkansızlaştı. İnsanlarla ilgili bütün meseleler daha düşük düzeyde tanrılar derecesindeki bu evliyalara bırakıldı. Fark sadece şu idi. Müşrikler çeşitli tanrıları olduğunu açıkça ifade ediyorlardı, bunlar ise aynı mevki ve sıfatları evliya, kutup, abdal ve derviş adındaki kişilere verdiler.
Bu ikinci çeşit cahiliyye, tarih sürecinde daima birinci çeşit cahiliyye ile, yani "Mutlak Cahiliyye" ile işbirliği halinde bulunmuştur. Eski çağlarda, Babil'de, Mısır'da, Hindistan'da, İran'da, Yunanistan'da ve Roma İmparatorluğunda bu iki cahiliyye medeniyet ve kültürün birer parçası haline gelmiş, hatta birbirini tamamlayan unsurlar olmuşlardı. Bugün Japonya'da bu iki cahiliyye yan yanadır. İki cahiliyye arasında yakın ilişki ve işbirliğinin çeşitli sebepleri vardır. Ben burada bunlardan bazılarına işaret edeceğim:
a) "Şirk Cahiliyyesi"nde İnsanlar ile tanrı ve ilâhlar arasında pek yakın bir ilişki olmuyor. İnsanlar, bu tanrıların üstün kabiliyetli, üstün zekâlı ve eşsiz güç ve yetkilere sahip olduğunu sanarak bunlara itaat ediyor ve dünya işlerinde çeşitli amaçlarına ulaşabilmek için kendilerinden dilek ve istekte bulunuyorlar. Yani ikisi arasında doğrudan bir ilişki veya yakınlık olmuyor ve İnsanlar sadece ihtiyaç duydukları zaman tanrılarına başvuruyorlar. Böyle bir zayıf ilişkiden herhangi bir ahlâkî hidayet ve bir hayat nizamnamesi beklemek abestir. Böyle bir şey, gerçekten tanrı olan birisinden beklenebilir. Halbuki bunlar insanın yaptığı ve yarattığı ilâhlardır. Ortada gerçek bir tanrı olmadığı için, İnsanlar mecburen kendi kafalarına göre bir hayat düzeni, bir ahlâk nazariyesi, bir medeniyet ve kültür felsefesi geliştirirler. Neticede, "Mutlak Cahiliyye"nin yöntemine başvurulur, aynı yol takip edilir. Bundan dolayıdır ki, Mutlak Cahiliyye ile Müşrik Cahiliyye'nin kültürü arasındaki fark fazla değildir. Yani birisinde tapınak, mâbed ve ibadet yerlerinde ibadet ve âyinler yapılırken diğerinde ibadet ve âyinler için ayrı yerler bulunmuyor. Ama ahlâk anlayışı ile ameller arasında herhangi bir fark yoktur. Eski Yunan ve Hıristiyanlık'tan önceki Roma ile bugünkü Avrupa ve Amerika'nın ahlâk anlayışı aynıdır.
"Şirk Cahiliyyesi", bilim ve teknoloji, felsefe ve edebiyat, siyasal bilgiler ve iktisât vs. için herhangi bir kalıcı ve istikrarlı temel sağlamıyor. Bu sebeple, eğitim ve öğrenim alanında da müşrikler, "Mutlak Cahiliyye"nin yolunu tutarlar. Müşrikler toplumun bütün zihnî gelişmesi Mutlak Cahiliyyenin çizgisi üzerinde olur. Aradaki fark sadece şudur. Müşriklerin hayal gücü, batıl fikirleri ve hurafeleri aşırı derecede gelişmiştir. Dinsiz ve Allahsızlar ise, biraz pratik zihniyete sahip oldukları için salt mitoloji ve karmaşık felsefe ile ilgilenmezler. Ne var ki, bu dinsizler, tanrısı olmayan kâinat bilmecesini çözmeye koyulunca bahisleri ve delilleri de aynı derecede hayal mahsulü ve saçma sapan olur. Demek ki, eğilim ve öğrenim ile kültür açısından "Müşrik Cahiliyye" ile "Mutlak Cahiliyye" arasında temel bir fark yoktur. Bunun en bariz delili bugünkü Batı'nın eski Roma ile Yunanistan'a karşı olan hayranlığı ve duyduğa yakınlığıdır. O kadar ki, bugünkü Avrupa kendisini eski Roma ve Yunanistan'ın mirasçısı sayar.
Müşrik cemiyet, Mutlak Cahiliyye'nin geliştirdiği ya da kabul ettiği bütün medeniyet kural ve kanunlarını kabul etmeye tamamıyla hazır durumdadır. Gerçi toplumun gelişmesi konusunda Müşrik ve Mutlak cahiliyyeler arasında bazı farklar vardır ve bu konuda ikisinin yaklaşımı biraz değişiktir. Fakat özde bunlar yine birleşmektedirler. Örneğin, müşriklerin memleketinde tanrıya bir kral gözüyle bakılır ya da kral tanrı olur. Buna bağlı olarak bazı ruhani lider ve din adamları daha düşük düzeydeki tanrı ve tanrıçaları oluşturur. Rahip ve keşişlere büyük imtiyazlar tanınır. Kraliyet ailesi ve ruhban sınıfının birleşmesi ve işbirliğiyle halk üzerinde hakimiyet kurulur. Ailelerin aileler, sınıfların sınıflar üzerindeki egemenliği tanınmış bir kural ve bir gerçek olarak kabul edilir. Böylece, cahil halkın üstüne dini hegemonya kurulup zulüm ve baskılara kapılar açık bırakılır. Buna karşılık, "Mutlak Cahiliyye" toplumunda bu gibi menfilikler ve kötülükler ırkçılık, aşırı milliyetçilik, emperyalizm, diktatörlük, kapitalizm, komünizm, sınıf mücadelesi ve sömürü şeklinde kendilerini gösterirler. Fakat öz olarak aynıdır. Her iki nazariye de insana insanın baskı ve zulmü, insanlığı parçalama ve bölme, hemcinsleri birbirinin düşmanı haline getirme konusunda aynı düzeydedirler