bedirhan.
Aktif Üyemiz
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
76-İNSAN:
"Geldi."
HEL ; soru edatlarından olmakla beraber bazan "Bu bir insandan başka bir şey değil."(Enbiya, 21/3)de olduğu gibi (değil) mânâsında olumsuzluk edatı; bazan da burada olduğu gibi mânâsında olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanılır.
Tefsirciler bu kelimenin burada ve "Kaplayıp örten kıyametin haberi sana geldi."(Ğaşiye, 88/1) âyetinde mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki türlü izahı vardır:
BİRİSİ, "hel" aslında mânâsına bir şeyin gerçekleştiğini veya olmasının yaklaştığını ifade etmek için kullanılır ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaştı, geldi" demek olur.
BİRİSİ de, ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" şeklinde sorularak" geldi, geldi ya" diye aynı mânâyı ifade etmesidir. Bununla insan yaratılışının, kâinatın yaratılış tarihinden sonra olduğu kesin bir ifade ile anlatılmıştır ki sonra da bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle olgunlaştırılarak başlangıç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük sırrını alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasıyle ileri doğru, daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin başında geçtiği üzere imtihan ve bela ile deneme meydanına sevkedildiği anlatılacak ve şükrünü bilmeyip bu görevden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, şükrünü bilip görevlerini yapan iyi kulların temiz ruhları, çalışma şekilleri ve bunun meyvesi olarak ahirette elde ettikleri hayatın zevkleri anlatılacaktır.
İnsan üzerine. Burada insandan maksadın Âdem veya Âdem oğulları olduğunu söyleyen görüşler varsa da, açık olan bunun Âdem'i ve Âdem oğullarının hepsini kapsayan insan cinsi olmasıdır ve bu hüküm Âdem oğlunun her ferdi hakkında doğrudur. Dehirden bir süre.
DEHR, Câsiye sûresinde de geçtiği gibi Ragıb'ın açıklamasına göre asıl mânâsı, âlemin var oluşunun başlangıcından son bulmasına kadar bütün süre, yani zamanın tamamı demektir. Burada da bu mânâyadır. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir. "Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman, zincir ve serilerinin toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan dolayı Fıkıh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz hallerindeki mânâlarının en azını belirlemek hususunda ashabın ve müctehitlerin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam belirsiz olarak kullanılan dehr kelimesinin en az mânâsının ne olduğunu tayin hususunda duraklamış "bilmem" demiştir.
HÎN, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Zamanın tamamı için kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına denilir.
Buradaki hin kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile insanın yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla beraber insan açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra yaratılmıştır.
Alemin yaratılışı ile başlayan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki sınırla sınırlanmış bir süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre içerisinde insan anılır (bu nam ile tanınır) bir şey olmamıştır". Bu cümle insanın halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil, anılan bir şey olmamıştır.
MEZKÛR, hem esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asıl maksat, sadece insan lafzının söylenmesi değil, bununla anlatılmak istenen mânâ olduğu için ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiş olması akla daha uygundur. Bununla beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adıyla anılan, anlaşılan, insan diye düşünülen bir şey olmamış, bu gün insan adıyla zihnen göz önüne getirilip anlatılan cins var olmamıştı, ancak insan ünvanı ile tanınmayan bir şey olmuştu. Başlangıçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra onlardan aşama aşama yaratılıp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar "çamur hülasası"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakın maddesi olan meniye doğru yavaş yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey olmuş, fakat insan diye anılan şey olmamıştı. Gerçekte insanın her ferdi gibi cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır. Hem dehrin başlangıcından, âlemin yaratılışından çok sonra var olmuştur. Niçin öyle olmuş da daha evvel olmamış?
2. Çünkü biz insanı şöyle yarattık: Yani, o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basit ve sınırlı birmertebede boş ve mânâsız olarak kalmak için de yaratılmadı. Şu şekilde yaratıldı bir nutfeden. Rağıb'ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı gibi sayılmıştır. Fakat Kıyâme sûresinin sonunda da geçtiği gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden bu nutfe."(Kıyâmet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduğu ifade edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere "Suyun hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde de bir bütünün her parçası kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından" buyrulmamış, bir parçası kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş olmasından çocuğun meydana geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün meni değil, onun bir parçasından ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının görünen mânâsı, Âdem'in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder.
Ancak şu var ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını gerektirir. "hülasadan"(Müminun, 23/12), "çamurdan"(En'âm, 6/2) âyetlerinden maksat da bu olmalıdır. Gerçi "Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) âyeti ile Âdem'in bundan istisna edilmiş olduğu neticesine varılabilir. Fakat "Çamur hülasasından"(Müminun, 23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da oluverdi."(Âl-i İmran, 3/59) gibi diğer âyetler topraktan ve çamurdan yaratılışın başlangıç itibariyle olduğunu gösterdiği gibi, "sizi çamurdan yarattı"(En'âm, 6/2), "sizi topraktan yarattı"(Rum, 30/20) gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de başlangıç bakımından bunların bütün insanlar hakkında doğru olduğunu anlattığından Âdem'in insandan gelmeyen bir nutfeden yaratılmış olmasıyla çelişkili olmayacağı cihetle "Allah insanı, ateşle pişmiş gibi kupkuru bir çamurdan yarattı."(Rahmân, 55/14) âyetinde olduğu gibi burada da cinsin başlangıcı şeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden hiçbir insanın istisna edilmemesi daha açıktır.
Fakat o nasıl bir nutfe? "karışık"
EMŞÂC: Nutfeye sıfat yapılan bu kelimenin, bir şeyi bir şeye karıştırmak mânâsında olan "meşc" kökünden olduğu belli. Ancak bunun tekil veya çoğul olduğunda ihtilaf edilmiştir. Zemahşerî, tekil olan nutfe kelimesine sıfat olduğu için "on parça olmuş çömlek", "yırtılmış aba" tabirleri gibi tekil lafızlardan olmasını tercih etmiştir. Ve "nutfetin emşâcin" denilmesiyle "nutfetin meşcin" denilmesi arasında fark olmadığını, burada "meşc" kelimesinin çoğul olmasının sahih olmayıp ikisinin de birbirine karışmış iki şey gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Fakat "emşâc" lafzında açıkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, şehid-eşhad kelimelerinde olduğu gibi çoğul olmasıdır ki tekili sebeb kalıbında meşec, ketif kalıbından mesic, şehid kalıbında meşictir. Bu nedenle tefsircilerin çoğu bunu ahlât yani karışık şeyler diye yorumlamışlardır. Bu durumda bu kelimenin tekil bir kelimeye sıfat olması "zât-i emşacin" şeklinde takdir edilerek "karışık şeyleri olan" yahut "karışık şeylerden ibaret, yani "herbiri karışık cüzlerden meydana gelmiş karışımlar toplamı olan nutfe" demek olması itibariyledir.
"Emşâc" kelimesinin tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleşip karıştığı düşünülen bir karışım; çoğul olması halinde ise, cüzlerinden her biri başka bir karışım olan farklı karışımların birbirine karıştırılmış olduğu düşünülen katmerli karışım demek olur.
Gerçekte ahlat, karışık demek olan "halat" kelimesinin çoğuludur. Farklı unsurların karışımıyla meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karıştığından dolayı "mizac" dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karışık kimyasal bileşimlere ahlat denilir.
Şu halde nutfenin karışımı nedir?
Kuşkusuz bu, nutfenin tam bir analizi yapılarak bilinebilecek bir şeydir. Bunun tamamını ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karışık" mânâsına anlayanların çoğu, nutfenin rahimde kadın menisiyle karışması yani döllenme hali olarak kabul etmişlerdir. Fakat nutfe o vakit embriyon adını aldığı için "emşâc" vasfının onda daha önce bulunmuş olacağı açıktır. Bazıları da kan ve benzeri karışımlar demişlerdir.
Bu kelimenin mânâsı ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasında ikisi dikkate değerdir:
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
76-İNSAN:
"Geldi."
HEL ; soru edatlarından olmakla beraber bazan "Bu bir insandan başka bir şey değil."(Enbiya, 21/3)de olduğu gibi (değil) mânâsında olumsuzluk edatı; bazan da burada olduğu gibi mânâsında olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanılır.
Tefsirciler bu kelimenin burada ve "Kaplayıp örten kıyametin haberi sana geldi."(Ğaşiye, 88/1) âyetinde mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki türlü izahı vardır:
BİRİSİ, "hel" aslında mânâsına bir şeyin gerçekleştiğini veya olmasının yaklaştığını ifade etmek için kullanılır ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaştı, geldi" demek olur.
BİRİSİ de, ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" şeklinde sorularak" geldi, geldi ya" diye aynı mânâyı ifade etmesidir. Bununla insan yaratılışının, kâinatın yaratılış tarihinden sonra olduğu kesin bir ifade ile anlatılmıştır ki sonra da bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle olgunlaştırılarak başlangıç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük sırrını alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasıyle ileri doğru, daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin başında geçtiği üzere imtihan ve bela ile deneme meydanına sevkedildiği anlatılacak ve şükrünü bilmeyip bu görevden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, şükrünü bilip görevlerini yapan iyi kulların temiz ruhları, çalışma şekilleri ve bunun meyvesi olarak ahirette elde ettikleri hayatın zevkleri anlatılacaktır.
İnsan üzerine. Burada insandan maksadın Âdem veya Âdem oğulları olduğunu söyleyen görüşler varsa da, açık olan bunun Âdem'i ve Âdem oğullarının hepsini kapsayan insan cinsi olmasıdır ve bu hüküm Âdem oğlunun her ferdi hakkında doğrudur. Dehirden bir süre.
DEHR, Câsiye sûresinde de geçtiği gibi Ragıb'ın açıklamasına göre asıl mânâsı, âlemin var oluşunun başlangıcından son bulmasına kadar bütün süre, yani zamanın tamamı demektir. Burada da bu mânâyadır. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir. "Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman, zincir ve serilerinin toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan dolayı Fıkıh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz hallerindeki mânâlarının en azını belirlemek hususunda ashabın ve müctehitlerin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam belirsiz olarak kullanılan dehr kelimesinin en az mânâsının ne olduğunu tayin hususunda duraklamış "bilmem" demiştir.
HÎN, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Zamanın tamamı için kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına denilir.
Buradaki hin kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile insanın yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla beraber insan açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra yaratılmıştır.
Alemin yaratılışı ile başlayan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki sınırla sınırlanmış bir süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre içerisinde insan anılır (bu nam ile tanınır) bir şey olmamıştır". Bu cümle insanın halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil, anılan bir şey olmamıştır.
MEZKÛR, hem esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asıl maksat, sadece insan lafzının söylenmesi değil, bununla anlatılmak istenen mânâ olduğu için ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiş olması akla daha uygundur. Bununla beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adıyla anılan, anlaşılan, insan diye düşünülen bir şey olmamış, bu gün insan adıyla zihnen göz önüne getirilip anlatılan cins var olmamıştı, ancak insan ünvanı ile tanınmayan bir şey olmuştu. Başlangıçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra onlardan aşama aşama yaratılıp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar "çamur hülasası"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakın maddesi olan meniye doğru yavaş yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey olmuş, fakat insan diye anılan şey olmamıştı. Gerçekte insanın her ferdi gibi cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır. Hem dehrin başlangıcından, âlemin yaratılışından çok sonra var olmuştur. Niçin öyle olmuş da daha evvel olmamış?
2. Çünkü biz insanı şöyle yarattık: Yani, o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basit ve sınırlı birmertebede boş ve mânâsız olarak kalmak için de yaratılmadı. Şu şekilde yaratıldı bir nutfeden. Rağıb'ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı gibi sayılmıştır. Fakat Kıyâme sûresinin sonunda da geçtiği gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden bu nutfe."(Kıyâmet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduğu ifade edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere "Suyun hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde de bir bütünün her parçası kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından" buyrulmamış, bir parçası kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş olmasından çocuğun meydana geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün meni değil, onun bir parçasından ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının görünen mânâsı, Âdem'in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder.
Ancak şu var ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını gerektirir. "hülasadan"(Müminun, 23/12), "çamurdan"(En'âm, 6/2) âyetlerinden maksat da bu olmalıdır. Gerçi "Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) âyeti ile Âdem'in bundan istisna edilmiş olduğu neticesine varılabilir. Fakat "Çamur hülasasından"(Müminun, 23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da oluverdi."(Âl-i İmran, 3/59) gibi diğer âyetler topraktan ve çamurdan yaratılışın başlangıç itibariyle olduğunu gösterdiği gibi, "sizi çamurdan yarattı"(En'âm, 6/2), "sizi topraktan yarattı"(Rum, 30/20) gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de başlangıç bakımından bunların bütün insanlar hakkında doğru olduğunu anlattığından Âdem'in insandan gelmeyen bir nutfeden yaratılmış olmasıyla çelişkili olmayacağı cihetle "Allah insanı, ateşle pişmiş gibi kupkuru bir çamurdan yarattı."(Rahmân, 55/14) âyetinde olduğu gibi burada da cinsin başlangıcı şeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden hiçbir insanın istisna edilmemesi daha açıktır.
Fakat o nasıl bir nutfe? "karışık"
EMŞÂC: Nutfeye sıfat yapılan bu kelimenin, bir şeyi bir şeye karıştırmak mânâsında olan "meşc" kökünden olduğu belli. Ancak bunun tekil veya çoğul olduğunda ihtilaf edilmiştir. Zemahşerî, tekil olan nutfe kelimesine sıfat olduğu için "on parça olmuş çömlek", "yırtılmış aba" tabirleri gibi tekil lafızlardan olmasını tercih etmiştir. Ve "nutfetin emşâcin" denilmesiyle "nutfetin meşcin" denilmesi arasında fark olmadığını, burada "meşc" kelimesinin çoğul olmasının sahih olmayıp ikisinin de birbirine karışmış iki şey gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Fakat "emşâc" lafzında açıkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, şehid-eşhad kelimelerinde olduğu gibi çoğul olmasıdır ki tekili sebeb kalıbında meşec, ketif kalıbından mesic, şehid kalıbında meşictir. Bu nedenle tefsircilerin çoğu bunu ahlât yani karışık şeyler diye yorumlamışlardır. Bu durumda bu kelimenin tekil bir kelimeye sıfat olması "zât-i emşacin" şeklinde takdir edilerek "karışık şeyleri olan" yahut "karışık şeylerden ibaret, yani "herbiri karışık cüzlerden meydana gelmiş karışımlar toplamı olan nutfe" demek olması itibariyledir.
"Emşâc" kelimesinin tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleşip karıştığı düşünülen bir karışım; çoğul olması halinde ise, cüzlerinden her biri başka bir karışım olan farklı karışımların birbirine karıştırılmış olduğu düşünülen katmerli karışım demek olur.
Gerçekte ahlat, karışık demek olan "halat" kelimesinin çoğuludur. Farklı unsurların karışımıyla meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karıştığından dolayı "mizac" dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karışık kimyasal bileşimlere ahlat denilir.
Şu halde nutfenin karışımı nedir?
Kuşkusuz bu, nutfenin tam bir analizi yapılarak bilinebilecek bir şeydir. Bunun tamamını ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karışık" mânâsına anlayanların çoğu, nutfenin rahimde kadın menisiyle karışması yani döllenme hali olarak kabul etmişlerdir. Fakat nutfe o vakit embriyon adını aldığı için "emşâc" vasfının onda daha önce bulunmuş olacağı açıktır. Bazıları da kan ve benzeri karışımlar demişlerdir.
Bu kelimenin mânâsı ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasında ikisi dikkate değerdir:
Moderatör tarafında düzenlendi: