ceylannur
Yeni Üyemiz
İnanmak Üstünlüktür
'Geveşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.' (Al-i İmran, 139)
Hayatta gerçekleştirmek istediğiniz hayalleriniz ve idealleriniz var mı? Bu idealleri ve hayalleri gerçekleştirmek için bir ayrıcalık mı istiyorsunuz? Ya da başarılı gördüğünüz insanları, hususî yetenekler hediye edilmiş olarak mı düşünüyorsunuz? Hayır! Bu bir yanılgıdır. Çoğu insan bu hataya düşmektedir. Bu tip yeteneklere sahip olan kişilerin diğerlerinden farkı, ne olduğumuz ve ne olacağımız hakkında sağlam bir inanca sahip olmaları, yükselmeye, gelişmeye ve daha iyi olmaya yöneltecek aşk ve şevklerinin bulunması, kaynakları organize edecek bir strateji kullanmaları, neyin en doğru neyin en önemli olduğu hakkında karar vermede yol gösterecek evrensel değerlere bağlanmaları, doğru, bildiklerini gerçekleştirecek fizikî ve ruhî enerjiye sahip olmaları, insanlarla birlikte olabilme ve mükemmel bir diyalog (iletişim) kurabilmeleridir.
Niçin iki insan aynı olay karşısında farklı davranır? Her insan, hayatta mücadele etmek zorunda kaldığı çeşitli olaylarla karşılaşır. Hastalıklar, kazalar, adaletsizlikler, baskı ve zulümler pek çok insanın sabrını, inancını, değerlerini, dayanma gücünü zorlama noktasına getirir. Bazıları bu hâdiseleri daha iyi insan olabilmek için bir fırsat gibi görür. Onların hayat anlayışında "güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır" prensibi vardır. Diğerleri ise benzer olayları hayatlarını mahvedecek, kahredici olaylar olarak görürler. Bundan dolayı da inandıkları sonuçlarla karşılaşırlar.
Başarılı olan insanların problemleri, başarısız olanlarınkinden daha az değildir. Aradaki fark, onları algılama şekli ve onlara karşı gösterilen tepkilerdir. Hattâ aynı insan, benzer olayları bazen farklı algılar ve farklı tepki gösterebilir. Mevcut kaynak ve imkânlarla bazen fevkalâde başarılı işler yapabilirken bazen de yanlış ve olumsuz sonuçlar ortaya konabilir. İşte bu iki hâl, insanın içinde bulunduğu durumla ilgilidir. İçinde bulunduğumuz durumu oluşturan iki ana faktör vardır. Birincisi inancımız, ikincisi fizyolojimiz ve onu kullanma şeklimizdir. İnancımız ve fizyolojimiz sibernetik çevrim içinde birlikte çalışır. Birini etkileyen bir şey otomatik olarak diğerini de etkiler.
Kolorado'da yaşayan W. Mitchell, motosikleti ile kaza yapar, motorun benzin deposu patlar ve çıkan yangında alevler içinde kalır. Gözlerini hastahanede açtığında kendisini yanık acıları içinde, zor nefes alır, hareketsiz, yatalak bir durumda bulur. Vücudunun dörtte üçü üçüncü derecede yanık olmasına rağmen kendisini bırakmaz, yaşamak ve işine tekrar kavuşabilmek için olağanüstü bir çaba harcar. Ancak kaderinde, uçak kazası geçirip belden aşağısı bir daha iyileşmeyecek şekilde felç olmak vardır. Günü gelir, kaderinde olan gerçekleşir ve belden aşağısı felç olur. Ama o inancını, gücünü ve canlılığını yine kaybetmez. Amerika'da önde gelen pek çok kişiyle iyi münasebetler kurar, zengin bir işadamı olur, Amerikan Kongresine girmek için adaylığını koyar, Kolorado vali yardımcılığı için seçim mücadelesi verir. Her şeye rağmen başarılı ve mutlu bir insan olarak yaşar. Çünkü o, başına gelenleri maksatlı olaylar olarak yorumlar ve bu yoruma uygun düşünceler üretir. Bu yorumlama ve düşünce şekli onu elemden, ümitsizlikten, karamsarlıktan kurtarır; daha da önemlisi o, bu olayları hayatını yönlendiren inanç ve değerlerini gözden geçirip onları geliştirmek için bir fırsat olarak görür.
Bir olayı böyle veya başka bir şekilde algılamak, sonucu niçin değiştirir? Veya algılama şeklimiz önemli midir? Evet, bu gerçekten önemlidir. Çünkü biz bir şeyi yapabileceğimize inandığımız zaman sinir sistemimize o sonuçları üretecek yetenekleri geliştirme mesajı gönderilir. Bu mesajlar o sonucu üretmek için beynimizi uyarır ve onu mümkün kılacak kapıları açar. Kısaca, siz neye inanıyorsanız, olayları ve kendinizi nasıl görüyorsanız, beyin o sonuçları üretecek şekilde çalışır.
İnanç, din ya da ideolojilerin anlatımında çok kullanılan bir kavram olmakla birlikte; genel olarak o hayata anlam kazandıran ve yön veren bir itikat, hüküm ya da prensip anlamında kullanılır. İnanç, bir başka ifadeyle, nesneleri ve olayları aklın nasıl hissedeceğini ve nasıl düşüneceğini yönlendirme biçimidir. İnanç, kararlılık ve belirginlik hissidir. Bir şeyin ne kadar belirgin (aşikâr) olduğunu hissedersek ona olan inancımız o kadar fazla olur. Bir kere de şüphe edersek, inancımız zayıflar, hattâ ölür. İnanç beyaz boya, şüphe ise siyah boya gibidir. Bir kutu beyaz boyayı, azıcık siyah boya griye çevirir. İşte şüphe de böyledir. Bir şeyin başarılamayacağı hususunda az bir şüphe, inancı yiyip tüketir. Meselâ, bir avukat kendi mesleğini, dürüstlüğünden sürekli fedakârlıkta bulunmayı gerektiren bir iş gibi düşünüyorsa, onda o mesleğe karşı nefret hissi uyanır ve o artık bu hisse inanır. Buna inandıktan sonra da işinde başarılı olamaz. Ama bu avukat, ben, insanların hukukî problemlerine çözüm olacak hususları elimde tutuyorum, bu insanların bana ihtiyacı var, diye de düşünebilir. Böylece rolü hakkındaki inancını, kendini kısıtlayan bir şekilden, onu güçlendiren bir şekle değiştirebilir. Mesleği hakkındaki bu inanç değişikliği, ona farklı bir kişilik kazandırır, özgüvenini artırır, ayakları üzerinde dimdik durabilen kendisinden emin bir kişiliğe kavuşturur. Bu da onun başarısını önceki durumuna göre kat kat artırır.
İnançla ilgili önemli bir husus da şudur: Olumlu düşünce ve hisler, hayatımızdaki başarıların sonuçları değil, başarıların sebebidir. 'Başarılı olduğumuz zaman olumlu his ve düşüncelere sahip oluruz' şeklindeki bir düşünce her zaman doğru değildir. Başarı, olumlu düşünce ve inancı pekiştirir.
Büyük yarışmalarda, olimpiyatlarda kırılan rekorlar (başarılar) sonuçtur. Bunların sebebi de olumlu düşüncedir. Olimpiyat sporcuları önce içlerindeki "inançsızlık engelini" kırarlar. Daha önce aşılan rekorların aşılamayacağı inancını yokederler. Eğer bu inanç yokedilmez, daha iyisini başarırım inancı olmazsa yeni rekorların kırıldığını asla göremeyiz. Eğer biz sınır koymazsak imkân dahilinde olan her şey başarılabilir. Olabilecek bir şeye, imkânsız hükmünü biz koyuyoruz. Oysa imkansızlık, basit bir ifadeyle, olumlu inancın yokluğu olarak tarif edilebilir.
J. S. Mill, inançlı bir kişinin gücünün sadece ilgisi olan doksan dokuz kişinin gücüne eşit olduğunu söyler. Sınırsız Güç kitabının yazarı Anthony Robbins, "Dinler, tarih boyunca milyonlarca insana daha önce gerçekleştiremeyeceklerini düşündükleri şeyleri başaracak gücü kazandırmıştır. İnançlar, içimizin derinliklerindeki kaynaklara ulaşmamıza yardımcı olurlar ve bu kaynakları istediğimiz sonuçları destekleyecek şekilde yönlendirirler. Gerçekte insan davranışlarını yönlendiren kuvvetler arasında, inançtan daha güçlüsü yoktur. Özünde insanlık tarihi, insan inancının tarihidir" diyerek inancın hayatımızdaki rolünü vurgulamaktadır. Yine o, "inançlar beynin komutanları gibidir" ifadesiyle de inancın önemini belirtmektedir.
Doktorlar da hastalıkları ortadan kaldırmada inancın gücünü kullanabilirler. Yapılan deneylerde, ilâç olmadığı hâlde hastaya ilâçmış gibi verilen ve 'plesebo' denilen boş hapların hastalar üzerinde çoğu kez kesin iyileştirme tesiri yaptığı görülmüştür. Bir araştırmada ülserli hastalar deney amacıyla iki gruba ayrılır ve iki gruba da aynı ilâç verilir. Ancak birinci gruba, hastalığı kesinlikle iyileştirecek yeni bir ilâç verildiği; ikinci gruba ise, kendilerine etkileri denenmek üzere hakkında çok şey bilinmeyen yeni bir ilâç verildiği söylenir. İlk grupta hastaların % 70'inde önemli bir iyileşme görülürken, ikinci grupta iyileşme oranı sadece % 25 olmuştur.
O hâlde başaracağımıza inanırsak, bu mesaj bizi başarıya; başaramayacağımıza inanırsak o da başarısızlığa yönlendirir. Her iki inanç da büyük bir güce sahiptir. Sahip olduğumuz inanç, bizi başarı-başarısızlık, mükemmellik-eksiklik, iyilik-kötülük, mutluluk-mutsuzluk gibi birbirine zıt dünyalardan birisine götürür. Bu durumda, üzerinde düşünmemiz gereken mesele, 'hangi inançlara sahip olmak bizim için daha iyidir ve bunlar nasıl geliştirilir?' sorusudur.
İnanç kaynaklarından birisi çevredir. Sosyal çevremizde davranışları tutarlı, işinde başarılı insanlar varsa, onları örnek ve model alır; farkına varmadan onlar gibi olabiliriz. Tabiî bunun tersi de olabilir, o zaman potansiyelimizi kullanmayı engelleyen inanca sahip oluruz.
İnancı geliştirmenin ikinci yolu bilgidir. Okuyarak, deneyerek, görerek, yaşayarak elde edilen bilgi, çevrenin kısıtlayıcı zincirlerini kırabilir. Bir meslek veya bir konuda önemli başarılar elde etmiş kişilerin hayatlarını okuyarak o meslek veya konuyla ilgili düşüncelerimizi geliştirir, onların başardıklarını ben de başarırım inancını kazanabiliriz. Büyük devlet adamlarının, İslâm âlimlerinin, kendinden çok başkaları için yaşayanların, doğruluğu, dürüstlüğü ve yardımseverliği ile tanınmış Hak dostlarının hayatlarının okunması da aynı niteliklere sahip olma inancımızı pekiştirmesi açısından son derece önemlidir.
İnancı besleyen bir diğer kaynak elde ettiğimiz başarılardır. Başardıklarımızı gözönüne alarak hedefimizdekileri başarma inancımız artar. Bunun için de başardıklarımızın, yaptıklarımızın ve mutluluklarımızın farkında olmamız gerekir.
Sonuç olarak insan, hayallerini ve ideallerini gerçekleştirebilecek kabiliyet ve potansiyelde yaratılmıştır. Bunun ilk şartı, onu başarabileceğine kesin olarak inanmaktır. İnançsız ve ümitsiz insanların elde edebileceği hiçbir olumlu sonuç yoktur.
Prof.Dr. Harun AVCI
'Geveşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.' (Al-i İmran, 139)
Hayatta gerçekleştirmek istediğiniz hayalleriniz ve idealleriniz var mı? Bu idealleri ve hayalleri gerçekleştirmek için bir ayrıcalık mı istiyorsunuz? Ya da başarılı gördüğünüz insanları, hususî yetenekler hediye edilmiş olarak mı düşünüyorsunuz? Hayır! Bu bir yanılgıdır. Çoğu insan bu hataya düşmektedir. Bu tip yeteneklere sahip olan kişilerin diğerlerinden farkı, ne olduğumuz ve ne olacağımız hakkında sağlam bir inanca sahip olmaları, yükselmeye, gelişmeye ve daha iyi olmaya yöneltecek aşk ve şevklerinin bulunması, kaynakları organize edecek bir strateji kullanmaları, neyin en doğru neyin en önemli olduğu hakkında karar vermede yol gösterecek evrensel değerlere bağlanmaları, doğru, bildiklerini gerçekleştirecek fizikî ve ruhî enerjiye sahip olmaları, insanlarla birlikte olabilme ve mükemmel bir diyalog (iletişim) kurabilmeleridir.
Niçin iki insan aynı olay karşısında farklı davranır? Her insan, hayatta mücadele etmek zorunda kaldığı çeşitli olaylarla karşılaşır. Hastalıklar, kazalar, adaletsizlikler, baskı ve zulümler pek çok insanın sabrını, inancını, değerlerini, dayanma gücünü zorlama noktasına getirir. Bazıları bu hâdiseleri daha iyi insan olabilmek için bir fırsat gibi görür. Onların hayat anlayışında "güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır" prensibi vardır. Diğerleri ise benzer olayları hayatlarını mahvedecek, kahredici olaylar olarak görürler. Bundan dolayı da inandıkları sonuçlarla karşılaşırlar.
Başarılı olan insanların problemleri, başarısız olanlarınkinden daha az değildir. Aradaki fark, onları algılama şekli ve onlara karşı gösterilen tepkilerdir. Hattâ aynı insan, benzer olayları bazen farklı algılar ve farklı tepki gösterebilir. Mevcut kaynak ve imkânlarla bazen fevkalâde başarılı işler yapabilirken bazen de yanlış ve olumsuz sonuçlar ortaya konabilir. İşte bu iki hâl, insanın içinde bulunduğu durumla ilgilidir. İçinde bulunduğumuz durumu oluşturan iki ana faktör vardır. Birincisi inancımız, ikincisi fizyolojimiz ve onu kullanma şeklimizdir. İnancımız ve fizyolojimiz sibernetik çevrim içinde birlikte çalışır. Birini etkileyen bir şey otomatik olarak diğerini de etkiler.
Kolorado'da yaşayan W. Mitchell, motosikleti ile kaza yapar, motorun benzin deposu patlar ve çıkan yangında alevler içinde kalır. Gözlerini hastahanede açtığında kendisini yanık acıları içinde, zor nefes alır, hareketsiz, yatalak bir durumda bulur. Vücudunun dörtte üçü üçüncü derecede yanık olmasına rağmen kendisini bırakmaz, yaşamak ve işine tekrar kavuşabilmek için olağanüstü bir çaba harcar. Ancak kaderinde, uçak kazası geçirip belden aşağısı bir daha iyileşmeyecek şekilde felç olmak vardır. Günü gelir, kaderinde olan gerçekleşir ve belden aşağısı felç olur. Ama o inancını, gücünü ve canlılığını yine kaybetmez. Amerika'da önde gelen pek çok kişiyle iyi münasebetler kurar, zengin bir işadamı olur, Amerikan Kongresine girmek için adaylığını koyar, Kolorado vali yardımcılığı için seçim mücadelesi verir. Her şeye rağmen başarılı ve mutlu bir insan olarak yaşar. Çünkü o, başına gelenleri maksatlı olaylar olarak yorumlar ve bu yoruma uygun düşünceler üretir. Bu yorumlama ve düşünce şekli onu elemden, ümitsizlikten, karamsarlıktan kurtarır; daha da önemlisi o, bu olayları hayatını yönlendiren inanç ve değerlerini gözden geçirip onları geliştirmek için bir fırsat olarak görür.
Bir olayı böyle veya başka bir şekilde algılamak, sonucu niçin değiştirir? Veya algılama şeklimiz önemli midir? Evet, bu gerçekten önemlidir. Çünkü biz bir şeyi yapabileceğimize inandığımız zaman sinir sistemimize o sonuçları üretecek yetenekleri geliştirme mesajı gönderilir. Bu mesajlar o sonucu üretmek için beynimizi uyarır ve onu mümkün kılacak kapıları açar. Kısaca, siz neye inanıyorsanız, olayları ve kendinizi nasıl görüyorsanız, beyin o sonuçları üretecek şekilde çalışır.
İnanç, din ya da ideolojilerin anlatımında çok kullanılan bir kavram olmakla birlikte; genel olarak o hayata anlam kazandıran ve yön veren bir itikat, hüküm ya da prensip anlamında kullanılır. İnanç, bir başka ifadeyle, nesneleri ve olayları aklın nasıl hissedeceğini ve nasıl düşüneceğini yönlendirme biçimidir. İnanç, kararlılık ve belirginlik hissidir. Bir şeyin ne kadar belirgin (aşikâr) olduğunu hissedersek ona olan inancımız o kadar fazla olur. Bir kere de şüphe edersek, inancımız zayıflar, hattâ ölür. İnanç beyaz boya, şüphe ise siyah boya gibidir. Bir kutu beyaz boyayı, azıcık siyah boya griye çevirir. İşte şüphe de böyledir. Bir şeyin başarılamayacağı hususunda az bir şüphe, inancı yiyip tüketir. Meselâ, bir avukat kendi mesleğini, dürüstlüğünden sürekli fedakârlıkta bulunmayı gerektiren bir iş gibi düşünüyorsa, onda o mesleğe karşı nefret hissi uyanır ve o artık bu hisse inanır. Buna inandıktan sonra da işinde başarılı olamaz. Ama bu avukat, ben, insanların hukukî problemlerine çözüm olacak hususları elimde tutuyorum, bu insanların bana ihtiyacı var, diye de düşünebilir. Böylece rolü hakkındaki inancını, kendini kısıtlayan bir şekilden, onu güçlendiren bir şekle değiştirebilir. Mesleği hakkındaki bu inanç değişikliği, ona farklı bir kişilik kazandırır, özgüvenini artırır, ayakları üzerinde dimdik durabilen kendisinden emin bir kişiliğe kavuşturur. Bu da onun başarısını önceki durumuna göre kat kat artırır.
İnançla ilgili önemli bir husus da şudur: Olumlu düşünce ve hisler, hayatımızdaki başarıların sonuçları değil, başarıların sebebidir. 'Başarılı olduğumuz zaman olumlu his ve düşüncelere sahip oluruz' şeklindeki bir düşünce her zaman doğru değildir. Başarı, olumlu düşünce ve inancı pekiştirir.
Büyük yarışmalarda, olimpiyatlarda kırılan rekorlar (başarılar) sonuçtur. Bunların sebebi de olumlu düşüncedir. Olimpiyat sporcuları önce içlerindeki "inançsızlık engelini" kırarlar. Daha önce aşılan rekorların aşılamayacağı inancını yokederler. Eğer bu inanç yokedilmez, daha iyisini başarırım inancı olmazsa yeni rekorların kırıldığını asla göremeyiz. Eğer biz sınır koymazsak imkân dahilinde olan her şey başarılabilir. Olabilecek bir şeye, imkânsız hükmünü biz koyuyoruz. Oysa imkansızlık, basit bir ifadeyle, olumlu inancın yokluğu olarak tarif edilebilir.
J. S. Mill, inançlı bir kişinin gücünün sadece ilgisi olan doksan dokuz kişinin gücüne eşit olduğunu söyler. Sınırsız Güç kitabının yazarı Anthony Robbins, "Dinler, tarih boyunca milyonlarca insana daha önce gerçekleştiremeyeceklerini düşündükleri şeyleri başaracak gücü kazandırmıştır. İnançlar, içimizin derinliklerindeki kaynaklara ulaşmamıza yardımcı olurlar ve bu kaynakları istediğimiz sonuçları destekleyecek şekilde yönlendirirler. Gerçekte insan davranışlarını yönlendiren kuvvetler arasında, inançtan daha güçlüsü yoktur. Özünde insanlık tarihi, insan inancının tarihidir" diyerek inancın hayatımızdaki rolünü vurgulamaktadır. Yine o, "inançlar beynin komutanları gibidir" ifadesiyle de inancın önemini belirtmektedir.
Doktorlar da hastalıkları ortadan kaldırmada inancın gücünü kullanabilirler. Yapılan deneylerde, ilâç olmadığı hâlde hastaya ilâçmış gibi verilen ve 'plesebo' denilen boş hapların hastalar üzerinde çoğu kez kesin iyileştirme tesiri yaptığı görülmüştür. Bir araştırmada ülserli hastalar deney amacıyla iki gruba ayrılır ve iki gruba da aynı ilâç verilir. Ancak birinci gruba, hastalığı kesinlikle iyileştirecek yeni bir ilâç verildiği; ikinci gruba ise, kendilerine etkileri denenmek üzere hakkında çok şey bilinmeyen yeni bir ilâç verildiği söylenir. İlk grupta hastaların % 70'inde önemli bir iyileşme görülürken, ikinci grupta iyileşme oranı sadece % 25 olmuştur.
O hâlde başaracağımıza inanırsak, bu mesaj bizi başarıya; başaramayacağımıza inanırsak o da başarısızlığa yönlendirir. Her iki inanç da büyük bir güce sahiptir. Sahip olduğumuz inanç, bizi başarı-başarısızlık, mükemmellik-eksiklik, iyilik-kötülük, mutluluk-mutsuzluk gibi birbirine zıt dünyalardan birisine götürür. Bu durumda, üzerinde düşünmemiz gereken mesele, 'hangi inançlara sahip olmak bizim için daha iyidir ve bunlar nasıl geliştirilir?' sorusudur.
İnanç kaynaklarından birisi çevredir. Sosyal çevremizde davranışları tutarlı, işinde başarılı insanlar varsa, onları örnek ve model alır; farkına varmadan onlar gibi olabiliriz. Tabiî bunun tersi de olabilir, o zaman potansiyelimizi kullanmayı engelleyen inanca sahip oluruz.
İnancı geliştirmenin ikinci yolu bilgidir. Okuyarak, deneyerek, görerek, yaşayarak elde edilen bilgi, çevrenin kısıtlayıcı zincirlerini kırabilir. Bir meslek veya bir konuda önemli başarılar elde etmiş kişilerin hayatlarını okuyarak o meslek veya konuyla ilgili düşüncelerimizi geliştirir, onların başardıklarını ben de başarırım inancını kazanabiliriz. Büyük devlet adamlarının, İslâm âlimlerinin, kendinden çok başkaları için yaşayanların, doğruluğu, dürüstlüğü ve yardımseverliği ile tanınmış Hak dostlarının hayatlarının okunması da aynı niteliklere sahip olma inancımızı pekiştirmesi açısından son derece önemlidir.
İnancı besleyen bir diğer kaynak elde ettiğimiz başarılardır. Başardıklarımızı gözönüne alarak hedefimizdekileri başarma inancımız artar. Bunun için de başardıklarımızın, yaptıklarımızın ve mutluluklarımızın farkında olmamız gerekir.
Sonuç olarak insan, hayallerini ve ideallerini gerçekleştirebilecek kabiliyet ve potansiyelde yaratılmıştır. Bunun ilk şartı, onu başarabileceğine kesin olarak inanmaktır. İnançsız ve ümitsiz insanların elde edebileceği hiçbir olumlu sonuç yoktur.
Prof.Dr. Harun AVCI