İman hem nurdur hem kuvvettir
Biz, Cenâb-ı Hakk'ı tanımamız, O'nu tasdik etmemiz ve imanımız sayesinde, bu dünyayı bir zikirhâne, bir eğitim alanı ve bir imtihan meydanı gibi görürüz.
İrademizin yetersiz kaldığı noktada, Allah Teâlâ'nın sonsuz iradesine dayanır; üstesinden gelemeyeceğimiz konularda O'nun kudretine itimat ederiz. Dolayısıyla, kendi acizliğimize rağmen Hakk'ın kudretiyle güçlü olur; fakr u zaruret içinde bulunduğumuz anlarda bile O'nun servetiyle zenginleşiriz. Şu dünyadaki bütün doğumları askerlik vazifesine başlama, ölümleri de askerlikten terhis olma sayarız. Bundan dolayı da bizim nazarımızda kâinattaki herkes ve her şey birer vazifeli memurdur ve her ses birer zikir, tesbih ve şükür nağmesidir.
Eserlerinde sürekli bu hakikati ifade eden Hazreti Üstad, "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikâtından kurtulabilir." der. Evet, kâinata iman nuruyla baktığımız sürece, bizim nazarımızda dünya karanlık değildir. Varlık ve eşyanın ifade ettiği manalar açıktır. Mahlukatın çehresindeki her şeyi çok rahatlıkla okuyabilir; kendi varlığımızın ifade ettiği hakikatleri kolayca anlayabiliriz. Dünyanın ve insanlığın akıbeti mevzuunda da inanç ve kanaatlerimiz nettir; ebedî yokluk olmadığını; Cennet ya da Cehennem'le noktalanan bir yolculukta bulunduğumuzu; Cennet ve Cehennem'in de, belli ölçüde ve şart-ı âdi planında insanların iradelerine bağlandığını; iradesinin hakkını verenlerin –Allah'ın inayetiyle– Cennet'e, hevâ ve heveslerine yenilenlerin de –adl-i ilahîyle– Cehennem'e sevk edileceğini söyleyebiliriz. Sahabe efendilerimizden Hârise b. Mâlik el-Ensârî'nin "Şimdi Rabb'imin arşını ayan-beyan görür gibiyim. Sanki şu an Cennet ehlinin birbiriyle ziyaretleşmelerini görmekteyim. Âdetâ Cehennemliklerin çığlıklarını duyuyorum." dediği gibi diyemesek de; Cehennem'dekilerin gulgulelerini (bağrışıp çağrışma, velvele) ve Cennet ehlinin şevk ü târab içinde neşeli seslerini duyamasak da, bunların bir hakikat olduğuna biz de inanıyoruz. Belki bazen kendimizi az sıksak Cehennem'in velvelesini duyacak gibi oluyor; bir yarım adım daha atsak Cennet koridoruna gireceğimiz hissine kapılıyoruz; yani, Cennet ve Cehennem'i çok yakınımızda biliyor ve varlıklarına kat'i iman ediyoruz. Belli ölçüde bütün varlığın mâhiyetini okuyor ve her şeyin O'na delalet ettiğini görüyoruz. Bu da, içinde bulunduğumuz anı nurlandırdığı gibi gelecek adına da ufkumuzu aydınlatıyor; hiçbir şey bizim için müphem ve muğlâk kalmıyor.
Ayrıca, O'nun gönderdiği rehberler sayesinde vazife ve sorumluluklarımız da artık bâriz ve beyyin; onlar da bir aydınlık içinde. Namaz kıldığımız zaman ne yaptığımızı biliyoruz. Onu mü'minin miracı, kalblerin nuru ve sefine-i dinin dümeni olarak görüyoruz. Onunla Allah'a yaklaştığımıza ve başımızı yere koyduğumuz an O'na en yakın hâle geldiğimize inanıyoruz. Oruç tuttuğumuz zaman, "Oruç Benim içindir; sevabını da bizzat Ben veririm" vaad-i sübhânîsiyle ümitleniyor; sevabını sadece Allah'tan bekliyor ve mükafâtını alacağımız hususunda da asla şüpheye düşmüyoruz. Hacca giderken, yeniden bir doğuş ve diriliş yaşama, günahların ağırlığını Arafat'ta döküp yüklerden kurtularak geri dönme duygularıyla dopdolu olarak yola koyuluyor ve Rahman'ın misafirlerinin mutlaka misafirperverlik göreceklerine itimad ediyoruz. İşte bütün bu inanç, ümit ve uhrevî beklentiler, hem sorumluluklarımız, hem mesuliyetlerimiz ve hem de umduğumuz mükafâtlar adına bize gayet açık, oldukça net ve çok güzel manalar fısıldıyor. Bunlar sayesinde, Bediüzzaman Hazretleri'nin ifade ettiği, "İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." hakikatini vicdanlarımızda duyuyoruz. O tûbâ-i Cennet çekirdeği sayesindedir ki, gam ve keder sâikleriyle kuşatıldığımız zamanlarda bile hep huzur içindeyiz ve asla ne devamlı gam çekiyor ne de kederin süreklisini biliyoruz. Bazı anlarda gam ve keder tatsak bile, hemen Allah'ı zikrediyor, O'nun güç ve kuvvetine dayanıyor, İlahî merhamete sığınıyoruz. Böylece sıkıntıların arka yüzündeki uhrevî güzellikleri görerek elemleri lezzetlere çeviriyor ve korku, endişe, gam ve kederleri "hüzn-ü mukaddes" renkleriyle beziyoruz.
Mukaddes Hüzün Tabiî ki, inanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Çünkü o korku ve endişelerin arkasında, mücerred, kuru bir imana güvenmeme duygusu ve imanı daha sağlam bir teminat altına alma ihtiyacı vardır. İnsanın kendi ameline güvenmemesi, imanını koruma altına almak için emin yollar araması ve her an düşebileceği endişesiyle Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine iltica etmesi de yine imandan kaynaklanan bir hâldir. Eğer iman etmişseniz, mutlaka Cennet'i ümit edecek ve Cemâlullah arzusuyla öteleri gözleyeceksiniz. Aynı zamanda, "Allah korusun, attığımız yanlış bir adımdan ötürü ya Cennet kapısından geriye dönersek ne olur bizim halimiz? Müslüman doğduk, Müslüman yaşadık; fakat, hafizanallah, ya devrilir gider ve hayatın sonunda bir çukura yuvarlanırsak ne yaparız?" şeklinde endişeler de duyacaksınız. İşte, ahiret hesabına böyle bir korku ve endişe içinde olma da imanın gereğidir. Bir insan, burada kendini rahat hissediyor, "Buldum, erdim, kurtuldum" diyorsa, onun akıbetinden endişe edilir. Fakat, ebedî hayat adına hâlinden endişe duyuyor, ahiret korkularını burada yaşıyorsa, ötede endişelerden âzâde hâle gelir.
Son düzenleme: