MURATS44
Özel Üye
İlk Müslüman Türkler Süreyciler ve Hz. Osman'ın Kılıcındaki Sır
Kadim Türk Boylarından biri olan Kayı Boyu, İslam ile şereflenen ilk Türk’ler olmuş, Kâbe’nin Kayyımlığı vazifesini 1400 yıl boyunca taşımış ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kabe’nin kapılarını açmış, Hz. Osman’a üzerine Kayı Boyunun damgasını vurduğu kılıcı hediye etmiş, bu kılıç 12 İmam ve Altın Silsile yoluyla Şeyh Edebali’ye, ondan da yine Kayı Boyu’nun hükmettiği Osmanlı Devletine ve devletin kurucusu Osman Bey’e ismini nakşetmiştir.
Topkapı Sarayındaki Hz. Osman'ın Kılıcı ve Kayı Boyunun Simgesi
İlk Müslüman Türk sülalesi “Süreyciler”. Bu bulgu, esasında yüzlerce yıldır gözlerimizin içerisine bakıyor ve bu koca gerçeği haykırıyordu. Türk-İslam tarihinin satır başı olacak, Türklerin İslam dinine ne denli büyük ve önemli hizmetleri olduğunu kavramamızı sağlayacak bu tarihi tespit, İlk Türk Sahabeler olan Süreycileri karşımıza çıkartıyor.
Oğuzların Bozok kolundan olan Kayı Boyu’nun bir kolu, 500’lü yıllarda Ak Hun İmparatorluğu döneminde yaşayarak Ak Hunların yıkılmasından sonra ticaret yolları üzerinden göç edip Mekke’ye ulaşmış, burada yerleşerek Süreyc kabilesini kurmuş ve kadim Türk Mesleği olan demircilik yaparak ürettiği kılıçlarla Mekke’de ün salmıştey ı. Bu kabile, 500’lü yıllarda Mekke’de kalabalık bir sülale haline gelince kazandığı saygınlık ve itibar ile Kâbe Kayyımlığını, yani Kâbe’nin koruyuculuğunu üstlenmiş ve Kâbe’nin anahtarlarını teslim alarak bu vazifeyi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemine kadar devam ettirip Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kâbe’nin kapısı açmıştır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), saadet asrında Mekke’nin hâkimi olunca Kâbe’nin anahtarlarını son Kayyım olan Süreyc kabilesinin reisi Osman Bin Talha’dan almıştır. Osman Bin Talha, Kâbe’nin koruyucu sülalesi olarak 5 kuşaktır Kâbe Anahtarlarını taşıyan Süreycilerin reisidir. Süreyciler bu vazifeyi 5 kuşaktır, yani yaklaşık olarak 120 yıldır devam ettirmekteydiler. Zira Kayı boyuna mensup olan Süreyciler, kadim inançları olan “Gök Tanrı” dininin temsilcisi olarak Hz. İbrahim’in atası olan Hz. Nuh’u görmekte ve bu kutsal yeri koruma görevini farkında olmasalar da itikadi bir vazife olarak üstlenmekteydiler.
Peygamber Efendimiz, peygamberlik müjdesini alınca Mekke eşrafını ve Kureyşlileri İslâm’a davet etmeye başlamıştı. Bu davetlerden biride Kureyş’in önde gelen sülalelerinden biri olan Süreycilere ulaştı. Peygamber Efendimizin, Osman Bin Talha’yı bizzat İslâm’a davet etmesine rağmen Süreycilerin lideri ve reisi olan Osman Bin Talha, bu daveti kabul etmemiş ve Efendimizin Mekke’ye girmesine de mani olmuştu. Peygamber Efendimiz ise ona sükût ile şu ibretlik cevabı verdi ; “Ey Osman! Ümit ederim ki, bir gün sen, beni bu anahtarları nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz diyeceğin bir mevkide göreceksin”.
İlerleyen zamanlarda İslam’ı kabul edip Efendimiz ile birlikte Cihad edecek olan Osman Bin Talha, Peygamber Efendimizin bu ibretlik sözü söyleyip geri dönmesi ile kendi inançları ile yaşamaya devam edip Mekke Kayyımlığına vazifesini bir süre daha sürdürdü. Kureyş, cahiliye dönemi olarak adlandırılan bu dönemde putlara, ateşe ve muhtelif sapkın varlıklara inanmaktaydı. Süreyc kabilesi de kadim Türk inancı olan Gök Tanrı inancını taşıyorlardı. Esasında Gök Tanrı inancında geçen Türk Ata’nın babası olan Nuh Ata yani Hz. Nuh, Hz. İbrahim’in dini olan Hak Dinin daha evvelki temsilcisiydi. Bu bakımdan farkında olmasalar da kendi dinlerinin mabetlerini koruyor ve kayyımlığını üstleniyorlardı. Artık Hz. Nuh ve Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği Hak Dinin son Peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v.) Allahın dinini tebliğ ediyordu. Ancak Süreycilerin İslam’ı kabul etmeleri kolay olmadı.
Süreyciler, İslam’ı kabul etmeseler de toplum nezdinde saygın, itibarlı ve erdemli bir kabile olarak tanınmaktaydılar. Süreycilerin bu necip vasıflarına bir örnek olarak Efendimizin zevcesi Ümmi Seleme ile olan münasebeti gösterebiliriz. Peygamber Efendimizin zevcesi Ümmi Seleme, Müslümanlığı kabul etmesinden ötürü Mekke’de büyük eziyetlere maruz kalmaktaydı. Bunun üzerine kabilesi Ümmi Seleme’ye Medine’ye hicret etme izni vermişti. Ancak Ümmi Seleme hicret yoluna tek başına çıkmıştı. Ümmi Seleme, sapkın bir dönemde ve tehlikeli bir bölgede tek başına hicret ederken göç yolunda Osman Bin Talha ile karşılaştı. Osman Bin Talha, Ümmi Seleme’yi yalnız ve bir o kadar da tehlikeli bir yolda tek başına görünce halini ve durumunu sordu. Ümmi Seleme’nin durumunu öğrenen Osman Bin Talha, büyük bir edep ve keremle kendisine eşlik ederek Mekke’ye, Peygamber Efendimizin köyüne götürdü ve “Senin kocan işte bu köydedir. O halde onun yanına git” diyerek onu Efendimizin köyüne teslim etti ve geri döndü. Ümmi Seleme, Osman Bin Talha’nın bu necip hareketinden övgü ile bahsetmiştir. Cahiliye dönemi gibi sapkın ve kadınların saygı görmediği bir dönemde Osman Bin Talha’nın düşmanının karısına gösterdiği bu edep, saygı ve iyi niyet Süreycilerin edindiği saygınlık ve itibarın sebebini açıkça ortaya koymaktadır.
Süreyciler’in, necip vasıfları, saygın kişilikleri ve kutlu vazifeleri ile üstlendikleri Kâbe Kayyımlığına rağmen halen İslam ile şereflenmemişlerdi. Zaman ilerledikçe İslam’ı kabul edenlerin sayıları artıyor, müşriklerin Peygamber Efendimiz ve sahabeleri üzerindeki baskıları da artıyordu. Artan baskılar neticesinde Peygamber efendimiz, bu baskılar neticesinde sahabeleriyle birlikte Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardı. Müşriklerin başı olan Ebu Süfyan da, teşekkül ettiği büyük bir ordu ile Müslümanların üzerine gitmeye hazırlanıyordu. Süreyciler, İslam’ı henüz kabul etmedikleri için de Ebu Sufyan’ın ordusuna katıldılar. 23 Mart 625’de Uhud Dağı civarında gerçekleşen bu mücadele İslam Tarihinde Uhud Savaşı olarak geçmektedir. Bu savaşta her iki tarafta kesin bir üstünlük elde edememişti. Süreyciler de ilk kez Peygamber Efendimiz ve Müslüman ordularına kılıç kaldırmış oldular. Üstelik Süreycilerin lideri ve Mekke’nin Kayyımı Osman Bin Talha, bu savaşta babasını, kardeşlerini ve yakın akrabalarını kaybetmişti. Artık Mekke’nin anahtarını tek başına taşıması ve koruması gerekiyordu.
Osman Bin Talha’nın İslam’ı kabul etmesi büyük bir hikmet ve ibret olma özelliği taşır. Zira Osman Bin Talha, hakkında ayet indirilmiş mübarek bir zattır. Osman Bin Talha’nın iman etmesi, ne ilginçtir ki koruyucusu olduğu Kâbe’nin ve Mekke’nin fethedilmesi ile aynı esnada gerçekleşmiştir. Efendimiz, 629 yılında Mekke’yi fethedince Kâbe’de namaz kılmak için Hz. Ali’ye Kâbe’nin anahtarlarını almasını buyurur. Zira Osman Bin Talha, vazifesi gereği Kâbe’nin kapılarını kilitlemişti ve anahtarı bizzat korumaktaydı. Hz. Ali, aldığı kutlu vazifeyi yerine getirmek için Osman Bin Talha’nın yanına gidip Kâbe’nin anahtarlarını istediğinde, Osman Bin Talha, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine inanmadığını, Kâbe’nin anahtarının uzun zamandır kendi kabilesinde olduğunu ve vermeyeceğini söyledi. Bunun üzerine gücüyle çöl aslanı lakabını almış olan Hz. Ali, Osman Bin Talha’nın elindeki anahtarı elini sıkarak zorla aldı ve vazifesini tamamlamak için Efendimizin yanına giderek kendisine teslim etti.
Hz. Ali, emri yerine getirip anahtarı Peygamber Efendimize (s.a.v.) teslim etmişti ancak Efendimiz, kendisine anahtarı teslim eden Hz. Ali’ye şöyle buyurdu ; “Al bu anahtarları git Osman Bin Talha’ya teslim et”
Hz. Ali, bu hikmetli duruma şaşırarak “Ey Allah’ın Resulü, emriniz ile anahtarları aldım ve teslim ettim. Şimdi neden geri getirmemi emrediyorsunuz, bunun hikmeti nedir?” diye sorunca efendimiz şu hikmetli ve ibretli cevabı verir ;
“Ya Ali, sen anahtarı getirirken Yüce Allah, Cebrail ile bana vahiy gönderdi : Emaneti ehline veriniz!” (Nisa Suresi 58. Ayet). Kabe’nin anahtarları uzun yıllardır Osman Bin Talha ve soyundadır. Onlar Kâbe’nin nasıl temizleneceğini, nasıl sahip çıkılacağını çok iyi bilirler. Emanetin ehilleri onlardır. Bu Allah buyruğudur . “Git ve teslim et!”
Hz. Ali, Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi anahtarı Osman Bin Talha’ya teslim eder. Osman Bin Talha ise bu duruma şaşırarak “Biraz önce elimden zorla alan sen değimliydin, şimdi neden geri getirdin?” diye sorduğunda Hz. Ali, bunun Allah’ın vahyi ile henüz emrolunduğunu ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) böyle buyurduğunu söyleyince Osman Bin Talha, bu ibretlik durum karşısında İslam’ın hakikatine, Peygamber Efendimizin Resullüğüne İman ederek İslam ile şereflenir.
Osman Bin Talha, artık İman etmiştir. Üstelik İslam’ın Kıblesi, Hz. İbrahim’in evi, yıllardır koruduğu ve kayyımlığını yaptığı Kâbe’nin anahtarları Allah’ın buyruğu ile kendisine teslim edilmiştir. Kısa bir süre önce Peygamber Efendimizin girmemesi için elleriyle kilitlediği Kâbe’nin kapısını bu sefer Efendimizin girebilmesi için elleriyle açmıştır. Peygamber efendimiz, bu hadisenin üzerine Osman Bin Talha’ya şöyle buyurdu ; “Ey Ebu Talha Evladı! Ceddinizden kalma olan emaneti size payidar ve baki olmak üzere alınız. Bunu zalim olmaksızın hiçbir kimse alamaz”
Osman Bin Talha, o günden sonra Kâbe’nin koruyuculuğuna devam etti ve Mekke’nin fethinden sonra Huneyn savaşına katılarak İslam Ordusu ile birlikte cihat etti. Bu savaştan bir süre sonra Efendimizin yanına Medine’ye gitti ve Efendimizin vefatından sonra tekrar Mekke’ye döndü. Dört halife devrinde İslam Ordularının Cihatlarına katıldı. 662 yılında Mekke’de vefat etti. Kâbe’nin kayyımlığı Osman Bin Talha’dan sonra da Süreyciler kabilesi tarafından devam ettirildi. Ne ilginçtir ki Kâbe, İslamiyet’ten önce (550’li yıllardan itibaren) Kayı Türklerinden olan Süreyciler tarafından korunmuş, 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Hicaz’ı fethetmesiyle yine Kayı Türklerinden olan Osmanlılar tarafından yönetilmiş, soydaşları olan Osmanlılar da bu vazifeyi yine Süreycilere emanet bırakmıştır. Süreycilerin Kabe Kayyımlığı vazifesi, 8 Ocak 1926’da Suudi Arabistan devletinin kurulduğu yıla kadar devam etmiş, Böylelikle Kayı Türklerinden olan Süreyciler, bu vazifelerini 1400 yıl boyunca devam ettirmişlerdir.
Süreycilerin Türk olduğu uzun yıllardır bilinmekte ve Arap tarihçiler tarafından da kabul edilmektedir. Bunun yanında Kayı Boyuna mensup oldukları ise yakın zamanda ortaya çıkartılmıştır. Süreyc kabilesi pek çok Arap tarihi kaynaklarında geçmektedir. Zira Süreyciler, kadim Türk mesleği olan demircilikte fevkalade maharetliydiler. Bu maharetleri ile Arap kaynaklarında hayranlıkla bahsedilen “Türk Kılıcı” Süreycilerin ürettiği kılıçlardır. Süreyciler bu maharetli kılıçları ile kendisinden sıkça söz ettirmiş, pek çok İslam halifesi Süreyci kılıçlarını kuşanmışlardır. Arap Tarihçileri, Süreycilerden bahsederken “Ubeydullah Türkü” demektedirler. Ubeydullah, Süreyci kabilesinin önde gelen isimlerinden birisi idi ve ünlü bir kılıç ustasıydı. Tabakat bilginlerinden olan Arap Tarihçisi Ebû’l Ferec el İsfahani, “Agani” isimli eserinde Süreycilerden bahsederek ; “Ubeydullah’ın Atası Türk’tür” der. Daha pek çok tarihi anekdotta da Süreycilerin Türk olduğu zikredilmekte, Arap Tarihçileri tarafından tereddüde mahal bırakmayacak şekilde Süreycilerin Türk oldukları teyit edilmektedir.
Peki Süreycilerin yani Kayı Türklerinin Orta Asya’dan Arap Yarımadasına göç yolculuğu nasıl gerçekleşti? Bu sorunun yanıtını bulabilmek için Türk Tarihinin 5. Yy’daki durumuna bakmak yeterli olacaktır. Osman Bin Talha, 625 yılında Kabe’nin Kayyımı olarak karşımıza çıkıyor. Arap kaynaklarında Osman Bin Talha’nın reisi olduğu Süreyc kabilesinin bu görevi 5 kuşaktır devam ettirdiğine rastlıyoruz. Buradan hareketle Süreycilerin bu vazifeyi en az 120 yıldır sürdürdüğünü anlayabiliyoruz. Dolayısıyla Süreyciler en az 120 yıldır Arap Yarımadasında yaşamışlardır. Zira Türkçe isimler yerine Arapça isimleri tercih etmeleri için bu bölgede uzun süredir varlıklarını sürdürüp Arapların kültürüne yaklaşmaları gerekecektir. Bu bulgular ışığında Süreycilerin en kötümser bakış açısıyla 400-500 yılları arasında Arap yarımadasına geldikleri sonucuna varabiliyoruz. 400-500 yılları arasındaki Türk Tarihini incelediğimizde Ötüken, Altay Dağları, Aral Nehri civarında yerleşik bulunan Türk Boylarının yoğun şekilde Batıya ve Güneye göç ettiklerini görüyoruz. Zira Büyük Hun Devleti 216 yılında tamamen yıkılınca, Hun Devletine tabi olan Türk Boyları da Çin baskılarıyla 150 yıl boyunca Devletsiz yaşamak zorunda kalarak dağınık şekilde Batıya ve Güneye göç etmişlerdi. Bu göç hareketleri ile kitleler halinde batıya ve güneye kayan Türk Boyları, 350 yılında Avrupa Hun Devletini, 420 yılında da Ak Hun Devletini (Eftalitler) tarih sahnesine çıkartmışlardı. Görüldüğü gibi Büyük Hun Devletinin yıkılması ile kalabalık kitlelerle göç eden Türk Toplumları, bu göç hareketlerini öyle büyük kitlelerle gerçekleştirmişlerdir ki ; göç eden toplumlar ile iki büyük devlet kurulabilmişti. Bu göç yollarının Batı Asya ve Mezopotamya ya kadar ulaştığını ise Ak Hun Devletinin sınırlarını incelediğimizde görebiliyoruz. Hun Devletinin ardılları olan Ak Hunlar, 352 yılında kurdukları devletin sınırlarını 400’lü yıllarda Hazar Denizinden Maveraünnehir’i içine alacak şeklide Umman Denizine kadar genişletmişlerdi. Görüldüğü gibi İç Asya’daki Türk Boyları, 400’lü yıllarda Mezopotamya ve Umman Denizine kadar yayılmışlardır. 420’li yıllarda Arap yarımadasına kadar ilerleyen Ak Hunlar, 469 yılında yıkıldıklarında devlete tabi olan Türk Boyları bu coğrafyada yerleşik duruma gelmişlerdi. Görünen odur ki Süreyciler, Ak Hunlar döneminde Arap Yarımadasına kadar ilerleyen ve Ak Hunların yıkılması ile devletsiz kalarak kabile halinde Arap Yarımadasına ve ticaret yolları ile Mekke’ye kadar göç eden Türk boylarından birisi olmuşlardır. Zira dönemin en önemli ticari ürünleri kılıç ve demir eşyalarıydı ve Türk Boylarının bu alandaki ustalıklarıyla ticaret yolları üzerinden farklı bölgelere göç etmeleri kaçınılmazdı.
Süreycilerin Türk olduğunu Arap Tarih kaynaklarından açıkça görüyor ve Türk Tarihi’nin 4. ve 5. Yüzyıldaki demografik yapısıyla teyit edebiliyoruz. Bunun yanında Süreyc kabilesinin, Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan Kayı Boyu’dan olduğu gerçeği de yeni ortaya çıkmış durumdadır. Aslında bu gerçek yüzyıllardır gözümüzün önünde durmaktadır. Bu önemli bulgu, araştırmacı yazar Oktan KELEŞ tarafından tespit edilmiş, kendisi yaptığı çalışmalar ile bu gerçeği gün yüzüne çıkartmıştır.
Bu bulgu, bugün Topkapı Sarayında sergilenen Kutsal Emanetler içerisindeki Hz. Osman’ın kılıcının üzerinde işlenmiş olan “Kayı Boyu” damgasıdır. Bu damga bugün çıplak gözle bile açık şekilde görünmektedir. Bilinenin aksine bu kılıç, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde kutsal emanetlere sahip çıkıp İstanbul’a getirmesiyle Osmanlıya ulaşmamış, bizzat Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’e kayınpederi Şeyh Edebali tarafından hediye edilmiştir. Aslında bu yanılgının sebebi çok açıktır. Osmanlı Devletinde zabıt altına alma ve yazılı hale getirme kültürü Fatih Sultan Mehmet döneminden sonra ortaya çıkmıştı. Bu tarihten önce vakalar, olaylar ve önemli gelişmeler yazılı hale getirilip zapt edilmemekteydi. Dolayısıyla Hz. Osman’dan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’e kadar ulaşan Hz. Osman’ın kılıcı, kutsal emanetlerle birlikte kutsal bir emanet olarak muhafaza edilmiş, yazılı bir zabıt bulunmadığından Yavuz Sultan Selim’in Mısır fethi ile İstanbul’a getirdiği kutsal emanetlerden biri sanılmıştır.
Burada iki önemli husus söz konusudur. Birincisi ve en önemlisi, bu kılıcın üzerinde Kayı Boyu’nun damgası bulunmaktadır. Bu damganın Kayı Boyundan olduğu bilinen Osmanlı saltanat ailesi ya da Kılıcın emanetçisi olan Şeyh Edebali tarafından vurulması mümkün değildir. Zira böylesi kutsal bir emanetin üzerine sonradan bir işleme ya da damga vurulması emanetin kutsiyeti açısından mümkün değildir. Dolayısıyla bu damga, kılıcın Kayı Boyu’na tabi bir kılıç ustasının elinden çıktığını açıkça ortaya koymaktadır. Peki bu kılıcı kim dövmüş ve Hz. Osman’a hediye etmiştir? Bu sorunun yanıtını Arap tarihinden kolayca öğrenebiliyoruz. Kılıç, Mekke’de yaşayan ve Kâbe’nin Kayyımlığını üstlenen, ürettiği kılıçlarla ün salmış olan Süreyc kabilesi tarafından yapılmış ve Hz. Osman’a hediye edilmiştir. Kılıcı Hz. Osman’a hediye eden kişinin ismi de Arap Tarih kaynaklarında geçmektedir. Bu kişinin Adı Ubeydullah’dır. Ubeydullah, Süreycilerin reisi ya da lideri değil ünlü bir kılıç ustasıdır. Zira Peygamber Efendimizin (s.a.v.) döneminde Kabe’nin Anahtarlarını emanet ettiği Süreycilerin reisi olan Osman Bin Talha, 4 halife döneminde de yaşamış, Muaviye döneminde vefat etmiştir. Hz. Osman döneminde Süreycilerin reisi olan Osman Bin Talha halen hayattadır ve Süreycilerin reisi konumundadır. Ürettiği kılıçlarla ünlenen, saygın ve itibarlı bir kılıç ustası olan Ubeydullah, aynı zamanda Süreycilerin İslamı kabul etmesiyle Müslümanlar arasında da saygı değer bir kişilik olmuştu. Bu bakımdan Arap kaynaklarında isminden sıkça söz edilir.
İkinci önemli husus ise Hz. Osman’ın kılıcının Osman Bey’e kadar ulaşmasındaki gizemli yolculuktur. Bilindiği gibi Hz. Osman, İslamı ilk kabul edenlerdendir ve Dünyada cennetle müjdelenen büyük bir zattır. Önemli bir tüccar ve itibarlı bir sahabe olan Hz. Osman, Peygamber Efendimizle birlikte pek çok savaşa katılmış, Efendimizin vefatından sonra 3. Büyük Halife olarak İslam’a hizmet etmişti. Bu hizmetleri döneminde, ürettiği kılıçlarla ünlenen Süreyc kabilesinin kılıç ustası ve itibarlı bir sahabi olan Ubeydullah, kendisine bir kılıç yapıp, üzerine ayetler işleyerek Hz. Osman’a hediye etti. Kılıç ustası Ubeydullah, bu kılıcın üzerine ayetlerle birlikte Kayı Boyu’nun simgesi olan damgayı işleyerek bir bakıma imzasını atmış oldu. Hz. Osman, Ubeydullah’ın hediyesi olan bu Türk Kılıcını sağlığı boyunca taşımış ve kullanmıştır. 656 yılında, Mısır’dan yola çıkan Asi bir hareket, halife Osman’ı öldürmek ve İslam’a fitne sokmak için büyük bir isyan hareketine girişmişti. Bu isyan hareketi neticesinde Hz. Osman, evinde Kuran okurken şehit edildi. Hz. Osman’ın şehit edilmesi üzerine Ubeydullah’ın hediye ettiği kılıç, emaneti olarak Süreycilerin reisi Osman Bin Talha tarafından koruma altına alındı.
Ubeydullah’ın dövdüğü, üzerine Kayı Boyu’nun simgesini vurarak Hz. Osman’a hediye ettiği ve Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Süreycilerin reisi Osman Bin Talha tarafından alınıp emanet olarak sahip çıktığı bu kılıç, önce Süreyciler, sonrasında ise detaylarını açıklayacağımız Altın Silsile yoluyla Türk Din Âlimlerine ulaşmış ve haleften halefe korunarak, 643 yıl sonra Osmanlı Devletinin kurucusu Ataman (Osman) Bey’e kadar ulaşmıştır.
Hz. Osman’ın konu edilen kılıcının Kayı boyuna tabi olan Süreyciler tarafından üretildiği ve Hz. Osman’a hediye edildiği, hem fiziki bulgular hem de tarihi emarelerle teyit edilmektedir. Bu bakımdan, söz konusu kılıcın Kayı Boyuna mensup olan Süreyciler tarafından imal edilerek Hz. Osman’a hediye edildiği şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Bu kılıcın, Hz. Osman’dan sonra Osmanlı’nın kurucusu Ataman Bey’e ulaşması ise tarih serüveni açısından fevkalade ilginç ve önemlidir.
Osman Bin Talha, bilindiği gibi Hz. Osman’ın şehit edildiği dönemde hayattaydı ve Ubeydullah’ın hediye ettiği kılıcı, sahipsiz kalmaması için korumak üzere almıştı. Bu kılıcın Mekke dışına çıkması Süreyciler eliyle gerçekleşmedi. Zira Süreyciler, devam eden 14 asır boyunca Mekke’de yerleşik kalarak Kabe’nin Koruyuculuğu vazifesini devam ettirmişlerdir. Bu kılıç, önce İslam âleminde 12 İmam olarak bilinen, 4 Halifeden sonra İslam âleminin itikadî lideri kabul edilen İmamlarca muhafaza edilerek haleften halefe emanet yoluyla nakledilmiş, sonrasında ise Sufilik inancında Altın Silsile olarak anılan büyük din âlimleri tarafından yine haleften halefe emanet edilerek yüzlerce yıl korunmuştur.
Hz. Osman’ın kılıcının serüvenini, Sufiliğin Altın Silsile olarak ifade ettiği müntesip silsilesini incelediğimizde görebilmekteyiz. Zira Hz. Osman’ın kılıcının son emanetçisi olan Şeyh Edebali, bu emaneti hocası Hace Ahmet Yesevi’den almıştı. Ahmet Yesevi, Sufilik silsilesinin son, Yeseviliğin ilk halkasıydı. Ahmet Yesevi’nin halef olarak bir halkası olduğu Altın Silsile, çok ilginçtir ki M.s. 750’li yıllarda, 6. Büyük İmam Cafer Sadık’a müntesip olmaktadır. Görünen odur ki ; Söz konusu kılıcın ilk emanetçisi olan Osman Bin Talha, Hz. Osman’ın kılıcını kutsal bir emanet olarak son halife Hz. Ali’ye teslim etmiştir. 12 İmam olarak bilinen İmam silsilesinin ilki kabul edilen Hz. Ali, Selefi ve dostu olan Hz. Osman’ın Kılıcını emanet olarak alıp kendisinden sonraki İmam’a teslim etmiş, Kılıç, İmamlığın sorumluluğu altında olan diğer emanetlerle birlikte sonraki haleflere devredilerek muhafaza edilmiştir.
Hz. Osman’a hediye edilen kutsal kılıcın emanetçiliğinin 12 İmam’lardan çıkması ise Abbasilerin başkentini Şam’dan Bağdat’a taşıması üzerine gerçekleşmiştir. İslam Dünyası, 750 yılında Kanlı bir devrime sahne olmuştu. Hz. Ali’nin ölümünden sonra Arap Dünyasının liderliğini Muaviye ve ardılları olan Emeviler üstlenmekteydi. 750 yılında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas’ın soyundan gelen Abbasiler, Emevilerin halifeliğini yıkarak Arap Dünyasının yönetimini ele geçirip Abbasiler dönemini başlattılar. Bu devrim, Altın Silsilenin 5. Halkası, 12 İmam’ın 6. olan İmam Cafer Sadık döneminde gerçekleşti. Abbasiler, 819 yılında, Stratejik nedenlerden ötürü Başkenti Şam’dan taşıyıp yeni başkent olarak Irak’ın Bağdat şehrini başkent yaptılar. Bu dönemde Abbasiler ve İmamlık makamının yapısında ciddi ve önemli değişiklikler meydana geldi. Bu sebepten ötürü, haleften halefe nakledilen emanetler el değiştirerek 12 İmam Silsilesinin dışına çıkmış, Kılıcın 12 İmam silsilesindeki son emanetçi 8. İmam Ali erRıza olmuştur. Ali erRıza’dan sonra Hz. Osman’ın kılıcına imamlar değil, Altın Silsile olarak bilinen Sufilik silsilesi koruyup nesilden nesile emanet başladılar.
8. Büyük İmam olan Ali erRıza, Abbasilerin başkentinin Şam’dan Bağdat’a taşındığı dönemde, kendisine emanet olarak nakledilen Hz. Osman’ın kılıcını, talebesi olan, büyük din alimi Beyazıd-i Bistami hazretlerine emanet etmiştir. Beyazıd-i Bistami, 12 İmamdan biri değildir. İran’ın Bistam şehrinde doğan Bistami, Ali erRıza’nın rahlei tedrisatına tabi olma arzusu ile yanına gelmiş, Ali erRıza da kendisini talebeliğe kabul ederek hocalık yapmıştır (860 – 870). Ali erRıza, büyük bir din alimi olan ve Sufilikte Fena F’illah mertebesine erişen Bistami’ye itikadi halefi olarak kıymet vermiş ve kendisine kadar Büyük İmamlar silsilesiyle ulaşan Hz. Osman’ın kılıcını muhafaza etmesi için kendisine emanet etmiştir.
Hz. Osman’ın kılıcı, artık Altın Silsile olarak bilinen Sufilik silsilesinin halkalarıyla nesilden nesile emanet edilecektir. Bistami’den sonra Altın Silsilenin devamı olan halefi Hasan Karakani, sonrasında onun halefi Kasım Gürgani’ye emanet yoluyla ulaşmıştır. Sufi Silsilesi, Kasım Gürgani’nin halefi olan Hace Abdullah el Ensari döneminde ilk kez Horasan’a ulaşmıştır. Zira Abdullah el Ensari, İran Horasanında yaşamaktaydı. Abdullah el Ensari’den sonra, Altın Silsile Türk Dünyasına yaklaşmaya başlamıştır. Abdullah el Ensari’den sonraki emanetçi ise İmamı Gazali ve Yusuf Hamedani gibi büyük din alimlerinin hocası selefi olan Ebu Ali Fermani’dir. Ali Fermani’de kendisine emanet edilen Hz. Osman’ın kılıcını, yine Altın Silsile’nin bir halkası olan halefi Yusuf Hamedani’ye emanet etmiştir. Yusuf Hamedani’nin Türk Tarihinin siyasi ve itikadi geçmişinde yeri çok büyüktür. Zira Yusuf Hamedani’den itibaren Altın Silsile, Türk Dünyası içerisinde devam etmiştir. Hamedani döneminde giderek güçlenen ve İç Asya’nın en güçlü devleti haline gelen Selçuklu Devleti henüz vücut bulmaktaydı. Büyük Selçuklu Devletinin ilk sultanlarından olan Sultan Sencer, Irak, İran, Horasan ve Maveraünnehir coğrafyası üzerinde hakimiyetini genişlettiği dönemlerde Yusuf Hamedani, bu bölgenin itibar gören büyük bir evliyası durumundaydı. Zira Selçuklu Sultanı Sencer, Yusuf Hamedani’ye büyük saygı göstermekte, onu sıkça ziyaret edip duasını almaktaydı.
Bu tarihten sonra karşımıza çok tanıdık isimler çıkmaktadır. Zira Yusuf Hamedani’nin halefi, Türk Dünyasının en büyük din âlimi kabul edilen Ahmet Yesevi’dir. Ahmet Yesevi, 1093 yılında, Kazakistan’ın Çimkent şehrinde doğmuş ve tedrisatını büyük din âlimlerinin yanında tamamlamıştı. İtikat ilminin o dönemdeki en yüksek mertebesi Buhara idi. Buhara, büyük din âlimlerine talebe olmak isteyen âlimlerin itikat ilmi için ulaşabilecekleri son mertebeydi. Ahmet Yesevi de, uzun yıllar süren itikadi eğitimlerinden sonra Buhara’ya gelerek Sufiliğin Altın Silsilesinde bulunan Yusuf Hamedani’nin talebeliğine kabul edildi ve öğretilerine tabi oldu. Yusuf Hamedani’nin en kıymetli haleflerinden olan Ahmet Yesevi, uzun yıllar tasavvuf ve ilim eğitimi aldıktan sonra, Yusuf Hamedani’nin vefatından sonra halefi sıfatıyla İmam olmuş ve kendisine emanet edilen Hz. Osman’ın kılıcı, hocası Yusuf Hamedani’den kendisine emanet mirası olarak nakledilmiştir.
Özetleyecek olursak ; Süreyci kabilesinin kılıç ustası Ubeydullah’ın dövdüğü ve üzerine Kayı Boyunun damgasını işleyerek ve Hz. Osman’a hediye ettiği kılıç Hz. Osman’ın vefatı ile de Süreycilerin reisi Osman Bin Talha tarafından muhafaza edilmiş, Osman Bin Talha tarafından da Hz. Ali’ye teslim edilerek 12 İmam olarak bilinen İslam’ın büyük imamları tarafından haleften halefe korunmuştur. Abbasiler’in başkentini Şam’dan Bağdat’a taşıması üzerine Büyük İmamlar İran’lı alimlerden oluşmaya başlamış, İranlı din alimi 8. İmam Ali erRıza, kendisine kadar emanet edilerek gelen kılıcı talebesi olan ancak 12 İmam’dan biri olmayan İranlı din alimi Beyazıd-i Bistami’ye emanet etmiştir. Sufilik akımının Altın Silsilesinden olan Beyazıd-i Bistami’den sonra bu emanet Sufilik akımının imamları tarafından korunarak haleften halefe nakledilmeye başlanmıştır. Sırasıyla Beyazıd-i Bistami, Hasan Karakani, Kasım Gürgani, Abdullah el Ensari, Ebu Ali Fermani ve Ahmet Yesevi’nin hocası Yusuf Hamedani’ye emanet edilmiştir. Ahmet Yesevi’nin Altın Silsileden bir İmam olmasıyla hem Altın Silsile, hem de Hz. Osman’ın kılıcı Türk Dünyasına ulaşmıştır. Hz. Osman’ın kılıcının emanetçisi son imam ise Ahmet Yesevi’nin talebesi olan Şeyh Edebali olmuştur.
Bilindiği gibi Şeyh Edebali, Ahmet Yesevi’nin yetiştirip Batı Türk dünyasına gönderdiği büyük din âlimlerinden birisidir. Şeyh Edebali, aynı zamanda Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin kayınbabasıdır. Şeyh Edebali, Ahmet Yesevi’den aldığı tasavvuf, tefsir ve İslam hukuku eğitimi ile Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’ya gönderilmişti. Bu vazife ile Eskişehir’in İtburnu adlı köyünde yaşamakta ve Bilecik’te kurduğu dergâhta talebeler yetiştirmekteydi. Bu tarihlerde henüz bir beylik olan Osmanlı, Ataman (Osman) Bey tarafından idare edilmekteydi. Ataman Bey, Şeyh Edebali’nin Bilecik’teki dergâhını sık sık ziyaret etmiş ve Şeyh Edebali tarafından misafir edilmiştir.
Tarih kaynaklarında belirtilen meşhur rivayete göre ; Ataman bey, Şeyh Edebali’nin dergahında misafir olduğu bir gece mühim bir rüya görür. Rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir nur çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden büyük bir ağaç yetişip dallarının âlemi kapladığını, altından nehirler akıp insanların bu sulardan geçtiğini görür. O günün sabahında rüyasını Şeyh Edebali’ye anlattığında, kendisi rüyayı şöyle tabir eder ; “Babandan sonra bey olacaksın. Kızım Mal Hatunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allah nice insanın İslam’a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir. “
Görülmektedir ki, Şeyh Edebali, Ataman (Osman) Bey’in İslam’ın sancaktarı olacağını, Allah’ın lûtfu ile nice memleketlere hükmedeceğini tabir etmiş ve kızı ile evlenmesini tavsiye ederek kendisine fevkalade itibar etmiştir. Bu itibar ile kendisine kadar emanet olarak ulaştırılan Hz. Osman’ın kılıcını, damadı Ataman Bey’e emanet ederek emanetçi unvanı olarak da kendisine Osman ismini vermiştir.
Bilindiğinin aksine Osmanlı Devletinin ilk padişahı olan Osman Bey’in esas ismi Osman değildir. Zira dedesi, babası ve oğlu Türkçe isimler kullanmışlardır. Dedesinin ismi Alpoğlu, Babasının ismi Ertuğrul, oğlunun ismi Orhan’dır. Bu bakımdan kendisinin isminin Arapça bir isim olması doğal değildir. Bunun yanında Osmanlı Devletinin dünya tarihindeki unvanı Ottoman’dır. Etimolojik olarak baktığımızda bu ifade İngilizler tarafından oluşturulmuş bir ifadedir. İngiliz dilinin kritiklerine baktığımızda Osman isminin telaffuzu “ASMEN” olmalıdır. İngiliz dilinde A, kelimenin başında ise A, ortasında ise sesli uyumuna göre E yada İ olarak okunur. Bu ifade, Osman Bey’in esas ismi olan ATTAMAN ifadesinden türemiştir. İngiliz lisanında A, kelimenin başında ise O, kelimenin ortalarında ise sesli harf uyumuna binaen A ya da E olarak okunur. Bu bakımdan ATTAMAN, ismi, OTTAMAN-OTTOMAN şeklinde ifade edilmiş ve Dünya Tarihine kaydedilmiştir. Yani Ataman Bey, kayınpederi Şeyh Edebali’den sadece Hz. Osman’ın kılıcını değil ismini de emanet olarak almış, emanet edilen Kılıcı kutsal emanetlerle birlikte muhafaza edilmiş, ismi ise Devlet Unvanı olarak Dünya ve İslam Tarihine nakşedilmiştir.
Görülmektedir ki ; Kadim Türk Boylarından biri olan Kayı Boyu, İslam ile şereflenen ilk Türk’ler olmuş, Kâbe’nin Kayyımlığı vazifesini 1400 yıl boyunca taşımış ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kabe’nin kapılarını açmış, Hz. Osman’a üzerine Kayı Boyunun damgasını vurduğu kılıcı hediye etmiş, bu kılıç 12 İmam ve Altın Silsile yoluyla Şeyh Edebali’ye, ondan da yine Kayı Boyu’nun hükmettiği Osmanlı Devletine ve devletin kurucusu Osman Bey’e ismini nakşetmiştir.
Kadim Türk Boylarından biri olan Kayı Boyu, İslam ile şereflenen ilk Türk’ler olmuş, Kâbe’nin Kayyımlığı vazifesini 1400 yıl boyunca taşımış ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kabe’nin kapılarını açmış, Hz. Osman’a üzerine Kayı Boyunun damgasını vurduğu kılıcı hediye etmiş, bu kılıç 12 İmam ve Altın Silsile yoluyla Şeyh Edebali’ye, ondan da yine Kayı Boyu’nun hükmettiği Osmanlı Devletine ve devletin kurucusu Osman Bey’e ismini nakşetmiştir.
Topkapı Sarayındaki Hz. Osman'ın Kılıcı ve Kayı Boyunun Simgesi
İlk Müslüman Türk sülalesi “Süreyciler”. Bu bulgu, esasında yüzlerce yıldır gözlerimizin içerisine bakıyor ve bu koca gerçeği haykırıyordu. Türk-İslam tarihinin satır başı olacak, Türklerin İslam dinine ne denli büyük ve önemli hizmetleri olduğunu kavramamızı sağlayacak bu tarihi tespit, İlk Türk Sahabeler olan Süreycileri karşımıza çıkartıyor.
Oğuzların Bozok kolundan olan Kayı Boyu’nun bir kolu, 500’lü yıllarda Ak Hun İmparatorluğu döneminde yaşayarak Ak Hunların yıkılmasından sonra ticaret yolları üzerinden göç edip Mekke’ye ulaşmış, burada yerleşerek Süreyc kabilesini kurmuş ve kadim Türk Mesleği olan demircilik yaparak ürettiği kılıçlarla Mekke’de ün salmıştey ı. Bu kabile, 500’lü yıllarda Mekke’de kalabalık bir sülale haline gelince kazandığı saygınlık ve itibar ile Kâbe Kayyımlığını, yani Kâbe’nin koruyuculuğunu üstlenmiş ve Kâbe’nin anahtarlarını teslim alarak bu vazifeyi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemine kadar devam ettirip Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kâbe’nin kapısı açmıştır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), saadet asrında Mekke’nin hâkimi olunca Kâbe’nin anahtarlarını son Kayyım olan Süreyc kabilesinin reisi Osman Bin Talha’dan almıştır. Osman Bin Talha, Kâbe’nin koruyucu sülalesi olarak 5 kuşaktır Kâbe Anahtarlarını taşıyan Süreycilerin reisidir. Süreyciler bu vazifeyi 5 kuşaktır, yani yaklaşık olarak 120 yıldır devam ettirmekteydiler. Zira Kayı boyuna mensup olan Süreyciler, kadim inançları olan “Gök Tanrı” dininin temsilcisi olarak Hz. İbrahim’in atası olan Hz. Nuh’u görmekte ve bu kutsal yeri koruma görevini farkında olmasalar da itikadi bir vazife olarak üstlenmekteydiler.
Peygamber Efendimiz, peygamberlik müjdesini alınca Mekke eşrafını ve Kureyşlileri İslâm’a davet etmeye başlamıştı. Bu davetlerden biride Kureyş’in önde gelen sülalelerinden biri olan Süreycilere ulaştı. Peygamber Efendimizin, Osman Bin Talha’yı bizzat İslâm’a davet etmesine rağmen Süreycilerin lideri ve reisi olan Osman Bin Talha, bu daveti kabul etmemiş ve Efendimizin Mekke’ye girmesine de mani olmuştu. Peygamber Efendimiz ise ona sükût ile şu ibretlik cevabı verdi ; “Ey Osman! Ümit ederim ki, bir gün sen, beni bu anahtarları nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz diyeceğin bir mevkide göreceksin”.
İlerleyen zamanlarda İslam’ı kabul edip Efendimiz ile birlikte Cihad edecek olan Osman Bin Talha, Peygamber Efendimizin bu ibretlik sözü söyleyip geri dönmesi ile kendi inançları ile yaşamaya devam edip Mekke Kayyımlığına vazifesini bir süre daha sürdürdü. Kureyş, cahiliye dönemi olarak adlandırılan bu dönemde putlara, ateşe ve muhtelif sapkın varlıklara inanmaktaydı. Süreyc kabilesi de kadim Türk inancı olan Gök Tanrı inancını taşıyorlardı. Esasında Gök Tanrı inancında geçen Türk Ata’nın babası olan Nuh Ata yani Hz. Nuh, Hz. İbrahim’in dini olan Hak Dinin daha evvelki temsilcisiydi. Bu bakımdan farkında olmasalar da kendi dinlerinin mabetlerini koruyor ve kayyımlığını üstleniyorlardı. Artık Hz. Nuh ve Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği Hak Dinin son Peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v.) Allahın dinini tebliğ ediyordu. Ancak Süreycilerin İslam’ı kabul etmeleri kolay olmadı.
Süreyciler, İslam’ı kabul etmeseler de toplum nezdinde saygın, itibarlı ve erdemli bir kabile olarak tanınmaktaydılar. Süreycilerin bu necip vasıflarına bir örnek olarak Efendimizin zevcesi Ümmi Seleme ile olan münasebeti gösterebiliriz. Peygamber Efendimizin zevcesi Ümmi Seleme, Müslümanlığı kabul etmesinden ötürü Mekke’de büyük eziyetlere maruz kalmaktaydı. Bunun üzerine kabilesi Ümmi Seleme’ye Medine’ye hicret etme izni vermişti. Ancak Ümmi Seleme hicret yoluna tek başına çıkmıştı. Ümmi Seleme, sapkın bir dönemde ve tehlikeli bir bölgede tek başına hicret ederken göç yolunda Osman Bin Talha ile karşılaştı. Osman Bin Talha, Ümmi Seleme’yi yalnız ve bir o kadar da tehlikeli bir yolda tek başına görünce halini ve durumunu sordu. Ümmi Seleme’nin durumunu öğrenen Osman Bin Talha, büyük bir edep ve keremle kendisine eşlik ederek Mekke’ye, Peygamber Efendimizin köyüne götürdü ve “Senin kocan işte bu köydedir. O halde onun yanına git” diyerek onu Efendimizin köyüne teslim etti ve geri döndü. Ümmi Seleme, Osman Bin Talha’nın bu necip hareketinden övgü ile bahsetmiştir. Cahiliye dönemi gibi sapkın ve kadınların saygı görmediği bir dönemde Osman Bin Talha’nın düşmanının karısına gösterdiği bu edep, saygı ve iyi niyet Süreycilerin edindiği saygınlık ve itibarın sebebini açıkça ortaya koymaktadır.
Süreyciler’in, necip vasıfları, saygın kişilikleri ve kutlu vazifeleri ile üstlendikleri Kâbe Kayyımlığına rağmen halen İslam ile şereflenmemişlerdi. Zaman ilerledikçe İslam’ı kabul edenlerin sayıları artıyor, müşriklerin Peygamber Efendimiz ve sahabeleri üzerindeki baskıları da artıyordu. Artan baskılar neticesinde Peygamber efendimiz, bu baskılar neticesinde sahabeleriyle birlikte Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardı. Müşriklerin başı olan Ebu Süfyan da, teşekkül ettiği büyük bir ordu ile Müslümanların üzerine gitmeye hazırlanıyordu. Süreyciler, İslam’ı henüz kabul etmedikleri için de Ebu Sufyan’ın ordusuna katıldılar. 23 Mart 625’de Uhud Dağı civarında gerçekleşen bu mücadele İslam Tarihinde Uhud Savaşı olarak geçmektedir. Bu savaşta her iki tarafta kesin bir üstünlük elde edememişti. Süreyciler de ilk kez Peygamber Efendimiz ve Müslüman ordularına kılıç kaldırmış oldular. Üstelik Süreycilerin lideri ve Mekke’nin Kayyımı Osman Bin Talha, bu savaşta babasını, kardeşlerini ve yakın akrabalarını kaybetmişti. Artık Mekke’nin anahtarını tek başına taşıması ve koruması gerekiyordu.
Osman Bin Talha’nın İslam’ı kabul etmesi büyük bir hikmet ve ibret olma özelliği taşır. Zira Osman Bin Talha, hakkında ayet indirilmiş mübarek bir zattır. Osman Bin Talha’nın iman etmesi, ne ilginçtir ki koruyucusu olduğu Kâbe’nin ve Mekke’nin fethedilmesi ile aynı esnada gerçekleşmiştir. Efendimiz, 629 yılında Mekke’yi fethedince Kâbe’de namaz kılmak için Hz. Ali’ye Kâbe’nin anahtarlarını almasını buyurur. Zira Osman Bin Talha, vazifesi gereği Kâbe’nin kapılarını kilitlemişti ve anahtarı bizzat korumaktaydı. Hz. Ali, aldığı kutlu vazifeyi yerine getirmek için Osman Bin Talha’nın yanına gidip Kâbe’nin anahtarlarını istediğinde, Osman Bin Talha, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine inanmadığını, Kâbe’nin anahtarının uzun zamandır kendi kabilesinde olduğunu ve vermeyeceğini söyledi. Bunun üzerine gücüyle çöl aslanı lakabını almış olan Hz. Ali, Osman Bin Talha’nın elindeki anahtarı elini sıkarak zorla aldı ve vazifesini tamamlamak için Efendimizin yanına giderek kendisine teslim etti.
Hz. Ali, emri yerine getirip anahtarı Peygamber Efendimize (s.a.v.) teslim etmişti ancak Efendimiz, kendisine anahtarı teslim eden Hz. Ali’ye şöyle buyurdu ; “Al bu anahtarları git Osman Bin Talha’ya teslim et”
Hz. Ali, bu hikmetli duruma şaşırarak “Ey Allah’ın Resulü, emriniz ile anahtarları aldım ve teslim ettim. Şimdi neden geri getirmemi emrediyorsunuz, bunun hikmeti nedir?” diye sorunca efendimiz şu hikmetli ve ibretli cevabı verir ;
“Ya Ali, sen anahtarı getirirken Yüce Allah, Cebrail ile bana vahiy gönderdi : Emaneti ehline veriniz!” (Nisa Suresi 58. Ayet). Kabe’nin anahtarları uzun yıllardır Osman Bin Talha ve soyundadır. Onlar Kâbe’nin nasıl temizleneceğini, nasıl sahip çıkılacağını çok iyi bilirler. Emanetin ehilleri onlardır. Bu Allah buyruğudur . “Git ve teslim et!”
Hz. Ali, Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi anahtarı Osman Bin Talha’ya teslim eder. Osman Bin Talha ise bu duruma şaşırarak “Biraz önce elimden zorla alan sen değimliydin, şimdi neden geri getirdin?” diye sorduğunda Hz. Ali, bunun Allah’ın vahyi ile henüz emrolunduğunu ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) böyle buyurduğunu söyleyince Osman Bin Talha, bu ibretlik durum karşısında İslam’ın hakikatine, Peygamber Efendimizin Resullüğüne İman ederek İslam ile şereflenir.
Osman Bin Talha, artık İman etmiştir. Üstelik İslam’ın Kıblesi, Hz. İbrahim’in evi, yıllardır koruduğu ve kayyımlığını yaptığı Kâbe’nin anahtarları Allah’ın buyruğu ile kendisine teslim edilmiştir. Kısa bir süre önce Peygamber Efendimizin girmemesi için elleriyle kilitlediği Kâbe’nin kapısını bu sefer Efendimizin girebilmesi için elleriyle açmıştır. Peygamber efendimiz, bu hadisenin üzerine Osman Bin Talha’ya şöyle buyurdu ; “Ey Ebu Talha Evladı! Ceddinizden kalma olan emaneti size payidar ve baki olmak üzere alınız. Bunu zalim olmaksızın hiçbir kimse alamaz”
Osman Bin Talha, o günden sonra Kâbe’nin koruyuculuğuna devam etti ve Mekke’nin fethinden sonra Huneyn savaşına katılarak İslam Ordusu ile birlikte cihat etti. Bu savaştan bir süre sonra Efendimizin yanına Medine’ye gitti ve Efendimizin vefatından sonra tekrar Mekke’ye döndü. Dört halife devrinde İslam Ordularının Cihatlarına katıldı. 662 yılında Mekke’de vefat etti. Kâbe’nin kayyımlığı Osman Bin Talha’dan sonra da Süreyciler kabilesi tarafından devam ettirildi. Ne ilginçtir ki Kâbe, İslamiyet’ten önce (550’li yıllardan itibaren) Kayı Türklerinden olan Süreyciler tarafından korunmuş, 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Hicaz’ı fethetmesiyle yine Kayı Türklerinden olan Osmanlılar tarafından yönetilmiş, soydaşları olan Osmanlılar da bu vazifeyi yine Süreycilere emanet bırakmıştır. Süreycilerin Kabe Kayyımlığı vazifesi, 8 Ocak 1926’da Suudi Arabistan devletinin kurulduğu yıla kadar devam etmiş, Böylelikle Kayı Türklerinden olan Süreyciler, bu vazifelerini 1400 yıl boyunca devam ettirmişlerdir.
Süreycilerin Türk olduğu uzun yıllardır bilinmekte ve Arap tarihçiler tarafından da kabul edilmektedir. Bunun yanında Kayı Boyuna mensup oldukları ise yakın zamanda ortaya çıkartılmıştır. Süreyc kabilesi pek çok Arap tarihi kaynaklarında geçmektedir. Zira Süreyciler, kadim Türk mesleği olan demircilikte fevkalade maharetliydiler. Bu maharetleri ile Arap kaynaklarında hayranlıkla bahsedilen “Türk Kılıcı” Süreycilerin ürettiği kılıçlardır. Süreyciler bu maharetli kılıçları ile kendisinden sıkça söz ettirmiş, pek çok İslam halifesi Süreyci kılıçlarını kuşanmışlardır. Arap Tarihçileri, Süreycilerden bahsederken “Ubeydullah Türkü” demektedirler. Ubeydullah, Süreyci kabilesinin önde gelen isimlerinden birisi idi ve ünlü bir kılıç ustasıydı. Tabakat bilginlerinden olan Arap Tarihçisi Ebû’l Ferec el İsfahani, “Agani” isimli eserinde Süreycilerden bahsederek ; “Ubeydullah’ın Atası Türk’tür” der. Daha pek çok tarihi anekdotta da Süreycilerin Türk olduğu zikredilmekte, Arap Tarihçileri tarafından tereddüde mahal bırakmayacak şekilde Süreycilerin Türk oldukları teyit edilmektedir.
Peki Süreycilerin yani Kayı Türklerinin Orta Asya’dan Arap Yarımadasına göç yolculuğu nasıl gerçekleşti? Bu sorunun yanıtını bulabilmek için Türk Tarihinin 5. Yy’daki durumuna bakmak yeterli olacaktır. Osman Bin Talha, 625 yılında Kabe’nin Kayyımı olarak karşımıza çıkıyor. Arap kaynaklarında Osman Bin Talha’nın reisi olduğu Süreyc kabilesinin bu görevi 5 kuşaktır devam ettirdiğine rastlıyoruz. Buradan hareketle Süreycilerin bu vazifeyi en az 120 yıldır sürdürdüğünü anlayabiliyoruz. Dolayısıyla Süreyciler en az 120 yıldır Arap Yarımadasında yaşamışlardır. Zira Türkçe isimler yerine Arapça isimleri tercih etmeleri için bu bölgede uzun süredir varlıklarını sürdürüp Arapların kültürüne yaklaşmaları gerekecektir. Bu bulgular ışığında Süreycilerin en kötümser bakış açısıyla 400-500 yılları arasında Arap yarımadasına geldikleri sonucuna varabiliyoruz. 400-500 yılları arasındaki Türk Tarihini incelediğimizde Ötüken, Altay Dağları, Aral Nehri civarında yerleşik bulunan Türk Boylarının yoğun şekilde Batıya ve Güneye göç ettiklerini görüyoruz. Zira Büyük Hun Devleti 216 yılında tamamen yıkılınca, Hun Devletine tabi olan Türk Boyları da Çin baskılarıyla 150 yıl boyunca Devletsiz yaşamak zorunda kalarak dağınık şekilde Batıya ve Güneye göç etmişlerdi. Bu göç hareketleri ile kitleler halinde batıya ve güneye kayan Türk Boyları, 350 yılında Avrupa Hun Devletini, 420 yılında da Ak Hun Devletini (Eftalitler) tarih sahnesine çıkartmışlardı. Görüldüğü gibi Büyük Hun Devletinin yıkılması ile kalabalık kitlelerle göç eden Türk Toplumları, bu göç hareketlerini öyle büyük kitlelerle gerçekleştirmişlerdir ki ; göç eden toplumlar ile iki büyük devlet kurulabilmişti. Bu göç yollarının Batı Asya ve Mezopotamya ya kadar ulaştığını ise Ak Hun Devletinin sınırlarını incelediğimizde görebiliyoruz. Hun Devletinin ardılları olan Ak Hunlar, 352 yılında kurdukları devletin sınırlarını 400’lü yıllarda Hazar Denizinden Maveraünnehir’i içine alacak şeklide Umman Denizine kadar genişletmişlerdi. Görüldüğü gibi İç Asya’daki Türk Boyları, 400’lü yıllarda Mezopotamya ve Umman Denizine kadar yayılmışlardır. 420’li yıllarda Arap yarımadasına kadar ilerleyen Ak Hunlar, 469 yılında yıkıldıklarında devlete tabi olan Türk Boyları bu coğrafyada yerleşik duruma gelmişlerdi. Görünen odur ki Süreyciler, Ak Hunlar döneminde Arap Yarımadasına kadar ilerleyen ve Ak Hunların yıkılması ile devletsiz kalarak kabile halinde Arap Yarımadasına ve ticaret yolları ile Mekke’ye kadar göç eden Türk boylarından birisi olmuşlardır. Zira dönemin en önemli ticari ürünleri kılıç ve demir eşyalarıydı ve Türk Boylarının bu alandaki ustalıklarıyla ticaret yolları üzerinden farklı bölgelere göç etmeleri kaçınılmazdı.
Süreycilerin Türk olduğunu Arap Tarih kaynaklarından açıkça görüyor ve Türk Tarihi’nin 4. ve 5. Yüzyıldaki demografik yapısıyla teyit edebiliyoruz. Bunun yanında Süreyc kabilesinin, Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan Kayı Boyu’dan olduğu gerçeği de yeni ortaya çıkmış durumdadır. Aslında bu gerçek yüzyıllardır gözümüzün önünde durmaktadır. Bu önemli bulgu, araştırmacı yazar Oktan KELEŞ tarafından tespit edilmiş, kendisi yaptığı çalışmalar ile bu gerçeği gün yüzüne çıkartmıştır.
Bu bulgu, bugün Topkapı Sarayında sergilenen Kutsal Emanetler içerisindeki Hz. Osman’ın kılıcının üzerinde işlenmiş olan “Kayı Boyu” damgasıdır. Bu damga bugün çıplak gözle bile açık şekilde görünmektedir. Bilinenin aksine bu kılıç, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde kutsal emanetlere sahip çıkıp İstanbul’a getirmesiyle Osmanlıya ulaşmamış, bizzat Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’e kayınpederi Şeyh Edebali tarafından hediye edilmiştir. Aslında bu yanılgının sebebi çok açıktır. Osmanlı Devletinde zabıt altına alma ve yazılı hale getirme kültürü Fatih Sultan Mehmet döneminden sonra ortaya çıkmıştı. Bu tarihten önce vakalar, olaylar ve önemli gelişmeler yazılı hale getirilip zapt edilmemekteydi. Dolayısıyla Hz. Osman’dan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’e kadar ulaşan Hz. Osman’ın kılıcı, kutsal emanetlerle birlikte kutsal bir emanet olarak muhafaza edilmiş, yazılı bir zabıt bulunmadığından Yavuz Sultan Selim’in Mısır fethi ile İstanbul’a getirdiği kutsal emanetlerden biri sanılmıştır.
Burada iki önemli husus söz konusudur. Birincisi ve en önemlisi, bu kılıcın üzerinde Kayı Boyu’nun damgası bulunmaktadır. Bu damganın Kayı Boyundan olduğu bilinen Osmanlı saltanat ailesi ya da Kılıcın emanetçisi olan Şeyh Edebali tarafından vurulması mümkün değildir. Zira böylesi kutsal bir emanetin üzerine sonradan bir işleme ya da damga vurulması emanetin kutsiyeti açısından mümkün değildir. Dolayısıyla bu damga, kılıcın Kayı Boyu’na tabi bir kılıç ustasının elinden çıktığını açıkça ortaya koymaktadır. Peki bu kılıcı kim dövmüş ve Hz. Osman’a hediye etmiştir? Bu sorunun yanıtını Arap tarihinden kolayca öğrenebiliyoruz. Kılıç, Mekke’de yaşayan ve Kâbe’nin Kayyımlığını üstlenen, ürettiği kılıçlarla ün salmış olan Süreyc kabilesi tarafından yapılmış ve Hz. Osman’a hediye edilmiştir. Kılıcı Hz. Osman’a hediye eden kişinin ismi de Arap Tarih kaynaklarında geçmektedir. Bu kişinin Adı Ubeydullah’dır. Ubeydullah, Süreycilerin reisi ya da lideri değil ünlü bir kılıç ustasıdır. Zira Peygamber Efendimizin (s.a.v.) döneminde Kabe’nin Anahtarlarını emanet ettiği Süreycilerin reisi olan Osman Bin Talha, 4 halife döneminde de yaşamış, Muaviye döneminde vefat etmiştir. Hz. Osman döneminde Süreycilerin reisi olan Osman Bin Talha halen hayattadır ve Süreycilerin reisi konumundadır. Ürettiği kılıçlarla ünlenen, saygın ve itibarlı bir kılıç ustası olan Ubeydullah, aynı zamanda Süreycilerin İslamı kabul etmesiyle Müslümanlar arasında da saygı değer bir kişilik olmuştu. Bu bakımdan Arap kaynaklarında isminden sıkça söz edilir.
İkinci önemli husus ise Hz. Osman’ın kılıcının Osman Bey’e kadar ulaşmasındaki gizemli yolculuktur. Bilindiği gibi Hz. Osman, İslamı ilk kabul edenlerdendir ve Dünyada cennetle müjdelenen büyük bir zattır. Önemli bir tüccar ve itibarlı bir sahabe olan Hz. Osman, Peygamber Efendimizle birlikte pek çok savaşa katılmış, Efendimizin vefatından sonra 3. Büyük Halife olarak İslam’a hizmet etmişti. Bu hizmetleri döneminde, ürettiği kılıçlarla ünlenen Süreyc kabilesinin kılıç ustası ve itibarlı bir sahabi olan Ubeydullah, kendisine bir kılıç yapıp, üzerine ayetler işleyerek Hz. Osman’a hediye etti. Kılıç ustası Ubeydullah, bu kılıcın üzerine ayetlerle birlikte Kayı Boyu’nun simgesi olan damgayı işleyerek bir bakıma imzasını atmış oldu. Hz. Osman, Ubeydullah’ın hediyesi olan bu Türk Kılıcını sağlığı boyunca taşımış ve kullanmıştır. 656 yılında, Mısır’dan yola çıkan Asi bir hareket, halife Osman’ı öldürmek ve İslam’a fitne sokmak için büyük bir isyan hareketine girişmişti. Bu isyan hareketi neticesinde Hz. Osman, evinde Kuran okurken şehit edildi. Hz. Osman’ın şehit edilmesi üzerine Ubeydullah’ın hediye ettiği kılıç, emaneti olarak Süreycilerin reisi Osman Bin Talha tarafından koruma altına alındı.
Ubeydullah’ın dövdüğü, üzerine Kayı Boyu’nun simgesini vurarak Hz. Osman’a hediye ettiği ve Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Süreycilerin reisi Osman Bin Talha tarafından alınıp emanet olarak sahip çıktığı bu kılıç, önce Süreyciler, sonrasında ise detaylarını açıklayacağımız Altın Silsile yoluyla Türk Din Âlimlerine ulaşmış ve haleften halefe korunarak, 643 yıl sonra Osmanlı Devletinin kurucusu Ataman (Osman) Bey’e kadar ulaşmıştır.
Hz. Osman’ın konu edilen kılıcının Kayı boyuna tabi olan Süreyciler tarafından üretildiği ve Hz. Osman’a hediye edildiği, hem fiziki bulgular hem de tarihi emarelerle teyit edilmektedir. Bu bakımdan, söz konusu kılıcın Kayı Boyuna mensup olan Süreyciler tarafından imal edilerek Hz. Osman’a hediye edildiği şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Bu kılıcın, Hz. Osman’dan sonra Osmanlı’nın kurucusu Ataman Bey’e ulaşması ise tarih serüveni açısından fevkalade ilginç ve önemlidir.
Osman Bin Talha, bilindiği gibi Hz. Osman’ın şehit edildiği dönemde hayattaydı ve Ubeydullah’ın hediye ettiği kılıcı, sahipsiz kalmaması için korumak üzere almıştı. Bu kılıcın Mekke dışına çıkması Süreyciler eliyle gerçekleşmedi. Zira Süreyciler, devam eden 14 asır boyunca Mekke’de yerleşik kalarak Kabe’nin Koruyuculuğu vazifesini devam ettirmişlerdir. Bu kılıç, önce İslam âleminde 12 İmam olarak bilinen, 4 Halifeden sonra İslam âleminin itikadî lideri kabul edilen İmamlarca muhafaza edilerek haleften halefe emanet yoluyla nakledilmiş, sonrasında ise Sufilik inancında Altın Silsile olarak anılan büyük din âlimleri tarafından yine haleften halefe emanet edilerek yüzlerce yıl korunmuştur.
Hz. Osman’ın kılıcının serüvenini, Sufiliğin Altın Silsile olarak ifade ettiği müntesip silsilesini incelediğimizde görebilmekteyiz. Zira Hz. Osman’ın kılıcının son emanetçisi olan Şeyh Edebali, bu emaneti hocası Hace Ahmet Yesevi’den almıştı. Ahmet Yesevi, Sufilik silsilesinin son, Yeseviliğin ilk halkasıydı. Ahmet Yesevi’nin halef olarak bir halkası olduğu Altın Silsile, çok ilginçtir ki M.s. 750’li yıllarda, 6. Büyük İmam Cafer Sadık’a müntesip olmaktadır. Görünen odur ki ; Söz konusu kılıcın ilk emanetçisi olan Osman Bin Talha, Hz. Osman’ın kılıcını kutsal bir emanet olarak son halife Hz. Ali’ye teslim etmiştir. 12 İmam olarak bilinen İmam silsilesinin ilki kabul edilen Hz. Ali, Selefi ve dostu olan Hz. Osman’ın Kılıcını emanet olarak alıp kendisinden sonraki İmam’a teslim etmiş, Kılıç, İmamlığın sorumluluğu altında olan diğer emanetlerle birlikte sonraki haleflere devredilerek muhafaza edilmiştir.
Hz. Osman’a hediye edilen kutsal kılıcın emanetçiliğinin 12 İmam’lardan çıkması ise Abbasilerin başkentini Şam’dan Bağdat’a taşıması üzerine gerçekleşmiştir. İslam Dünyası, 750 yılında Kanlı bir devrime sahne olmuştu. Hz. Ali’nin ölümünden sonra Arap Dünyasının liderliğini Muaviye ve ardılları olan Emeviler üstlenmekteydi. 750 yılında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas’ın soyundan gelen Abbasiler, Emevilerin halifeliğini yıkarak Arap Dünyasının yönetimini ele geçirip Abbasiler dönemini başlattılar. Bu devrim, Altın Silsilenin 5. Halkası, 12 İmam’ın 6. olan İmam Cafer Sadık döneminde gerçekleşti. Abbasiler, 819 yılında, Stratejik nedenlerden ötürü Başkenti Şam’dan taşıyıp yeni başkent olarak Irak’ın Bağdat şehrini başkent yaptılar. Bu dönemde Abbasiler ve İmamlık makamının yapısında ciddi ve önemli değişiklikler meydana geldi. Bu sebepten ötürü, haleften halefe nakledilen emanetler el değiştirerek 12 İmam Silsilesinin dışına çıkmış, Kılıcın 12 İmam silsilesindeki son emanetçi 8. İmam Ali erRıza olmuştur. Ali erRıza’dan sonra Hz. Osman’ın kılıcına imamlar değil, Altın Silsile olarak bilinen Sufilik silsilesi koruyup nesilden nesile emanet başladılar.
8. Büyük İmam olan Ali erRıza, Abbasilerin başkentinin Şam’dan Bağdat’a taşındığı dönemde, kendisine emanet olarak nakledilen Hz. Osman’ın kılıcını, talebesi olan, büyük din alimi Beyazıd-i Bistami hazretlerine emanet etmiştir. Beyazıd-i Bistami, 12 İmamdan biri değildir. İran’ın Bistam şehrinde doğan Bistami, Ali erRıza’nın rahlei tedrisatına tabi olma arzusu ile yanına gelmiş, Ali erRıza da kendisini talebeliğe kabul ederek hocalık yapmıştır (860 – 870). Ali erRıza, büyük bir din alimi olan ve Sufilikte Fena F’illah mertebesine erişen Bistami’ye itikadi halefi olarak kıymet vermiş ve kendisine kadar Büyük İmamlar silsilesiyle ulaşan Hz. Osman’ın kılıcını muhafaza etmesi için kendisine emanet etmiştir.
Hz. Osman’ın kılıcı, artık Altın Silsile olarak bilinen Sufilik silsilesinin halkalarıyla nesilden nesile emanet edilecektir. Bistami’den sonra Altın Silsilenin devamı olan halefi Hasan Karakani, sonrasında onun halefi Kasım Gürgani’ye emanet yoluyla ulaşmıştır. Sufi Silsilesi, Kasım Gürgani’nin halefi olan Hace Abdullah el Ensari döneminde ilk kez Horasan’a ulaşmıştır. Zira Abdullah el Ensari, İran Horasanında yaşamaktaydı. Abdullah el Ensari’den sonra, Altın Silsile Türk Dünyasına yaklaşmaya başlamıştır. Abdullah el Ensari’den sonraki emanetçi ise İmamı Gazali ve Yusuf Hamedani gibi büyük din alimlerinin hocası selefi olan Ebu Ali Fermani’dir. Ali Fermani’de kendisine emanet edilen Hz. Osman’ın kılıcını, yine Altın Silsile’nin bir halkası olan halefi Yusuf Hamedani’ye emanet etmiştir. Yusuf Hamedani’nin Türk Tarihinin siyasi ve itikadi geçmişinde yeri çok büyüktür. Zira Yusuf Hamedani’den itibaren Altın Silsile, Türk Dünyası içerisinde devam etmiştir. Hamedani döneminde giderek güçlenen ve İç Asya’nın en güçlü devleti haline gelen Selçuklu Devleti henüz vücut bulmaktaydı. Büyük Selçuklu Devletinin ilk sultanlarından olan Sultan Sencer, Irak, İran, Horasan ve Maveraünnehir coğrafyası üzerinde hakimiyetini genişlettiği dönemlerde Yusuf Hamedani, bu bölgenin itibar gören büyük bir evliyası durumundaydı. Zira Selçuklu Sultanı Sencer, Yusuf Hamedani’ye büyük saygı göstermekte, onu sıkça ziyaret edip duasını almaktaydı.
Bu tarihten sonra karşımıza çok tanıdık isimler çıkmaktadır. Zira Yusuf Hamedani’nin halefi, Türk Dünyasının en büyük din âlimi kabul edilen Ahmet Yesevi’dir. Ahmet Yesevi, 1093 yılında, Kazakistan’ın Çimkent şehrinde doğmuş ve tedrisatını büyük din âlimlerinin yanında tamamlamıştı. İtikat ilminin o dönemdeki en yüksek mertebesi Buhara idi. Buhara, büyük din âlimlerine talebe olmak isteyen âlimlerin itikat ilmi için ulaşabilecekleri son mertebeydi. Ahmet Yesevi de, uzun yıllar süren itikadi eğitimlerinden sonra Buhara’ya gelerek Sufiliğin Altın Silsilesinde bulunan Yusuf Hamedani’nin talebeliğine kabul edildi ve öğretilerine tabi oldu. Yusuf Hamedani’nin en kıymetli haleflerinden olan Ahmet Yesevi, uzun yıllar tasavvuf ve ilim eğitimi aldıktan sonra, Yusuf Hamedani’nin vefatından sonra halefi sıfatıyla İmam olmuş ve kendisine emanet edilen Hz. Osman’ın kılıcı, hocası Yusuf Hamedani’den kendisine emanet mirası olarak nakledilmiştir.
Özetleyecek olursak ; Süreyci kabilesinin kılıç ustası Ubeydullah’ın dövdüğü ve üzerine Kayı Boyunun damgasını işleyerek ve Hz. Osman’a hediye ettiği kılıç Hz. Osman’ın vefatı ile de Süreycilerin reisi Osman Bin Talha tarafından muhafaza edilmiş, Osman Bin Talha tarafından da Hz. Ali’ye teslim edilerek 12 İmam olarak bilinen İslam’ın büyük imamları tarafından haleften halefe korunmuştur. Abbasiler’in başkentini Şam’dan Bağdat’a taşıması üzerine Büyük İmamlar İran’lı alimlerden oluşmaya başlamış, İranlı din alimi 8. İmam Ali erRıza, kendisine kadar emanet edilerek gelen kılıcı talebesi olan ancak 12 İmam’dan biri olmayan İranlı din alimi Beyazıd-i Bistami’ye emanet etmiştir. Sufilik akımının Altın Silsilesinden olan Beyazıd-i Bistami’den sonra bu emanet Sufilik akımının imamları tarafından korunarak haleften halefe nakledilmeye başlanmıştır. Sırasıyla Beyazıd-i Bistami, Hasan Karakani, Kasım Gürgani, Abdullah el Ensari, Ebu Ali Fermani ve Ahmet Yesevi’nin hocası Yusuf Hamedani’ye emanet edilmiştir. Ahmet Yesevi’nin Altın Silsileden bir İmam olmasıyla hem Altın Silsile, hem de Hz. Osman’ın kılıcı Türk Dünyasına ulaşmıştır. Hz. Osman’ın kılıcının emanetçisi son imam ise Ahmet Yesevi’nin talebesi olan Şeyh Edebali olmuştur.
Bilindiği gibi Şeyh Edebali, Ahmet Yesevi’nin yetiştirip Batı Türk dünyasına gönderdiği büyük din âlimlerinden birisidir. Şeyh Edebali, aynı zamanda Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin kayınbabasıdır. Şeyh Edebali, Ahmet Yesevi’den aldığı tasavvuf, tefsir ve İslam hukuku eğitimi ile Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’ya gönderilmişti. Bu vazife ile Eskişehir’in İtburnu adlı köyünde yaşamakta ve Bilecik’te kurduğu dergâhta talebeler yetiştirmekteydi. Bu tarihlerde henüz bir beylik olan Osmanlı, Ataman (Osman) Bey tarafından idare edilmekteydi. Ataman Bey, Şeyh Edebali’nin Bilecik’teki dergâhını sık sık ziyaret etmiş ve Şeyh Edebali tarafından misafir edilmiştir.
Tarih kaynaklarında belirtilen meşhur rivayete göre ; Ataman bey, Şeyh Edebali’nin dergahında misafir olduğu bir gece mühim bir rüya görür. Rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir nur çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden büyük bir ağaç yetişip dallarının âlemi kapladığını, altından nehirler akıp insanların bu sulardan geçtiğini görür. O günün sabahında rüyasını Şeyh Edebali’ye anlattığında, kendisi rüyayı şöyle tabir eder ; “Babandan sonra bey olacaksın. Kızım Mal Hatunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allah nice insanın İslam’a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir. “
Görülmektedir ki, Şeyh Edebali, Ataman (Osman) Bey’in İslam’ın sancaktarı olacağını, Allah’ın lûtfu ile nice memleketlere hükmedeceğini tabir etmiş ve kızı ile evlenmesini tavsiye ederek kendisine fevkalade itibar etmiştir. Bu itibar ile kendisine kadar emanet olarak ulaştırılan Hz. Osman’ın kılıcını, damadı Ataman Bey’e emanet ederek emanetçi unvanı olarak da kendisine Osman ismini vermiştir.
Bilindiğinin aksine Osmanlı Devletinin ilk padişahı olan Osman Bey’in esas ismi Osman değildir. Zira dedesi, babası ve oğlu Türkçe isimler kullanmışlardır. Dedesinin ismi Alpoğlu, Babasının ismi Ertuğrul, oğlunun ismi Orhan’dır. Bu bakımdan kendisinin isminin Arapça bir isim olması doğal değildir. Bunun yanında Osmanlı Devletinin dünya tarihindeki unvanı Ottoman’dır. Etimolojik olarak baktığımızda bu ifade İngilizler tarafından oluşturulmuş bir ifadedir. İngiliz dilinin kritiklerine baktığımızda Osman isminin telaffuzu “ASMEN” olmalıdır. İngiliz dilinde A, kelimenin başında ise A, ortasında ise sesli uyumuna göre E yada İ olarak okunur. Bu ifade, Osman Bey’in esas ismi olan ATTAMAN ifadesinden türemiştir. İngiliz lisanında A, kelimenin başında ise O, kelimenin ortalarında ise sesli harf uyumuna binaen A ya da E olarak okunur. Bu bakımdan ATTAMAN, ismi, OTTAMAN-OTTOMAN şeklinde ifade edilmiş ve Dünya Tarihine kaydedilmiştir. Yani Ataman Bey, kayınpederi Şeyh Edebali’den sadece Hz. Osman’ın kılıcını değil ismini de emanet olarak almış, emanet edilen Kılıcı kutsal emanetlerle birlikte muhafaza edilmiş, ismi ise Devlet Unvanı olarak Dünya ve İslam Tarihine nakşedilmiştir.
Görülmektedir ki ; Kadim Türk Boylarından biri olan Kayı Boyu, İslam ile şereflenen ilk Türk’ler olmuş, Kâbe’nin Kayyımlığı vazifesini 1400 yıl boyunca taşımış ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kabe’nin kapılarını açmış, Hz. Osman’a üzerine Kayı Boyunun damgasını vurduğu kılıcı hediye etmiş, bu kılıç 12 İmam ve Altın Silsile yoluyla Şeyh Edebali’ye, ondan da yine Kayı Boyu’nun hükmettiği Osmanlı Devletine ve devletin kurucusu Osman Bey’e ismini nakşetmiştir.