faruk islam
Özel Üye
HZ. MUHAMMED (A.S)'İN PEYGAMBERLİĞİ
GEÇMİŞTEKİ PEYGAMBERLERDEN SONRA HZ. MUHAMMED (A.S.)'E PEYGAMBERLİK VERİLMESİNİN SEBEPLERİ
"Ve gerçek şudur ki, geçmiştekilerden sonra Kitabın vârisi olanlar ıstıraplı bir şüphe içinde bulunuyorlar" (Şûra; 15)
Her peygamber ve onu takip eden diğer peygamberlerin devri geçtikten sonra, Kitabullah son nesillere gelinceye kadar bir hayli tahrife uğramış ve bu nedenle İnsanlar, kitaba inanmakta tereddüt etmişlerdi.
'ın kitapları hakkında insanların bu tutumu şöyle açıklanabilir. Tevrât ile İncil eski hüviyetlerini tamamıyla kaybetmişlerdi. Bu kitapların ne muhteva ne de dilleri korunabilmişti.
'ın kelâmı, tefsir, te'vil, tarihi ve semavi rivayetler, efsaneler ve din adamlarının farklı yorumlarıyla tanınmaz hale gelmişti. Tercümeleri o kadar kabul gördü ve yayıldı ki asılları ortadan kayboldu. Bu kitaplarla ilgili tarihi vesika ve deliller de ya iyice muhafaza edilmedi ya da kasten ortadan kaldırıldı. Sonuçta, ellerdeki nüshaların Hazreti Musa veya Hazreti Îsa'nın
'ın kelâmı olarak insanlara takdim ettikleri nüshaların aynısı olup olmadığını tesbit etmek de zorlaştı. Bunun yanı sıra, azizler, rahipler, din ve bilim adamları bu kitaplarla ilgili olarak din, ilâhiyat, felsefe, hukuk, fizik, psikoloji ve sosyal bilimleri ilgilendiren öylesine karmaşık tartışmalar açtı ve ideoloji ile doktrinler ortaya attılar ki, İnsanlar için doğru yolu bulmak büsbütün güçleşti.
'ın kitabı asıl şekli ve güvenilir haliyle ortada bulunmadığı için insanların, Hak ile Batıl'ı ayırt edecek bir belge veya kaynağa başvurmaları tamamıyla imkansızlaştı.
Arabistan'a Hak dininin ışıkları ilk defa, tarihten önce yaşamış olan Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) sayesinde girmişti. Daha sonra Hz.İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.)in devri başladı. Bu iki peygamber, Hz. Muhammed (a.s.)'den yaklaşık 2500 yıl önce yaşamışlardı. Hz. Muhammed (a.s.)dan önce Hicaz topraklarına gönderilen en son peygamber ise Hz. Şuayb (a.s.) idi.
Araplar Öteden Beri Bir Peygambere İhtiyaç Duyuyorlardı
"Bunlar yemin ederek diyorlardı ki, kendilerine bir uyarıcı, korkutucu gelirse, dünyanın her milletinden daha dindar ve dürüst olacaklardır." (Fâtır; 42)
Arabistan halkı ve özellikle Kureyşliler, Hz. Peygamber'in nübüvvetinden önce Yahudiler ile Hıristiyanların bozuk ahlâkını görerek işte böyle yakınıyorlardı. Aynı konuya En'âm suresinde de değinilmiştir:
"Bu kitabın gelmesinden sonra artık siz diyemezsiniz ki, bu kitap bizden önceki iki topluluğa verilmişti ve bizim onların ne okuduğundan haberimiz yoktu. Artık siz diyemezsiniz ki, Kitap bize nâzil olsaydı, biz onlardan daha dindar ve yüksek ahlâklı olacaktık." (En'âm; 156-157)
Saffât sûresinde de aynı konuya şöyle değinilmektedir.
"Bunlar daha önce diyorlardı ki, keşke bizde geçmiş kavimlerin zikri (kitabı) olsaydı biz
'ın güzide kulları olacaktık." (Sâffât; 167-169)
"Açık Bir Delil"in Gereği
"Ehli kitap ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine
'tan açık bir delil, (yani) kutsal kitapları okuyan bir peygamber gelmedikçe kendi (küfürlerinden) vazgeçmeyeceklerdi". (Beyyine; 1-2)
Demek oluyor ki, kâfirlerin küfürlerini terk etmelerinin tek çaresi, bir peygamberin kesin delillerle gelip, neyin doğru neyin yanlış olduğunu açıkça kendilerine anlatmasıydı. Bu demek değil ki, bu parlak ve açık delillerin gelmesiyle kâfirlerin hepsi bir anda küfrü terk edeceklerdi. Bu konuyu şöyle izah etmek lâzımdır: Açık bir delilin yokluğunda müşrik ve kâfirlerin acıklı durumlarından kurtulmaları büsbütün imkânsızdı. Fakat delilin gelmesiyle onlardan bazısı için kurtuluş yolu açılmış olacaktı. Küfürlerinden vazgeçmeyen ve hatalarında ısrar edenlerin sorumluluğu ise kendilerine ait olacaktı. Hiç olmazsa, bundan böyle
'ın kendilerine hidayet yolu göstermediğini öne süremezlerdi. Kur'an-ı Kerim'de bu husus muhtelif vesilelerle muhtelif şekillerde dile getirilmiştir. Meselâ, Nahl sûresinde, "doğru yolu gösterme sorumluluğu
'a aittir" denilmiştir. (Ayet; 9). Leyl sûresinde şöyle buyurulmuştur: "Yol göstermekten Ben sorumluyum" (âyet; 12). Nisâ sûresinde şu satırlara rastlanır:
"(Ey nebi), Nuh ve daha sonraki peygamberler gibi senin tarafına vahiy gönderdik. Bu peygamberler müjde vermek ve haber vermekle mükellef kılınmışlardı. Böylece bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların
'a şikayet edebilecekleri herhangi bir sebep kalmasın" (âyet; 165). Şu âyetlere de dikkat edelim:
"Ey Ehli Kitab, Benim Peygamber'im, Resul'lerin silsilesi uzun müddet durduktan sonra, size hakikati izah etmek için gelmiş bulunuyor. Bundan böyle, bize müjde ve haber veren herhangi biri gelmediğini iddia edemezsiniz. Onun için bakın, size müjde ve haber veren gelmiştir". (Maide; 19)
"Önceleri kitapla şereflendirilmiş olanlar arasında uyuşmazlık olmadı, ama daha sonra onlara (doğru yolun) açıklaması geldi". (Beyyine; 4)
Demek, bundan evvel Ehl-i Kitab'ın doğru yoldan saparak çeşitli grup ve topluluklara ayrılmalarının sebebi,
'ın kendilerine açık bir delil ve işaret göndermemesi veya doğru yolu göstermemesi değildi. Bunun aksine, kitap sahipleri Allahu Teâlâ'dan doğru bilgi ve hidayetin gelmesinden sonra kötü yola saptılar. Bu itibarla, sapıklıklarının sorumluluğu tamamıyla kendilerine aitti. Aynı şekilde bunların kutsal kitapları tahrif edildiği için gerçek değer ve anlamlarını yitirmiş, yol gösterici özelliklerinden yoksun kalmışlardı. Bunun üzerine, Cenab-ı Hak kendi Peygamber'ini açık ve parlak bir delil olarak onlara gönderdi ve bu Peygamber'in vazifeleri arasında semavi kitapları düzeltmek, asıl şekillerine sokmak da vardı. Böylece
'ın hücceti, yani son delili de verilmiş oldu. Kur'an-ı Kerim'de bu husus
Bakara; 213-253, Al-i İmran; 19, Maide; 44, Yunus; 93, Şura; 13-15, Casiye; 16-18 sûrelerinde etraflıca ele alınmıştır.
Peygamberlerin bir millete gönderilmesinin maksadı ve gayesi, bir resûl veya peygamber olmaksızın, doğru yolu bulmalarına hiçbir imkân olmadığı için, onların doğru yolu bulmalarına yardımcı olmaktır. Bir peygamberin varlığı onun nübüvvetinin bir delilidir. Peygamber'in başlıca vazifesi, geçmişteki kutsal kitapların akıbetine uğramamış ve yanlış itikat ve ananelerin ilâve edilmesi ile değerini kaybetmemiş olan
'ın doğru ve gerçek kitabını ümmetine iletmektir.
Hz. Muhammed (a.s.)'in Arabistan'da Doğmasının Hikmeti
Dünya coğrafyasını alın, gözden geçirin. Kuş bakışı bir gözlem bile, bütün dünyada peygamberlik için Arabistan'dan daha uygun bir yer olmadığı ve olamayacağının anlaşılması için yeterlidir. Arabistan, Asya ile Afrika'nın tam ortasında olup Avrupa'ya da çok yakındır. Özellikle, orta çağlarda Avrupa'nın pek çok uygar uluslarının genellikle Avrupa'nın güneyinde yaşadıkları göz önünde bulundurulursa, Arabistan'ın stratejik önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Güney Avrupa'nın Arabistan'a uzaklığı Hindistan'ınki kadardı.
O çağın tarihini okuyun. Göreceksiniz ki peygamberlik için Arap milletinden daha uygun bir millet yoktu. O zamana kadar pek çok millet şan ve şöhret kazanmış, sonra muhtelif zaaflara kapılarak tarih sahnesinden silinmişlerdi. Arap milleti ise genç ve dinç olup, benliğini henüz kazanmamıştı. Medeniyet ve kültür diğer kavimleri yozlaştırmış, henüz uygarlığın meyvesini tadamadığı için, rahata ve lükse alışamamış, dolayısıyla, uygarlığın zararlarından da etkilenmemişti. Altıncı yüzyılın Arap'ları medeniyetin zararlı tesirlerinden uzak kalmış, pek çok meziyetlere sahiptiler. Onlar cesurdu, yiğitti, mertti, cömertti, doğru sözlüydü ve vaatlerini yerine getirirlerdi. Düşünceye saygılı, hür ve hürriyet sever, namuslu ve haysiyetli insanlardı.. Namusları için canlarım feda etmekten çekinmiyor, sade ve basit hayat sürüyor ve her türlü lüksten kaçınıyorlardı. Şüphesiz onların bazı kötü tarafları da vardı. Çünkü yaklaşık olarak 2500 seneden beri onlara herhangi bir peygamber gelmemişti. Durumlarını düzeltecek onlara iyi ahlâk ve medeniyetin kurallarını öğretecek bir lider de yoktu. Asırlardan beri çölde yaşadıkları için çeşitli batıl inanç ve hurafeleri kabul etmişlerdi. Cehalete öylesine saplanmışlardı ki onları adam etmek kolay değildi. Fakat yine de asıl cevherleri yok olmamıştı. Fevkalâde kuvvetli ve kabiliyetli bir lider ve büyük bir dahi onlardaki bu cevheri bulup, pekâla emsalsiz bir millete dönüştürebilirdi. Böyle üstün yetenekli bir önderin öğretisiyle, çöldeki bu bedeviler dünyaya meydan okuyabilecek ve büyük bir ideal uğruna dünyayı hakimiyetleri altına alabilecek güçteydiler. Gerçekten, cihan Peygamberi'nin (a.s.) talimatının her tarafa yayılması için işte böyle genç ve dinamik bir millete ihtiyaç vardı.
Sonra Arapçaya bakın. Bu dili öğrenir, dilin edebi hazinesini bilirseniz, ilâhi emir ve buyrukların en ince noktalarına kadar ulvi bir ifade ile anlatılması ve insanların kalbinde heyecan ve dehşet yaratılması için bundan daha uygun bir lisan olmayacağına kani olursunuz. Arapça ile çok derin ve bilimsel konular, birkaç kelime ve cümleyle ifade edilebilir. Sonra, bu cümlelerde öyle büyük hitabet ve tesir gücü var ki, bunlar dinleyicinin yüreğine adeta bir ok gibi işler. Bazen ifadeler öylesine tatlı ve yumuşak olur ki, cazibesine kapılmanız işten bile değildir. Bazen Arapçayı duyunca bir musiki dinlediğinizi hissedersiniz. Doğrusu, Kur'an-ı Kerim gibi yüce bir kitap için böyle bir dile ihtiyaç vardı.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki Allahu Teâlâ, iki cihan Peygamberi'nin biseti için Arabistan'ı seçti.
Bir millet asırlarca cehalet, dalâlet, geri kalmışlık ve ahlâksızlığın batağında kıvranıyor. Birden bire
'ın rahmetiyle o millete bir lider ve önder doğuyor ve hemşehrilerini doğru yola çağırıyor. Bu lider, yanında getirdiği
'ın kitabıyla milletini gaflet uykusundan uyandırıp cehalet, batıl inanç ve evhamı bırakıp
'ın yolunu takip etmeleri için ikna etmeye çalışıyor.
Ama bu milletin akılsız ve ahmak insanlarıyla çıkarları tehlikeye giren kabile reisleri bu yeni lidere şiddetle karşı çıkıyor ve kendisini başarısız kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Yıllar geçtikçe bu kötü niyetli insanların kin, nefret ve düşmanlığı had safhaya ulaşıyor ve en nihayet yeni lideri öldürmeye karar veriyorlar.
Tam bu sırada, Allahu Teâlâ bu bedbin ve kinci insanları sert bir şekilde ikaz ediyor ve diyor ki: "Sakın, budalalığınızla bir şeyin halledileceğini sanmayın. Sanmayın ki sırf bu yüzden sizi yola getirmekten vazgeçeceğim. Yüzyıllardan beri içinde bulunduğunuz bataklıktan sizi kurtarmayacağım hissine kapılmayın. Rahmetimin gereğinin bu olduğunu mu sanıyorsunuz? Hiç düşündünüz mü,
'ın rahmetine sırt çevirip batıl inançlarda ısrar etmeniz sizi nereye götürecek? Sizi ne gibi bir akibet bekliyor, hiç düşünmeye çalıştınız mı?" ALINTI
GEÇMİŞTEKİ PEYGAMBERLERDEN SONRA HZ. MUHAMMED (A.S.)'E PEYGAMBERLİK VERİLMESİNİN SEBEPLERİ
"Ve gerçek şudur ki, geçmiştekilerden sonra Kitabın vârisi olanlar ıstıraplı bir şüphe içinde bulunuyorlar" (Şûra; 15)
Her peygamber ve onu takip eden diğer peygamberlerin devri geçtikten sonra, Kitabullah son nesillere gelinceye kadar bir hayli tahrife uğramış ve bu nedenle İnsanlar, kitaba inanmakta tereddüt etmişlerdi.
Arabistan'a Hak dininin ışıkları ilk defa, tarihten önce yaşamış olan Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) sayesinde girmişti. Daha sonra Hz.İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.)in devri başladı. Bu iki peygamber, Hz. Muhammed (a.s.)'den yaklaşık 2500 yıl önce yaşamışlardı. Hz. Muhammed (a.s.)dan önce Hicaz topraklarına gönderilen en son peygamber ise Hz. Şuayb (a.s.) idi.
Araplar Öteden Beri Bir Peygambere İhtiyaç Duyuyorlardı
"Bunlar yemin ederek diyorlardı ki, kendilerine bir uyarıcı, korkutucu gelirse, dünyanın her milletinden daha dindar ve dürüst olacaklardır." (Fâtır; 42)
Arabistan halkı ve özellikle Kureyşliler, Hz. Peygamber'in nübüvvetinden önce Yahudiler ile Hıristiyanların bozuk ahlâkını görerek işte böyle yakınıyorlardı. Aynı konuya En'âm suresinde de değinilmiştir:
"Bu kitabın gelmesinden sonra artık siz diyemezsiniz ki, bu kitap bizden önceki iki topluluğa verilmişti ve bizim onların ne okuduğundan haberimiz yoktu. Artık siz diyemezsiniz ki, Kitap bize nâzil olsaydı, biz onlardan daha dindar ve yüksek ahlâklı olacaktık." (En'âm; 156-157)
Saffât sûresinde de aynı konuya şöyle değinilmektedir.
"Bunlar daha önce diyorlardı ki, keşke bizde geçmiş kavimlerin zikri (kitabı) olsaydı biz
"Açık Bir Delil"in Gereği
"Ehli kitap ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine
Demek oluyor ki, kâfirlerin küfürlerini terk etmelerinin tek çaresi, bir peygamberin kesin delillerle gelip, neyin doğru neyin yanlış olduğunu açıkça kendilerine anlatmasıydı. Bu demek değil ki, bu parlak ve açık delillerin gelmesiyle kâfirlerin hepsi bir anda küfrü terk edeceklerdi. Bu konuyu şöyle izah etmek lâzımdır: Açık bir delilin yokluğunda müşrik ve kâfirlerin acıklı durumlarından kurtulmaları büsbütün imkânsızdı. Fakat delilin gelmesiyle onlardan bazısı için kurtuluş yolu açılmış olacaktı. Küfürlerinden vazgeçmeyen ve hatalarında ısrar edenlerin sorumluluğu ise kendilerine ait olacaktı. Hiç olmazsa, bundan böyle
"(Ey nebi), Nuh ve daha sonraki peygamberler gibi senin tarafına vahiy gönderdik. Bu peygamberler müjde vermek ve haber vermekle mükellef kılınmışlardı. Böylece bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların
"Ey Ehli Kitab, Benim Peygamber'im, Resul'lerin silsilesi uzun müddet durduktan sonra, size hakikati izah etmek için gelmiş bulunuyor. Bundan böyle, bize müjde ve haber veren herhangi biri gelmediğini iddia edemezsiniz. Onun için bakın, size müjde ve haber veren gelmiştir". (Maide; 19)
"Önceleri kitapla şereflendirilmiş olanlar arasında uyuşmazlık olmadı, ama daha sonra onlara (doğru yolun) açıklaması geldi". (Beyyine; 4)
Demek, bundan evvel Ehl-i Kitab'ın doğru yoldan saparak çeşitli grup ve topluluklara ayrılmalarının sebebi,
Bakara; 213-253, Al-i İmran; 19, Maide; 44, Yunus; 93, Şura; 13-15, Casiye; 16-18 sûrelerinde etraflıca ele alınmıştır.
Peygamberlerin bir millete gönderilmesinin maksadı ve gayesi, bir resûl veya peygamber olmaksızın, doğru yolu bulmalarına hiçbir imkân olmadığı için, onların doğru yolu bulmalarına yardımcı olmaktır. Bir peygamberin varlığı onun nübüvvetinin bir delilidir. Peygamber'in başlıca vazifesi, geçmişteki kutsal kitapların akıbetine uğramamış ve yanlış itikat ve ananelerin ilâve edilmesi ile değerini kaybetmemiş olan
Hz. Muhammed (a.s.)'in Arabistan'da Doğmasının Hikmeti
Dünya coğrafyasını alın, gözden geçirin. Kuş bakışı bir gözlem bile, bütün dünyada peygamberlik için Arabistan'dan daha uygun bir yer olmadığı ve olamayacağının anlaşılması için yeterlidir. Arabistan, Asya ile Afrika'nın tam ortasında olup Avrupa'ya da çok yakındır. Özellikle, orta çağlarda Avrupa'nın pek çok uygar uluslarının genellikle Avrupa'nın güneyinde yaşadıkları göz önünde bulundurulursa, Arabistan'ın stratejik önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Güney Avrupa'nın Arabistan'a uzaklığı Hindistan'ınki kadardı.
O çağın tarihini okuyun. Göreceksiniz ki peygamberlik için Arap milletinden daha uygun bir millet yoktu. O zamana kadar pek çok millet şan ve şöhret kazanmış, sonra muhtelif zaaflara kapılarak tarih sahnesinden silinmişlerdi. Arap milleti ise genç ve dinç olup, benliğini henüz kazanmamıştı. Medeniyet ve kültür diğer kavimleri yozlaştırmış, henüz uygarlığın meyvesini tadamadığı için, rahata ve lükse alışamamış, dolayısıyla, uygarlığın zararlarından da etkilenmemişti. Altıncı yüzyılın Arap'ları medeniyetin zararlı tesirlerinden uzak kalmış, pek çok meziyetlere sahiptiler. Onlar cesurdu, yiğitti, mertti, cömertti, doğru sözlüydü ve vaatlerini yerine getirirlerdi. Düşünceye saygılı, hür ve hürriyet sever, namuslu ve haysiyetli insanlardı.. Namusları için canlarım feda etmekten çekinmiyor, sade ve basit hayat sürüyor ve her türlü lüksten kaçınıyorlardı. Şüphesiz onların bazı kötü tarafları da vardı. Çünkü yaklaşık olarak 2500 seneden beri onlara herhangi bir peygamber gelmemişti. Durumlarını düzeltecek onlara iyi ahlâk ve medeniyetin kurallarını öğretecek bir lider de yoktu. Asırlardan beri çölde yaşadıkları için çeşitli batıl inanç ve hurafeleri kabul etmişlerdi. Cehalete öylesine saplanmışlardı ki onları adam etmek kolay değildi. Fakat yine de asıl cevherleri yok olmamıştı. Fevkalâde kuvvetli ve kabiliyetli bir lider ve büyük bir dahi onlardaki bu cevheri bulup, pekâla emsalsiz bir millete dönüştürebilirdi. Böyle üstün yetenekli bir önderin öğretisiyle, çöldeki bu bedeviler dünyaya meydan okuyabilecek ve büyük bir ideal uğruna dünyayı hakimiyetleri altına alabilecek güçteydiler. Gerçekten, cihan Peygamberi'nin (a.s.) talimatının her tarafa yayılması için işte böyle genç ve dinamik bir millete ihtiyaç vardı.
Sonra Arapçaya bakın. Bu dili öğrenir, dilin edebi hazinesini bilirseniz, ilâhi emir ve buyrukların en ince noktalarına kadar ulvi bir ifade ile anlatılması ve insanların kalbinde heyecan ve dehşet yaratılması için bundan daha uygun bir lisan olmayacağına kani olursunuz. Arapça ile çok derin ve bilimsel konular, birkaç kelime ve cümleyle ifade edilebilir. Sonra, bu cümlelerde öyle büyük hitabet ve tesir gücü var ki, bunlar dinleyicinin yüreğine adeta bir ok gibi işler. Bazen ifadeler öylesine tatlı ve yumuşak olur ki, cazibesine kapılmanız işten bile değildir. Bazen Arapçayı duyunca bir musiki dinlediğinizi hissedersiniz. Doğrusu, Kur'an-ı Kerim gibi yüce bir kitap için böyle bir dile ihtiyaç vardı.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki Allahu Teâlâ, iki cihan Peygamberi'nin biseti için Arabistan'ı seçti.
Bir millet asırlarca cehalet, dalâlet, geri kalmışlık ve ahlâksızlığın batağında kıvranıyor. Birden bire
Ama bu milletin akılsız ve ahmak insanlarıyla çıkarları tehlikeye giren kabile reisleri bu yeni lidere şiddetle karşı çıkıyor ve kendisini başarısız kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Yıllar geçtikçe bu kötü niyetli insanların kin, nefret ve düşmanlığı had safhaya ulaşıyor ve en nihayet yeni lideri öldürmeye karar veriyorlar.
Tam bu sırada, Allahu Teâlâ bu bedbin ve kinci insanları sert bir şekilde ikaz ediyor ve diyor ki: "Sakın, budalalığınızla bir şeyin halledileceğini sanmayın. Sanmayın ki sırf bu yüzden sizi yola getirmekten vazgeçeceğim. Yüzyıllardan beri içinde bulunduğunuz bataklıktan sizi kurtarmayacağım hissine kapılmayın. Rahmetimin gereğinin bu olduğunu mu sanıyorsunuz? Hiç düşündünüz mü,