Çiğ tanesi pırıltısında gözlerim ve yine adınla başlıyorum İsrâ. Kekeme kalmış cüzlerimin nurundan yoksun gözlerim ve yavaş yavaş hırpalıyor suretimi aynanın resmedemediği. Kıvılcımla ateş arasında bir mirâcı vardı herkesin…
Herkesin bir İsrâ’sı…
Kim bilir kaç kez dokunduğum yerdeydi kalbimin ibresi. Hezimetim akşam alacasında…
Ah ne çok denizdir ellerin bana ne çok aşina!
Kum tanelerinin suya inmesi yakınken yaz yağmurlarının tutuştuğu akşamlarda okudum kendimi ve en çok seni. Mabedimin uzaklığına sen düştün ya geceye çektiğin siyah peçenin ardında uyku ve uyanıklık arası kutsal terennümler mırıldanıyorum. Bir bedevinin yangın yeri uykusuna benzetiyorum seni ‘ruhu besleyen’. Bu yüzden iğfal edilemiyor hükmüm cümlelerimin bittiği yerde. Al bu ağır aksak düşü toparla benden!
Adının başında ben bir zedeyim İsrâ!
Aşkın geceden dökülen tutam tutam teksifken kahrım lütfuna öğrendim çölün rahmetine düşmenin kızıl kıyamet yanmaktan geçtiğini! Onca gidiyorken aşk kalmak da neydi? Gidenlerin ardında bıraktıkları toz sürmelenirken gözümüze durmak neyin nesiydi? Göğüne mest olan muradım fikrime el ettikçe kopar kıyamet İsrâ. Zemheri tutar geceyi. Dolanır niyazıma gül kokulu sunaklar.
Kan tutar sana olan düşkünlüğüm de hüznün doğu yarısı kalır öksüz!
Ezberimdesin daim. Her gece gökte mavi bir yıldızla kıyama duruyoruz aşka. Ellerimde virdin… Razılığımla karışıyorum yokluğuna. Seninle gül mevsimiyken içim fırtına çıksa ne yazar İsrâ! Değil mi ki sen saçlarıma alev alev yağarken geçeceğim sadece bir pervaz vardı.
Yağmur bu kadar ıslak geçerken ömrümden sen en çok ‘O’ydun. Haydi! Beni senin aşkında sına. Ab-ı hayatın ile yıka kalbimi. Selama dursun yıldızlar.
Ben senden geçeyim sen benden…
Tâ ki ‘O’ görünsün İsrâ!