Ayyüzlüm
Yeni Üyemiz
http://gonulbelamsin.spaces.live.com/blog/cns!F84B4F162FF0607F!2607.entry
Tefekkür, insanın, varlıkların, kainatın ve olayların hakikatini anlama çabasının adı…
Allahu Tealâ’nın, birçok ayet-i kerimede “düşünmez misiniz?”, “görmez misiniz?”, “düşünüp ibret almaz mısınız?” hitabıyla insanı sorumlu tuttuğu büyük ibadet…
İnsanı insan yapan, diğer varlıklardan ayıran temel özellik ve en büyük fark…
Tefekkür, olmayan bir şeyi hayal etmek değil, varlıklardaki manayı görmektir. Tefekkür, kalp gözüyle varlıklara bakmak ve onlarda yazılı ilâhî ibretleri okumaktır.
Tefekkür, adeta varlıklar ile konuşmak ve her gördüğünden Yüce Mevlâ’dan haber sormaktır.
Tefekkür, Allahu Tealâ’nın eşyadaki tecellilerini okumak ve onlardaki hikmeti anlamaktır.
Tefekkürün gayesi manevî yükseliştir. Manevî yükseliş, körükörüne bağlılıktan kurtulmak, her an Allah’a yaklaşmak, devamlı O’na hayran olmak, sürekli zikir halinde bulunmak ve nihayet “ihsan” mertebesine ulaşmaktır.
İhsan, kalbin uyanması ve basiretin açılmasıdır. İhsan, eşya ile perdelenmemektir. İhsan, gaflete düşmemektir. İhsan, sanki Allahu Tealâ’yı görüyormuş gibi bir hale ermektir.
Tefekkürün sonu, tevhittir. Alanı kainat kadar geniştir. Allahu Tealâ’dan başka bütün varlıklar tefekkür edilebilir. Şu dünyada acı-tatlı her ne varsa, hepsi ayrı bir ilim ve tecelli taşır. Var olan her şey, bir şeyi öğretmek içindir. O da kula kulluğunu bildirmek, Yüce Yaratıcı’nın ululuğunu isbat etmektir.
Etrafımızda ibret alınacak o kadar şey var ki, belki de bu çokluk ve devamlı yüz yüze bulunuyor olmak bizi gaflete düşürüyor. Bu halimize Yüce Rabbimiz şöyle dikkat çekiyor: “Göklerde ve yerde (birliğimizi ve kudretimizi gösteren) nice deliller vardır ki, hergün onların yanından geçiyorlar, fakat hiç ibret almadan yüz çevirip gidiyorlar.” (Yusuf/105)
Evet; görülen ve duyulan şeylerden ibet almak, ancak tefekkürle mümkün. Eğer tefekkür edip ibret alsaydık, bir an bile aynı halde kalmazdık. İbret alsaydık, boş işlerle bir daha yaşanmayacak yılları boşuna tüketmezdik. İbret alsaydık bir delikten iki kere ısırılmazdık. İbret alsaydık, dünyayı baş tacı yapıp, ebedi yurdu unutmazdık. İbret alsaydık, bozuk halimiz düzelir, kötü zamanlarımız tekrar etmezdi.
Ve… eğer ibret almazsak Mevlâmız da dünyamız da bize gazap edecek. Çünkü ibret almadan yaşayan insan, Mevlâ’sına asi, dünyasına yüktür.
İNSAN; İBRET ALAN VARLIK
Muhammed Emin Gül
Acaba insan olarak bizler hangi vasfımızla övünebilir ve diğer varlıklardan üstün olduğumuzu iddia edebiliriz? Konuşmak, gülmek, eğlenmek, tabiata hakim olmak veya iki ayak üzerinde yürümekle mi? Evet, bunlar insanoğluna has özellikler ama insan olmanın üstünlük ve şerefi bunlarda değil. Üstünlük ve şeref, düşünüp ibret almada ve ebedî hayat için hazırlanmada…
Şu uçsuz bucaksız kainat ve içindeki sayısız varlık boş yere, oyun ve eğlence için yaratılmış olabilir mi? Gerçekten de üzerine basıp geçtiğimiz ufacık bir böceğin bile bir varoluş sebebi olduğunu, bir görev için yeryüzünde bulunduğunu bugünkü bilim de teyit ediyor. O halde insanın da var oluş gayesinin yanı sıra bir varlık tanımı olmalı.
Bu tanımı en doğru ve en iyi şekilde onu yaratanın yapacağı açık. Peki Allahu Tealâ, insanı diğer varlıklar arasında nasıl tanımlıyor? İnsan kimdir, insanlık nedir?
“Gözleri vardır, görmezler”
Yüce Yaratıcı insanı, düşünüp ibret alan, varlıkların hakikatını, olayların iç yüzünü okuyan, Kur’an ve kainat diliyle yapılan ilâhî çağrıyı duyan akıllı varlık olarak tanıtıyor. Bunlar bulunmayınca insanlıktan bahsedilmeyeceğini belirtiyor. Cenab-ı Hakk’ın kınadığı şu gruba girmekten korkmalıyız:
“Onların kalbleri vardır, onlarla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, hakikatı görmezler. Kulakları vardır, hak çağrıyı duymazlar. İşte bu kimseler hayvanlar gibidir; hatta onlardan daha da şaşkındır. Onlar gerçekten gafil kimselerdir.” (A’raf/179)
Gaflet, kalbin günahla kirlenmesi ile oluşan manevî körlüktür. Gafil, gördüklerinden ve işittiklerinden bir şey anlamayan kimsedir. Asıl körlük, baş gözünün varlıkları görmeyişi değil, kalbin niçin var olduğunu farketmeyişidir.
Şu halde, insanı hayvanlardan ayıran en önemli özellik, düşünüp ibret almasıdır.
İbret için diri kalp gerek
Düşünmek aklın, ibret almak kalbin işidir. Doğru düşünemeyenin aklı, ibret alamayanın kalbi hastadır. Manevî kalp hastalığının tek sebebi ise imansızlık ve isyandır. Allah Rasulü (A.S.) kalbin nasıl hasta olduğunu ve manen ne şekilde köreldiğini şöyle belirtir:
“Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta konur. Eğer kul günahtan vazgeçer, istiğfar ve tevbe ederse kalbi temizlenir, parlar. Eğer günah işlemeye devam ederse günahlar kalbini tamamen sarar. Bu durum ayette belirtilen (Mutaffifin/14) kalbin örtülmesidir.” (Tirmizî, Nesaî, Ahmed)
Kur’an ve kainattan ibret almak için kalbin diri, gönlün uyanık, aklın nurlu olması gerekir. Kalbi manen ölü kimseye Peygamber seslense duymaz, Cebrail davet etse uymaz. Tıpkı Ebu Cehil ve benzerleri gibi…
Bugünkü insanlar belki çok şeyi düşünüyorlar, fakat bir şeyi çok az gündeme alıyor veya hiç düşünmüyorlar: Neyi, nasıl, niçin düşüneceğini düşünmek…
Eğer, bize verilen akıl ve kalp cevherini nefsimizin meyline göre değil de, onları bize bahşeden Rabbimiz’in muradına göre kullanabilseydik, yani tefekkür edebilseydik, gerçek iman ve irfan sahibi olurduk. Cehaletimiz giderdi, gafletten kurtulurduk. Bir müminin olması gerektiği gibi dengeli olur, kimseye haksızlık etmezdik. Fani olan ile baki olanı tanırdık. Dünyada bir yolcu olduğumuzu anlardık. Kendimizi tanır, haddimizi bilirdik. Kibirle, hasetle yanmaz, başkalarını Allah için sevmesini bilirdik; sevgi cennetine girerdik.
Eğer düşünüp ibret alsaydık, gerçekleri anlardık. İbret alamadığımız için gönlümüz öldü, gözlerimiz kurudu. Gülmemiz gereksiz, susmamız hikmetsiz, konuşmamız sebepsiz oldu. İnsan olmanın tadına varamadık. Çünkü biz, hep midemizi dert edindik, biraz olsun kalbimize dönüp bakmadık.
Artık ne için var edildiysek o gaye için, Yaratıcımız bizi nasıl tanımladıysa o tanıma uygun olabilmek için tefekkür etmemiz, düşünüp ibret almamız gerekiyor. Hem kendimizde bulunan enfüsî ibretleri, hem de zerre zerre bütün kainatı dolduran afakî ibretleri görmemiz gerekiyor. Bunu da yapmazsak adımız insan olsa bile ne fark eder ki?
BİR MERKEZE SAHİP OLMAK
Halil Akgün
İçinde yaşadığımız çokluk alemi, bir merkeze sahip olmayı zorunlu kılar. Sayısız derecedeki hadise ve eğilimlerin içinde kendine bir merkez, bir istikamet seçemeyen insan, rüzgarın önündeki yaprak misali, belli bir hedef ve menzilden yoksundur.
Kendine bir merkez edinmeme halini, istikamet sahibi olmadığı için her yöne giden, fakat günün sonunda hiç bir yere ulaşamayan insana da benzetebiliriz. Her tarafa gidebilen bir insan, aslında hiç bir tarafa gitmiyor, hiç bir yol katetmiyor demektir. Zira aradığımız şeyin ne olduğunu bilmiyorsak, bulduğumuz şeyin ne anlama geldiğini, ona ne değer biçeçeğimizi de bilemeyiz.
Yolculuk nereye?
İslâm düşüncesinin insanın yeryüzündeki hayat serüvenini anlatırken üzerinde ısrarla durduğu misallerin başında, yolculuk gelir. Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz’in buyurduğu gibi, insan bu dünyada bir yolcu, sınırlı ömrü de yolculuk sırasında verilmiş bir moladır. İstikamet, bu dünyanın ötesinedir. Bu yüzden insanın bu dünyada bir ev sahibi rahatlığında yaşaması, istikametten sapmayı ifade eder. Dünyanın durağan ve ebediymiş gibi görünen yapısı, basit bir algı hatasından ibarettir. İçinde yasadığımiz fizik alem, oluş bozuluş (kevn u fesad) kutupları arasında gidip gelmekte, her an biteviye yeniden yaratılmaktadır. Bu noktada Kur’anın, maddi dünyanın geçici yapısını tasvir etmek için dağlara bakmamızı emretmesi oldukça manidardır. Yerinde sapasağlam durduğunu zannettiğimiz dağlar, aslında tıpkı bulutlar gibi her an bir oluş ve bozuluş sürecindedirler. Bu gerçeği beş duyumuzla açık seçik algılamamız mümkün değildir, zira sahip olduğumuz beş duyu, dünyayla olan ilişkimizdeki en basit ve temel seviyeyi ifade eder. Dünyanın asıl gerçekliğinin kavranması, daha yüksek bilme ve kavrayış melekelerinin harekete geçirilmesine bağlıdır.
Değişken hayatı, değişmez değerlerle sağlamlaştırmak
Din, bütün emir ve yasaklarıyla bizi bir merkeze bağlar. İnsanın fıtratında bulunan iyi ve kötü bütün eğilimler, hisler, düşünceler, ancak bir merkez ekseninde anlamlı ve uyumlu bir bütünlük arzeder. Aksi halde insan, modern psikolojinin iddia ettiği gibi karmaşa içinde, yani harmoni ve ahenkten yoksun bir nesne haline gelir. Böyle bir insanın normal ve dengeli bir hayat yaşaması şüphesiz mümkün değildir. Zira kendine merkez olarak geçici ve aşağı olanı seçen kişi, ilke ve değerlerini gündelik hadiselerden devşiriyor demektir. Modern yaşama biçiminin üzerimize empoze ettiği açmazlardan biri, tam da bu noktada netlik kazanır: Yenilik, değişim, zamanın şartları, çağa uymak gibi kavramlar üzerine yapılan vurgu, modern anlayışın bize merkez olarak neyi almamız gerektiğini gösteren en belirgin işaretlerinden biridir. Ebedî ve değişmez olanın karşısında sürekli değişim ve yeniliği bir ilke haline getirmek, sosyal hadiselerin istikametini hedefsiz bir sürece bırakmak ile eş anlamlıdır. Bir başka ifadeyle, eğer gündelik hayatımızı sahip olduğumuz ilke ve değerler belirlemiyorsa, ilke ve hedeflerimiz yaşadığımız gündelik hayat tarafından belirleniyor demektir.
Modern psikolojinin büyük hatası
Bir merkeze sahip olmanın önemi, nirengi noktasına insan psikolojisi sahasında ulaşır. Modern psikoloji insanı beden ve ego yani benlikten ibaret bir varlık olarak tanımlar. Dahası, bu yaklaşıma göre ego dediğimiz nesne de aslında beyindeki bir takım sinirsel ve biyolojik faktörlerin ürünü olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla insan, modern düşüncede salt maddi bir temel esas alınarak tanımlanır. Modern psikolojinin ruh kelimesinden kaçmak için icad ettiği ego (ben), aslında insanın sadece bir yönünü kapsar.
İlm-i nefs olarak bilinen geleneksel psikolojiye göre ise insan, üç saçayağı üzerine oturur: ruh, nefs ve beden. Bu üç unsur arasındaki kademeli ilişki, insandaki çatışmacı eğilimleri bütünleştirir, onlar arasında bir ahenk ve işbirliği oluşturur. Bu hiyerarşinin tepe noktasında bulunan ruh, aynı zamanda merkez görevini görür. Zira ruh, nefs ve bedenin tersine, insanın geçici ve aşağı yönünü değil, ebedi ve yüksek yönünü belirler. Ruh gerçeğinin bugün psikolojinin alanından kovulması ve bir takım ‘ruhçu’ akımların tekeline girmesi, şüphesiz modern yaklaşımların acıklı sonuçlarından biridir.
Ya bağlılık, ya karmaşa
Bütün müslüman mütefekkirlerin üzerinde ısrarla durduğu gibi, bir merkeze sahip olmak, insanın ruh sağlığı ve kişisel bütünlüğü için zarurettir. Hepimiz, içimizde birden fazla kişilik taşırız. Bu, kişisel bozukluk anlamına gelmez. Bilakis, insanın fıtratında bulunan değişik eğilimlerin varlığına delalet eder. ‘Kendimi bu konuda disipline etmem lazım’, ‘bunu yapmamam lazım, ‘şunu yememem lazım’ gibi ifadeler, hepimizin hemen her gün yaşadığı halleri ifade eder. Burada emreden ile, emredilen, disipline etmek isteyen ile disipline edilmesi gereken kimdir? Şüphesiz aynı kişi. Fakat bu aynı kişi, bünyesinde birden fazla eğilimi barındırır ve bu eğilimlerin kaynağı insanın üçlü yapısıdır; yani bedeni, nefsi ve ruhudur. Bu eğilimlerin entegre edilmesi, aralarında bir denge ve ahenk ilişkisinin kurulması, kişisel bütünlük açısından gerekli olduğu gibi, ruh sağlığı açısından da zaruridir.
İstikametsiz insanın acıklı bunalımı
Bir merkeze sahip olmak, bu eğilimleri bütünleştirmek, insana bir bütün olarak bakabilmek demektir. Böyle bir merkeze sahip olmadığı için bütünlük ve istikametten yoksun olan insan, karmaşa içinde ve hatta hasta bir ruh hali ile yaşamak zorundadır.
Bu sorunun boyutlarını kavramak için modern dünyadaki ruh hastalıklarına, psikolojik bozukluklara bakmak yeterlidir. Modern psikolojinin özellikle ileri sanayi toplumlarında dinin yerine geçmesi ve psikologların (sahte) bir din adamı kimliğine bürünmesi, yaşanan bu krizin en çarpıcı göstergelerinden biridir. Merkezden yoksun modern insan, şirazesi dağılmış kitap misali, ne yöne gideceğini bilememekte, bu ise dipteki manevi ve ruhi krizi daha da onulmaz hale getirmektedir.
Bir merkeze sahip olmak, gecici ve süfli olan karşısında, ebedi ve yüksek olanla doğrudan ve bizzat bir ilişkiye girmek demektir. İğnesi bir noktaya sabitlenmiş pergel misali, merkezini muhkem kılan insan, alemleri deveran etmekten korkmaz. Zira bir merkeze sahip olan kişi için, dağılma, bölünme yahut savrulma tehlikesi yoktur. Modern hayatın üzerimize empoze ettiği şizofrenik ruh hali, ancak bir merkezi kendimize eksen aldığımız zaman etkisiz hale gelebilir.
((SEMERKAND DERGİSİNDEN ALINTIDIR))
Tefekkür, insanın, varlıkların, kainatın ve olayların hakikatini anlama çabasının adı…
Allahu Tealâ’nın, birçok ayet-i kerimede “düşünmez misiniz?”, “görmez misiniz?”, “düşünüp ibret almaz mısınız?” hitabıyla insanı sorumlu tuttuğu büyük ibadet…
İnsanı insan yapan, diğer varlıklardan ayıran temel özellik ve en büyük fark…
Tefekkür, olmayan bir şeyi hayal etmek değil, varlıklardaki manayı görmektir. Tefekkür, kalp gözüyle varlıklara bakmak ve onlarda yazılı ilâhî ibretleri okumaktır.
Tefekkür, adeta varlıklar ile konuşmak ve her gördüğünden Yüce Mevlâ’dan haber sormaktır.
Tefekkür, Allahu Tealâ’nın eşyadaki tecellilerini okumak ve onlardaki hikmeti anlamaktır.
Tefekkürün gayesi manevî yükseliştir. Manevî yükseliş, körükörüne bağlılıktan kurtulmak, her an Allah’a yaklaşmak, devamlı O’na hayran olmak, sürekli zikir halinde bulunmak ve nihayet “ihsan” mertebesine ulaşmaktır.
İhsan, kalbin uyanması ve basiretin açılmasıdır. İhsan, eşya ile perdelenmemektir. İhsan, gaflete düşmemektir. İhsan, sanki Allahu Tealâ’yı görüyormuş gibi bir hale ermektir.
Tefekkürün sonu, tevhittir. Alanı kainat kadar geniştir. Allahu Tealâ’dan başka bütün varlıklar tefekkür edilebilir. Şu dünyada acı-tatlı her ne varsa, hepsi ayrı bir ilim ve tecelli taşır. Var olan her şey, bir şeyi öğretmek içindir. O da kula kulluğunu bildirmek, Yüce Yaratıcı’nın ululuğunu isbat etmektir.
Etrafımızda ibret alınacak o kadar şey var ki, belki de bu çokluk ve devamlı yüz yüze bulunuyor olmak bizi gaflete düşürüyor. Bu halimize Yüce Rabbimiz şöyle dikkat çekiyor: “Göklerde ve yerde (birliğimizi ve kudretimizi gösteren) nice deliller vardır ki, hergün onların yanından geçiyorlar, fakat hiç ibret almadan yüz çevirip gidiyorlar.” (Yusuf/105)
Evet; görülen ve duyulan şeylerden ibet almak, ancak tefekkürle mümkün. Eğer tefekkür edip ibret alsaydık, bir an bile aynı halde kalmazdık. İbret alsaydık, boş işlerle bir daha yaşanmayacak yılları boşuna tüketmezdik. İbret alsaydık bir delikten iki kere ısırılmazdık. İbret alsaydık, dünyayı baş tacı yapıp, ebedi yurdu unutmazdık. İbret alsaydık, bozuk halimiz düzelir, kötü zamanlarımız tekrar etmezdi.
Ve… eğer ibret almazsak Mevlâmız da dünyamız da bize gazap edecek. Çünkü ibret almadan yaşayan insan, Mevlâ’sına asi, dünyasına yüktür.
İNSAN; İBRET ALAN VARLIK
Muhammed Emin Gül
Acaba insan olarak bizler hangi vasfımızla övünebilir ve diğer varlıklardan üstün olduğumuzu iddia edebiliriz? Konuşmak, gülmek, eğlenmek, tabiata hakim olmak veya iki ayak üzerinde yürümekle mi? Evet, bunlar insanoğluna has özellikler ama insan olmanın üstünlük ve şerefi bunlarda değil. Üstünlük ve şeref, düşünüp ibret almada ve ebedî hayat için hazırlanmada…
Şu uçsuz bucaksız kainat ve içindeki sayısız varlık boş yere, oyun ve eğlence için yaratılmış olabilir mi? Gerçekten de üzerine basıp geçtiğimiz ufacık bir böceğin bile bir varoluş sebebi olduğunu, bir görev için yeryüzünde bulunduğunu bugünkü bilim de teyit ediyor. O halde insanın da var oluş gayesinin yanı sıra bir varlık tanımı olmalı.
Bu tanımı en doğru ve en iyi şekilde onu yaratanın yapacağı açık. Peki Allahu Tealâ, insanı diğer varlıklar arasında nasıl tanımlıyor? İnsan kimdir, insanlık nedir?
“Gözleri vardır, görmezler”
Yüce Yaratıcı insanı, düşünüp ibret alan, varlıkların hakikatını, olayların iç yüzünü okuyan, Kur’an ve kainat diliyle yapılan ilâhî çağrıyı duyan akıllı varlık olarak tanıtıyor. Bunlar bulunmayınca insanlıktan bahsedilmeyeceğini belirtiyor. Cenab-ı Hakk’ın kınadığı şu gruba girmekten korkmalıyız:
“Onların kalbleri vardır, onlarla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, hakikatı görmezler. Kulakları vardır, hak çağrıyı duymazlar. İşte bu kimseler hayvanlar gibidir; hatta onlardan daha da şaşkındır. Onlar gerçekten gafil kimselerdir.” (A’raf/179)
Gaflet, kalbin günahla kirlenmesi ile oluşan manevî körlüktür. Gafil, gördüklerinden ve işittiklerinden bir şey anlamayan kimsedir. Asıl körlük, baş gözünün varlıkları görmeyişi değil, kalbin niçin var olduğunu farketmeyişidir.
Şu halde, insanı hayvanlardan ayıran en önemli özellik, düşünüp ibret almasıdır.
İbret için diri kalp gerek
Düşünmek aklın, ibret almak kalbin işidir. Doğru düşünemeyenin aklı, ibret alamayanın kalbi hastadır. Manevî kalp hastalığının tek sebebi ise imansızlık ve isyandır. Allah Rasulü (A.S.) kalbin nasıl hasta olduğunu ve manen ne şekilde köreldiğini şöyle belirtir:
“Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta konur. Eğer kul günahtan vazgeçer, istiğfar ve tevbe ederse kalbi temizlenir, parlar. Eğer günah işlemeye devam ederse günahlar kalbini tamamen sarar. Bu durum ayette belirtilen (Mutaffifin/14) kalbin örtülmesidir.” (Tirmizî, Nesaî, Ahmed)
Kur’an ve kainattan ibret almak için kalbin diri, gönlün uyanık, aklın nurlu olması gerekir. Kalbi manen ölü kimseye Peygamber seslense duymaz, Cebrail davet etse uymaz. Tıpkı Ebu Cehil ve benzerleri gibi…
Bugünkü insanlar belki çok şeyi düşünüyorlar, fakat bir şeyi çok az gündeme alıyor veya hiç düşünmüyorlar: Neyi, nasıl, niçin düşüneceğini düşünmek…
Eğer, bize verilen akıl ve kalp cevherini nefsimizin meyline göre değil de, onları bize bahşeden Rabbimiz’in muradına göre kullanabilseydik, yani tefekkür edebilseydik, gerçek iman ve irfan sahibi olurduk. Cehaletimiz giderdi, gafletten kurtulurduk. Bir müminin olması gerektiği gibi dengeli olur, kimseye haksızlık etmezdik. Fani olan ile baki olanı tanırdık. Dünyada bir yolcu olduğumuzu anlardık. Kendimizi tanır, haddimizi bilirdik. Kibirle, hasetle yanmaz, başkalarını Allah için sevmesini bilirdik; sevgi cennetine girerdik.
Eğer düşünüp ibret alsaydık, gerçekleri anlardık. İbret alamadığımız için gönlümüz öldü, gözlerimiz kurudu. Gülmemiz gereksiz, susmamız hikmetsiz, konuşmamız sebepsiz oldu. İnsan olmanın tadına varamadık. Çünkü biz, hep midemizi dert edindik, biraz olsun kalbimize dönüp bakmadık.
Artık ne için var edildiysek o gaye için, Yaratıcımız bizi nasıl tanımladıysa o tanıma uygun olabilmek için tefekkür etmemiz, düşünüp ibret almamız gerekiyor. Hem kendimizde bulunan enfüsî ibretleri, hem de zerre zerre bütün kainatı dolduran afakî ibretleri görmemiz gerekiyor. Bunu da yapmazsak adımız insan olsa bile ne fark eder ki?
BİR MERKEZE SAHİP OLMAK
Halil Akgün
İçinde yaşadığımız çokluk alemi, bir merkeze sahip olmayı zorunlu kılar. Sayısız derecedeki hadise ve eğilimlerin içinde kendine bir merkez, bir istikamet seçemeyen insan, rüzgarın önündeki yaprak misali, belli bir hedef ve menzilden yoksundur.
Kendine bir merkez edinmeme halini, istikamet sahibi olmadığı için her yöne giden, fakat günün sonunda hiç bir yere ulaşamayan insana da benzetebiliriz. Her tarafa gidebilen bir insan, aslında hiç bir tarafa gitmiyor, hiç bir yol katetmiyor demektir. Zira aradığımız şeyin ne olduğunu bilmiyorsak, bulduğumuz şeyin ne anlama geldiğini, ona ne değer biçeçeğimizi de bilemeyiz.
Yolculuk nereye?
İslâm düşüncesinin insanın yeryüzündeki hayat serüvenini anlatırken üzerinde ısrarla durduğu misallerin başında, yolculuk gelir. Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz’in buyurduğu gibi, insan bu dünyada bir yolcu, sınırlı ömrü de yolculuk sırasında verilmiş bir moladır. İstikamet, bu dünyanın ötesinedir. Bu yüzden insanın bu dünyada bir ev sahibi rahatlığında yaşaması, istikametten sapmayı ifade eder. Dünyanın durağan ve ebediymiş gibi görünen yapısı, basit bir algı hatasından ibarettir. İçinde yasadığımiz fizik alem, oluş bozuluş (kevn u fesad) kutupları arasında gidip gelmekte, her an biteviye yeniden yaratılmaktadır. Bu noktada Kur’anın, maddi dünyanın geçici yapısını tasvir etmek için dağlara bakmamızı emretmesi oldukça manidardır. Yerinde sapasağlam durduğunu zannettiğimiz dağlar, aslında tıpkı bulutlar gibi her an bir oluş ve bozuluş sürecindedirler. Bu gerçeği beş duyumuzla açık seçik algılamamız mümkün değildir, zira sahip olduğumuz beş duyu, dünyayla olan ilişkimizdeki en basit ve temel seviyeyi ifade eder. Dünyanın asıl gerçekliğinin kavranması, daha yüksek bilme ve kavrayış melekelerinin harekete geçirilmesine bağlıdır.
Değişken hayatı, değişmez değerlerle sağlamlaştırmak
Din, bütün emir ve yasaklarıyla bizi bir merkeze bağlar. İnsanın fıtratında bulunan iyi ve kötü bütün eğilimler, hisler, düşünceler, ancak bir merkez ekseninde anlamlı ve uyumlu bir bütünlük arzeder. Aksi halde insan, modern psikolojinin iddia ettiği gibi karmaşa içinde, yani harmoni ve ahenkten yoksun bir nesne haline gelir. Böyle bir insanın normal ve dengeli bir hayat yaşaması şüphesiz mümkün değildir. Zira kendine merkez olarak geçici ve aşağı olanı seçen kişi, ilke ve değerlerini gündelik hadiselerden devşiriyor demektir. Modern yaşama biçiminin üzerimize empoze ettiği açmazlardan biri, tam da bu noktada netlik kazanır: Yenilik, değişim, zamanın şartları, çağa uymak gibi kavramlar üzerine yapılan vurgu, modern anlayışın bize merkez olarak neyi almamız gerektiğini gösteren en belirgin işaretlerinden biridir. Ebedî ve değişmez olanın karşısında sürekli değişim ve yeniliği bir ilke haline getirmek, sosyal hadiselerin istikametini hedefsiz bir sürece bırakmak ile eş anlamlıdır. Bir başka ifadeyle, eğer gündelik hayatımızı sahip olduğumuz ilke ve değerler belirlemiyorsa, ilke ve hedeflerimiz yaşadığımız gündelik hayat tarafından belirleniyor demektir.
Modern psikolojinin büyük hatası
Bir merkeze sahip olmanın önemi, nirengi noktasına insan psikolojisi sahasında ulaşır. Modern psikoloji insanı beden ve ego yani benlikten ibaret bir varlık olarak tanımlar. Dahası, bu yaklaşıma göre ego dediğimiz nesne de aslında beyindeki bir takım sinirsel ve biyolojik faktörlerin ürünü olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla insan, modern düşüncede salt maddi bir temel esas alınarak tanımlanır. Modern psikolojinin ruh kelimesinden kaçmak için icad ettiği ego (ben), aslında insanın sadece bir yönünü kapsar.
İlm-i nefs olarak bilinen geleneksel psikolojiye göre ise insan, üç saçayağı üzerine oturur: ruh, nefs ve beden. Bu üç unsur arasındaki kademeli ilişki, insandaki çatışmacı eğilimleri bütünleştirir, onlar arasında bir ahenk ve işbirliği oluşturur. Bu hiyerarşinin tepe noktasında bulunan ruh, aynı zamanda merkez görevini görür. Zira ruh, nefs ve bedenin tersine, insanın geçici ve aşağı yönünü değil, ebedi ve yüksek yönünü belirler. Ruh gerçeğinin bugün psikolojinin alanından kovulması ve bir takım ‘ruhçu’ akımların tekeline girmesi, şüphesiz modern yaklaşımların acıklı sonuçlarından biridir.
Ya bağlılık, ya karmaşa
Bütün müslüman mütefekkirlerin üzerinde ısrarla durduğu gibi, bir merkeze sahip olmak, insanın ruh sağlığı ve kişisel bütünlüğü için zarurettir. Hepimiz, içimizde birden fazla kişilik taşırız. Bu, kişisel bozukluk anlamına gelmez. Bilakis, insanın fıtratında bulunan değişik eğilimlerin varlığına delalet eder. ‘Kendimi bu konuda disipline etmem lazım’, ‘bunu yapmamam lazım, ‘şunu yememem lazım’ gibi ifadeler, hepimizin hemen her gün yaşadığı halleri ifade eder. Burada emreden ile, emredilen, disipline etmek isteyen ile disipline edilmesi gereken kimdir? Şüphesiz aynı kişi. Fakat bu aynı kişi, bünyesinde birden fazla eğilimi barındırır ve bu eğilimlerin kaynağı insanın üçlü yapısıdır; yani bedeni, nefsi ve ruhudur. Bu eğilimlerin entegre edilmesi, aralarında bir denge ve ahenk ilişkisinin kurulması, kişisel bütünlük açısından gerekli olduğu gibi, ruh sağlığı açısından da zaruridir.
İstikametsiz insanın acıklı bunalımı
Bir merkeze sahip olmak, bu eğilimleri bütünleştirmek, insana bir bütün olarak bakabilmek demektir. Böyle bir merkeze sahip olmadığı için bütünlük ve istikametten yoksun olan insan, karmaşa içinde ve hatta hasta bir ruh hali ile yaşamak zorundadır.
Bu sorunun boyutlarını kavramak için modern dünyadaki ruh hastalıklarına, psikolojik bozukluklara bakmak yeterlidir. Modern psikolojinin özellikle ileri sanayi toplumlarında dinin yerine geçmesi ve psikologların (sahte) bir din adamı kimliğine bürünmesi, yaşanan bu krizin en çarpıcı göstergelerinden biridir. Merkezden yoksun modern insan, şirazesi dağılmış kitap misali, ne yöne gideceğini bilememekte, bu ise dipteki manevi ve ruhi krizi daha da onulmaz hale getirmektedir.
Bir merkeze sahip olmak, gecici ve süfli olan karşısında, ebedi ve yüksek olanla doğrudan ve bizzat bir ilişkiye girmek demektir. İğnesi bir noktaya sabitlenmiş pergel misali, merkezini muhkem kılan insan, alemleri deveran etmekten korkmaz. Zira bir merkeze sahip olan kişi için, dağılma, bölünme yahut savrulma tehlikesi yoktur. Modern hayatın üzerimize empoze ettiği şizofrenik ruh hali, ancak bir merkezi kendimize eksen aldığımız zaman etkisiz hale gelebilir.
((SEMERKAND DERGİSİNDEN ALINTIDIR))