Gülüşünüz Sabıkalıdır
Sokakların bile ayartılabileceğini, kentinse cerahatleşebileceğini, çapul ve talanın ve ihanetin alkışlanabileceğini bilemeyecek kadar gençtik.
Gençliğimiz avucumuzda mumdu; uysal ve titrek!
Oysa her gece Buraklara binip uzaklara giden bizdik.
Sesimiz yediveren gülleri, hanım elleri ninnilerimizdi.
Bol acılı romanlardan geçerdi çocuklar; ne çok kovulmuş kapılardan ne çok arabesk. Sermayemiz gülümsemekti.
Çekerdik üstümüze gecenin karanlığını.
Telde kalırdı uçurtmamız, bilyelerimizse hep kayıp.
Her gece bozguna çıkar, marş söylerdik.
Dua küçük ellerimizin uzak ülkesiydi.
Biz, o zaman ölen her yavru kunduzun geçkin bir kadına kürk olacağını bilmeyecek kadar temizdik.
Gölgesine pençelerini takmış kentte adresimiz; hurma gölgesi, kullanılmamış çöldü.
Korkularımızı son giden trenle göndermiştik.
Bizden sorulurdu duvarlar ve sokaklarda habere volta büyütürdük.
Yıkılan duvarlara yazı olurduk şehir kustukça bizi.
Her sözümüz devrimdi, her bakışımız militan.
/Aç çıplak ve susuzdum. Anama söylemedim. Yorgun ve uykusuzdum, bunu da. Vurulup düşerdim bir devin kalkışı gibi…/
Kandan geçti yolumuz ve konduk bir ateşin kıyısına.
Mecnunlarla okundu ve ezberlendi adımız.
Ama biz korkulu kalabalıklardan kalbimize yol bularak gererdik yumruklarımızı hor görülen bir hayatı yaşamak için.
İsyan önsözümüzdü.
Düşler ve kement sürekli boynumuzu sorgulardı.
Mahcuptuk bakarken tarihe, tarihse silikonlu pazılarını şişirerek; tebama söyleyin, asmasın şehzadeyi musa’nın asasına, derdi.
/ Devasa bir masalın ortasında kelebeğim, ateşle sınanan. Sonrası eylüldür, eylülse hüzün… Konuşamam. Vişne çürüğü bir akşamdı vuruldum. Ölüm ilanıyla girdim adresini yitirdiğim şehre; talan edilmiş panayırda herkes figüran, börtü böcek, ıvır zıvır…/
Doğulu olmak yalnızlıktır.
Bunu geç anladım.
Talandı bu ters asılmış levhalar.
Bozgun çığlığı, uzak acılar. Söz makas değiştirdi.
Onur sözcük cehenneminde muğlak bir takı.
Kumsala düşen cenin yeşermiyor, bakışımız yorgun.
Kaybetmiş gökyüzünü her şey puslu ve özensiz.
Dostluklar yanılsamadan ibaretmiş, bulmuyor adresini saf yürek göndermeler.
/ Ben ki çırılçıplak bir yürek kesilmiş ellerimle umutsuzluğun gırtlağına sarılıp unutturduğunuz isimlerden geliyorum. Yüreğimi kınından çıkarıp size adıyorum. Ben ki sizin için okudum ezberledim içimi…/
Sımsıcak alın terimiz yarınlar kadar.
Adımlarımız korkusuz. Başımız dik, onurluyuz.
Duruşumuz bembeyaz. Ay şafağa yakın sönmeden, kuşlar uyanmadan, çiçekler açacak baharımıza.
Anılarımıza kayıtsız kalacak kadar yorgunsak, terimizi soğutmayacak kadar süvariyiz.
Ölüm dur ihtarına uymayacak kadar diridir; elveda karanlığa. Sımsıcak dualarla adıyoruz ruhumuzu rüzgâra.
Selam ey özgür menekşesi dağlarımızın.
Bir günlük tanrısını yiyen çocuklardan ammarlar çoğaltan yâr!
/ Yüreğim habire toprağın damarlarını zorluyor. Saçlarıma kar yağsa da ben bu yürekle ısınırım./
AHMET USTA
Sokakların bile ayartılabileceğini, kentinse cerahatleşebileceğini, çapul ve talanın ve ihanetin alkışlanabileceğini bilemeyecek kadar gençtik.
Gençliğimiz avucumuzda mumdu; uysal ve titrek!
Oysa her gece Buraklara binip uzaklara giden bizdik.
Sesimiz yediveren gülleri, hanım elleri ninnilerimizdi.
Bol acılı romanlardan geçerdi çocuklar; ne çok kovulmuş kapılardan ne çok arabesk. Sermayemiz gülümsemekti.
Çekerdik üstümüze gecenin karanlığını.
Telde kalırdı uçurtmamız, bilyelerimizse hep kayıp.
Her gece bozguna çıkar, marş söylerdik.
Dua küçük ellerimizin uzak ülkesiydi.
Biz, o zaman ölen her yavru kunduzun geçkin bir kadına kürk olacağını bilmeyecek kadar temizdik.
Gölgesine pençelerini takmış kentte adresimiz; hurma gölgesi, kullanılmamış çöldü.
Korkularımızı son giden trenle göndermiştik.
Bizden sorulurdu duvarlar ve sokaklarda habere volta büyütürdük.
Yıkılan duvarlara yazı olurduk şehir kustukça bizi.
Her sözümüz devrimdi, her bakışımız militan.
/Aç çıplak ve susuzdum. Anama söylemedim. Yorgun ve uykusuzdum, bunu da. Vurulup düşerdim bir devin kalkışı gibi…/
Kandan geçti yolumuz ve konduk bir ateşin kıyısına.
Mecnunlarla okundu ve ezberlendi adımız.
Ama biz korkulu kalabalıklardan kalbimize yol bularak gererdik yumruklarımızı hor görülen bir hayatı yaşamak için.
İsyan önsözümüzdü.
Düşler ve kement sürekli boynumuzu sorgulardı.
Mahcuptuk bakarken tarihe, tarihse silikonlu pazılarını şişirerek; tebama söyleyin, asmasın şehzadeyi musa’nın asasına, derdi.
/ Devasa bir masalın ortasında kelebeğim, ateşle sınanan. Sonrası eylüldür, eylülse hüzün… Konuşamam. Vişne çürüğü bir akşamdı vuruldum. Ölüm ilanıyla girdim adresini yitirdiğim şehre; talan edilmiş panayırda herkes figüran, börtü böcek, ıvır zıvır…/
Doğulu olmak yalnızlıktır.
Bunu geç anladım.
Talandı bu ters asılmış levhalar.
Bozgun çığlığı, uzak acılar. Söz makas değiştirdi.
Onur sözcük cehenneminde muğlak bir takı.
Kumsala düşen cenin yeşermiyor, bakışımız yorgun.
Kaybetmiş gökyüzünü her şey puslu ve özensiz.
Dostluklar yanılsamadan ibaretmiş, bulmuyor adresini saf yürek göndermeler.
/ Ben ki çırılçıplak bir yürek kesilmiş ellerimle umutsuzluğun gırtlağına sarılıp unutturduğunuz isimlerden geliyorum. Yüreğimi kınından çıkarıp size adıyorum. Ben ki sizin için okudum ezberledim içimi…/
Sımsıcak alın terimiz yarınlar kadar.
Adımlarımız korkusuz. Başımız dik, onurluyuz.
Duruşumuz bembeyaz. Ay şafağa yakın sönmeden, kuşlar uyanmadan, çiçekler açacak baharımıza.
Anılarımıza kayıtsız kalacak kadar yorgunsak, terimizi soğutmayacak kadar süvariyiz.
Ölüm dur ihtarına uymayacak kadar diridir; elveda karanlığa. Sımsıcak dualarla adıyoruz ruhumuzu rüzgâra.
Selam ey özgür menekşesi dağlarımızın.
Bir günlük tanrısını yiyen çocuklardan ammarlar çoğaltan yâr!
/ Yüreğim habire toprağın damarlarını zorluyor. Saçlarıma kar yağsa da ben bu yürekle ısınırım./
AHMET USTA