Faydalı İlim (İlm-i Nafi) - 1

HASAN CAN

Active member
Bilginin şahsileşip, selim bir idrakin derinliklerine kök salmasına, "irfan" denir. Arif ise, sahip olduğu bilgilerin derunundaki sır, hikmet ve ilâhî tecellilere vâkıf olmuş, yâni irfan sâhibi kimse demektir. Bu olgunluğa erişememiş ilim sâhipleri hakkında; "Âlimdir, fakat arif değildir." denilir. Böyle kimselerin bilgileri, kitaplardaki gibi sabit ve mahfuzdur. Bu durum, tıpkı ambardaki tohuma benzer. O tohum, ancak toprağa kavuştuğunda neşv-ü nemâ imkânı bularak inkişaf eder ve çoğalır. Aksi hâlde böyle bilgiler, fikir imal etmeye ve zihinden kalbe inerek duyguları derinleştirmeye muvaffak olamaz. Bundan dolayı, böyle bilgilere kitabi bilgi denir.

Yerinde ve doğru olarak kullanıldığı takdirde her ilmin bir fayda sağlayabileceği muhakkaktır. Ancak, insanın her iki cihan saadet ve selâmeti için bu ilimlerin sırf zahiren tahsil edilmesi kâfi gelmez. Bu noksanlığın telafisi için de İslâm, ilimlerin doğru ve hayırlı yerlerde kullanılmasını sağlamak ve şerre âlet olmasına mâni olmak gayesiyle "ilm-i nâfî" ile kalbî hayatı tezyîn eylemiştir.

Nitekim merhum Mahir İz Hoca Efendi de kalbî derinlikten mahrum bir ilmin noksan olduğunu ve bu noksanlığı bertaraf etmenin yegâne çaresinin de manevi irşâd görmek olduğunu ifadeyle şöyle der: "İlmin kîl ü kâlini dâimâ bir noktada toplamak mümkün olmadığından, hiçbir zaman ilmî tedkîkten geri kalmamakla berâber; asıl hakîkate vâkıf olmanın, ancak ehlinin irşâdı sâyesinde mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki, yakaza dışı bir işaretle, irade merdivenimi, marifet semâsına miraç için feyz-i Sâmî'ye rabteyledim." (Yılların İzi, s. 396)

Hakikaten manevi terbiye neticesinde kazanılan kalbî olgunluk, insan idrakini zahirî ilmin üstünde bir ufka taşır ki buna "marifet" denir. Bu ise ancak bazı tasavvufî temrinler sâyesinde elde edilebilir. İnsan, bu görüş ufkuna ulaştığı zaman, ne kadar büyük bir âlim de olsa, acziyetini idrak ederek ilmine mağrur olma hastalığından kurtulur. Sonsuz ve girift hakikatler meşherine doğru açılan tefekkürü, hayret ve acz duygularıyla dolar. Akl-ı selîm ile düşününce de anlar ki, bilmek sâdece zâhiri seyretmek değil; bir sırrı çözmektir. Bilmek, hakikatte büyük nizamın muammasını çözmek ve ilâhî sırlara agâh olabilmektir.

Hazret-i Mevlana, insanın ebedî saadeti için lüzumlu olan mârifetullâh ilmini elde etmenin ehemmiyetini ve buna bigâne kalanların hazin akıbetini aşağıdaki hikâyede ne güzel sergilemektedir: Bir nahiv (dilbilgisi) âlimi gemiye binmişti. Sefer esnasında ilmine mağrur bir şekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman muhtelif sualler sordu ve muhatabından "bilmem" cevabını alınca da ona karşı ilmiyle iftihar etmek üzere:

"- Yazık! Cehaletin sebebiyle ömrünün yarısını heba ve ziyan etmişsin." diyerek onunla istihza etti. Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldı ise de, olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telaşın kapladığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve: "- Ey üstat, yüzme bilir misin?" diye sordu. Nahivci, solmuş sararmış bir vaziyette titrek bir sesle kekeleyerek: "- Hayır bilmem!" dedi. Bunun üzerine gemici, mahzun bir eda ile şu mukabelede bulundu: "- Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, öyleyse şimdi senin bütün ömrün mahvoldu. Zira gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci! Bu deryada nahivden ziyade yüzme ilminin daha faydalı ve zaruri olduğunu bilmiyor muydun?" Bu kıssadaki nahiv ilminden murâd, sadece dünyevî ve zahirî ilimlerdir. Asıl faydalı ilim ise, ihtiyaca cevap veren ilimdir. Beşerin en büyük ihtiyacı, bedenle birlikte ruhun da ebedî saadetini temin etmektir. Bu da, Allah rızasını kazanmaya bağlıdır. Allah’ın rızası ise, kâmil imanla birlikte salih amellerle elde edilebilir.

Yine kıssadan anlaşılacağı üzere; bu fâni vücut gemisi ölüm girdabında çırpınırken, yâni dünyâya büyük veda ânı olan ecel yaklaşınca; asıl ihtiyaca cevap vermeyen, yaşanmayan, irfana dönüşmeyen, ruhsuz, kuru ve sırf nefsin rahatına hitap eden bilgiler fayda vermeyecektir.

Öyleyse ecel gelmeden önce bütün bilgileri Allah rızasını kazanmaya medâr olabilecek bir vasfa dönüştürmek icap eder. Çünkü vücut gemisi ölüm ile çatırdarken, sırf toprağa terk edilecek bedenin rahatına yarayan ilimlerden bir medet umulamaz. O anda "kalb-i selîm"e ihtiyaç vardır. Kalbin ise ecel gelmeden önce, nefis engelini bertaraf etme neticesinde bu vasfı kazanması gerekir. Bu merhaleye ulaşamayanlar, açıldıkları bu engin deryada helâk olmaktan kurtulamazlar. Fakat nefsini ölmüş sayılabilecek derecede gurur, kibir ve heveslerden kurtaranı, derya misali olan bu yeni âlem başı üzerinde taşır, onu helâk olmaktan kurtarır. Bu keyfiyeti izah için buyrulmuş olan:

"Ölmeden evvel ölünüz!" nasîhatine gönül vererek iç dünyamızdaki nefsanî temayülleri en az seviyeye düşürmeye gayret etmelidir. Nefsanî arzuları bertaraf etmek için, insanın zaman zaman kendini murakabe etmesi lâzım geldiği hususundaki: "İlâhî mahkemede hesaba çekilmeden evvel, nefsinizi hesaba çekiniz!" ikazını da hatırdan uzak tutmamalıdır.

Rivayete göre bir âlim şöyle anlatır: Yüzlerinde nur ve hayrın açıkça görüldüğü bir cemaat içinde İmam Gazâlî'yi gördüm. Üzerinde yamalı elbise ve elinde bir ibrik vardı. Kendisine dedim ki: "- Ey İmam! Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nin baş müderrisliği bundan daha iyi değil miydi?" Bana derin derin baktı ve dedi ki: "- Saadet dolunayı irade semâsına doğunca, akıl güneşi vuslat yolunu gösterdiği için böyle yaptım." (Muhammed b. Abdullâh el-Hânî, Âdâb, s. 9)

Bu sebepledir ki insanı dünya ve ahirette saadet ve selâmete ulaştırmakta en müessir ilim, Allah’ı en güzel bir surette kalben tanıyabilmek ve bu bilginin doğurduğu aklî, vicdani ve kalbî bir mesuliyetle sâlih amelleri en mükemmel seviyede ifa etmektir. Zira bu duyuş, derinlik ve anlayış mevcut olmadığı takdirde, fayda hâsıl etmeye yarayan bütün ilimlerin maddî veya manevi pek çok zararlı neticeleri bertaraf edilemez. Onun içindir ki ilm-i nâfî, hadd-i zatında bir ufuk ve zihniyet meselesidir. O olmadan, ilimlerdeki istifade imkânları da kuvveden fiile çıkamaz. Aksine şerre âlet olurlar ki bu durumdan kurtulmanın yegâne çaresi, ilm-i nâfî dediğimiz kalbî olgunluk ve hasletlerin kazanılmasıdır.

Nitekim ilm-i nâfî olgunluğundan mahrum bir kimse, faraza hukuk tahsili gördükten sonra, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir cellât; tıp tahsili yapmış bir kimse de şifa dağıtacağı yerde bir insan kasabı kesilebilir. İlmî kabiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrum bir idareci ise emri altındakilere yalnız zehir saçar. Böyle kimseler, bir cahilin cehaletiyle yapamayacağı zararın daha beterini, ilim sayesinde kolaylıkla irtikâp edebilirler. Yunus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

İlim okumaktan murâd,
Kişi Hakk'ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir!

Bu itibarla her insan, dünya ve ahiret işlerinde muvaffak olup maddî-manevi terakki edebilmek için muhtelif ilimlerle meşgul olurken her şeyden evvel ilm-i nâfî aydınlığına ve gönül derinliğine muhtaçtır.

Gerçekten, insanı gurur ve kibire sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim, zahiren güzel ve faydalı şeylerden ibaret olsa bile hakikatte vebalden başka nedir ki? Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk'tan ilmi daima bu istikâmette talep etmiş ve: "Ya Rabbi! Senden ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydası olmayan ilimden Sana sığınırım!" (Müslim, Zikir, 73) diye niyaz eylemiştir.

Bu mana çerçevesinde tasavvuf ilminin de özü sayılabilecek olan ilm-i nâfî, kulu zühd, takva ve ihsan ile tezyin etme gayretidir. Böyle olanların ilmi, artık marifet olmuş demektir.

Hazret-i Mevlana şöyle der: "Sırf zahir âlimi olanlar, sahalarına göre geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fâni dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat göğün üstüne, yâni miraca çıkacak yolu göstermezler." "Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gâfiller bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan arifler, akılları ile değil, gönülleri ile bilirler!"
 
Üst Alt