Dünya üzerinde yaşayan insan topluluklarının milletleşme süreci onların avcı-toplayıcılıktan çiftçi-çobancılığa geçmesi ile başlar. Türkleri oluşturacak insan topluluklarının MÖ 6000'lerde koyun yetiştiriciliğine başladığı düşünülmektedir. Bu tarih atlı göçebe Türk kültürünün başlangıcı olarak kabul edilebilir.
Türklerin atalarının MÖ 2500 ile MÖ 1700 yılları arasındaki Afanasiyevo kültürü ile başlayan ve MÖ 1700 ile MÖ 1200 yılları arasındaki Andronovo kültürü ile devam ettiğini savunurlar. Bu ırkın savaşçı ve göçebe kültüre sahip olduğu, MÖ 1700 yılları sonrasında kitleler halinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı bilinmektedir.
Mensup olduğumuz Türk kavmi, tarihe ancak 4.000 yıl önce giriyor. Fakat biz, Türklerin tarihini M.Ö.VII yüzyıl, hatta tam mânâsıyle M.Ö.III.yüzyıldan, ilk Büyük Türk Hakanı Tuman (Teoman) Yabgu'dan biliyoruz.
Türk tarihi, günümüzdeki Türk halklarının ve yabancı halkların arasında Türk dilini konuşmuş olan Türk topluluklarının ortak tarihidir. Göktürklerden önce varolmuş Türk dili konuşan topluluklar bazı tarihçiler tarafından, Türk tâbiri yerine Ön Türk tabiri ile anılırdı.
Türkler'in siyasi bir topluluk olarak ilk tarih sahnesine çıkmalarının Hun (Hiung-nular veya Şiongnular) hükümdarlığı ile olduğuna dair iddialar vardır. Başlangıcı hususunda tartışmalar olsa da Türklerin tarihi, dünya tarihinin önemli bir parçasıdır. Avrasya ve Kuzey Afrika'da ortaya çıkan her halkın tarihi uzaktan veya yakından Türklerin hareketlerinden etkilenmiştir. Türkler doğu kültürlerini batıya ve batı kültürlerini doğuya taşımakla da önemli bir rol oynamışlardır. Kendi dinleri Tengricilikten sonra benimsedikleri yabancı dinlerin çok kez öncüsü ve savunucusu olmuş ve yayılmalarını ve gelişmelerini sağlamışlardır (Mani dini, Musevilik, Budizm, Ortodoks ve Nasturi Hristiyanlığı, İslam).
Türkler arasından ne zaman karizmatik bir lider zuhur etse, dünya tarihine etki edecek bir figür de ortaya çıkmış oluyordu. Göktürkler devrinde (552) Bumin Kağan’ın arkasında yekvücut olan Türkler, kısa süre içinde devasa Çin ülkesini vergiye bağlayacak kadar kuvvetlenirler.
Türk toplumunun başarıya kavuştuğu devirleri listeleyecek olsak, izdüşümünde ‘karizmatik’ bir lider ve ona canıyla kanıyla bağlanan halk çıkar karşımıza. Diğer milletlerin tarihinde sistemler ve hanedanlar ön plana çıkarken, Türk tarihinde liderlik vasfı kritik önem taşır. Nitekim Selçuklularda da köklü başarılar Alparslan, Melikşah, Kılıçarslan gibi şahsiyetler tarafından kazanılmıştır. Osmanlı sultanlarından ilk akla gelenler Fatih, Yavuz Selim, Kanuni ve II. Abdülhamid olacaktır. Bunun sebebi, zihnimize kazınan ‘kudretli’ devlet reisi idrakidir.
140 yıl önce meşruti monarşiye geçmeye kim zorladı bizi? Türklerin tekrar bir lider etrafında birleşmesine engel olmak için miydi bütün bu ‘sistem’ değişiklikleri? 27 Mayıs darbesini yapıp Başbakan Adnan Menderes’i idam edenler halkın bu büyük lidere gönül vermesinden mi tedirgin olmuşlardı? Cevaplar soruların içinde mündemiç.
Bağımsızlıklarına düşkün oluşları tarihin birçok döneminde zuhur eden hadiselerden örneklerle ortaya konulabilir. En zor zamanlarda, mesela Çin zulmüne maruz kalındığında Kürşad çıkmış, Çin’i kalbinden vurarak bağımsızlığını kazanmıştır.
Uluslararası literatürde devletlerin hâkimiyet biçimleri 3 tipte değerlendirilir: Gelenekçi, karizmatik, kanuni hâkimiyet. Türk devlet geleneğinin temellendiği kut anlayışı karizmatik meşruiyet nazariyesinin merkezinde yer alır. ‘Kut’, Tanrı tarafından hükümdara bağışlanan kudreti ifade eder. Bu kudretin aynı ailenin üyeleri boyunca devam ettiğine inanılırdı. Yönetimde başarı devam ettiği sürece kağan tahtında oturur; ancak yönetiminde siyasî ve ekonomik sıkıntılar yaşanan kağandan Tanrı’nın verdiği “kut”u geri aldığına inanılır, töreye göre tahttan indirilirdi.
Kut inancı eski Türklerden Osmanlı’ya kadar devam etmiştir. Mesela Asya Hun İmparatorlarının unvanı, “Gök Tanrı’nın tahta çıkardığı kut sahibi Tanhu’dur”. Sadece Doğu’daki Türk devletlerinde değil, Atilla’nın liderliğindeki Avrupa Hunlarında da devlet reisleri ‘Tanrı’nın kılıcı’ unvanını taşırdı. Osmanlı sultanları da ‘zillullah- ı fi’l arz’ yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi unvanını kullanırlardı.
Avrupa’da sık gördüğümüz hanedan değişikliklerinin bu coğrafyada görülmemesinin hikmeti kut anlayışında aranmalı.
Yusuf Has Hacib Türklerin neden yüzyıllardır devletsiz yaşayamadığının ipuçlarını Kutadgu Bilig’de nasıl vermiş, bakalım:
“Kutun tabiatı hizmet, şiarıadalettir. Fazilet ve kısmet kuttan doğar… Beyliğe (Hükümdarlığa) yol ondan geçer. Her şey kutun eli altındadır, bütün istekler onun vasıtası ile gerçekleşir… İlâhidir. Dünyada tam bir iktidar kuşağı bağladı, kurt ile kuzu bir arada yaşadı. Bey, bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi. Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar…”
Zaman zaman bu anlayışın bir yansıması olarak Türk devletlerinin cenk meydanlarında karşı karşıya geldiği de olmuştur. Sadi Şirazî’nin meşhur beyti “Kırk derviş bir posta sığar da iki hükümdar bir cihana dar gelir” bu telakkinin edebî bir örneğidir. Timur ile Yıldırım Bayezid’in harbi aynı düşüncenin vücut bulmuş halidir.
Bu tahayyül aynı zamanda fütüvvet hareketinin de temel aldığı noktadır. Atilla’nın Macaristan ovalarında, Kanuni’nin yaşlılığında at sırtında Zigetvar’da olmasının sebebi yine bu anlayıştır. Bizans tarihçisi Priskos (5. yüzyıl) ve Got tarihçisi Jordanes’e (6. yüzyıl) göre Tanrı Ares’in kılıcına sahip olan Atilla dünyayı idaresine almak arzusundaydı. Fatih Sultan Mehmed’in Otranto’yu fethi ve Roma’yı hedef seçmesi bir rastlantı değildi. İslamiyetin kabulünden sonra gaza ve fetih anlayışıyla harmanlanan cihan hâkimiyeti mefkûresi Türklerin ‘kızıl elması’ olmuştur.
Türk devletlerinin kadim özelliklerinden olan askerî kuvvetlerin genel yapısı ele alınır, girilecek savaşlarla ilgili bilgiler devlet riyasetine bildirilirdi. İşte bu meclislere “toy” denirdi. Toylarda görüşülen konular -modern terimlerle karşılaştıracak olursak- hem yürütmeye, hem de yasamaya dâhil edilebilir. Kurultay da denilen bu toplantılarda töreye bağlılık esastır. Eski Türk devletlerinde yasama ve yürütme bütün ülkeye ait olmakla birlikte sorumluluğun ‘gerçek’ sahibi Kağan’dır. Hukukî meselelerde istişareler sonucu son söz yine ona aitti.
Toplantıların en mühimi, ilkbaharda gerçekleşen ikincisidir. Yeni devlet reisi ‘Tanhu’ da bu toplantı sonunda seçilirdi. Tanhu’nun riyasetinde başlayan toplantılara liderin hanımı Hatun’un katılması bir gelenektir. Askerî ve sivil bürokrasinin ‘başbuğ’ları toplantılarda hazır bulunurdu.
Bugün Cumhurbaşkanı’nın riyasetinde Bakanlar Kurulu toplantısını eleştiren çevrelere biraz eski Türk tarihi okumaları tavsiye ediyoruz.
Eski Türk devletlerinin kurulduğu bozkır coğrafyası düşünüldüğünde bunun hikmeti anlaşılabilir. Geniş bozkırların tek elden yönetilmesinin güçlüğü ve Türk devletlerinin iktisadî yapısının ticaretle birlikte komşu ülkelerin arazilerinde çapul tabir edilen yağmalardan kuvvetini alması idarecileri böyle bir tasarrufta bulunmaya itmiştir. Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle bu uygulamadan vazgeçildiğini görüyoruz. Çıkarılması gereken sonuç, Türk devletlerinin durağan bir yapıya sahip olmadığı ve teşkilat yapısında tecrübeler vasıtasıyla zaman içinde değişikliğe gidilebildiğidir.
İkili teşkilattan hareketle kimi araştırmacılar ‘çifte krallık’ teorisini ortaya atmışlardır. Fakat Çin kaynaklarından edindiğimiz bilgilere göre Türk devlet teşkilatı tek merkezden hükümet eden bir formda hayatiyetini sürdürüyordu. Yönetimi kolaylaştırmak adına alınan ikili teşkilat yapısı bugün Avrupa Birliği’nin de savunduğu yerinden yönetim sisteminin ilkel bir modelidir diyebiliriz.
Adam öldürenler ve zina edenler idam edilirdi. Hırsızlar da idama mahkûm olur, malları müsadereye tabi tutulurdu. Irza geçmek en büyük suçlardandı. Vatana ihanet edenlere ve savaş sırasında askerlikten kaçanlara kesinlikle müsaade edilmez, öldürülürlerdi. Devletin suçlulara bu denli kesin hükümlerle cezalar vermesi kan davalarına engel olmuştur. Eski Türklerde adlî teşkilata hükümdar başkanlık ediyordu. Hükümdar adına töre hükümlerini uygulamakla sorumlu yetkilerse yargan ve maiyetindekilere bırakılmıştı. Atilla’nın kendisine suikast hazırlığındaki kişileri bizzat sorguladığı kayıtlarda geçer.
İletişim imkânlarının zayıf olduğu o dönemlerde casusluk faaliyetleri devletlerin kaderinde çok önemli bir yere sahipti. Hun hükümdarı Rua, Bizanslıların kendi topraklarına tacir, dilenci kisvesiyle casusluk yapmak için girmelerinden hayli mustarip olduğundan bu kişilerin girişini yasaklamıştı. Nitekim I. Göktürk Devleti’nin yıkılışını Çinlilerin bir dizi casusluk faaliyeti hızlandıracaktı.
Dikkatlerden kaçmaması gereken en önemli nokta, Türk ordularının çoğunu atlı süvarilerin oluşturduğudur. Çinliler Türklerin at üzerindeki hünerlerini anlata anlata bitiremezler. At üstünde giderken ok atan süvarileri Çinliler de kullanmak istemiş, bu amaçla askerî okullar inşa etmişlerdi.
Sonuç olarak karizmatik bir lider ve ona inanan ordu-millet ile bozkırda kurulan Türk devletleri devirlerinin en kudretli askerî güçlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Türk tarihinin her sayfası ordu-millet- kağan anlayışının neleri başardığının misalleriyle doludur.
Türklerin atalarının MÖ 2500 ile MÖ 1700 yılları arasındaki Afanasiyevo kültürü ile başlayan ve MÖ 1700 ile MÖ 1200 yılları arasındaki Andronovo kültürü ile devam ettiğini savunurlar. Bu ırkın savaşçı ve göçebe kültüre sahip olduğu, MÖ 1700 yılları sonrasında kitleler halinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı bilinmektedir.
Mensup olduğumuz Türk kavmi, tarihe ancak 4.000 yıl önce giriyor. Fakat biz, Türklerin tarihini M.Ö.VII yüzyıl, hatta tam mânâsıyle M.Ö.III.yüzyıldan, ilk Büyük Türk Hakanı Tuman (Teoman) Yabgu'dan biliyoruz.
Türk tarihi, günümüzdeki Türk halklarının ve yabancı halkların arasında Türk dilini konuşmuş olan Türk topluluklarının ortak tarihidir. Göktürklerden önce varolmuş Türk dili konuşan topluluklar bazı tarihçiler tarafından, Türk tâbiri yerine Ön Türk tabiri ile anılırdı.
Türkler'in siyasi bir topluluk olarak ilk tarih sahnesine çıkmalarının Hun (Hiung-nular veya Şiongnular) hükümdarlığı ile olduğuna dair iddialar vardır. Başlangıcı hususunda tartışmalar olsa da Türklerin tarihi, dünya tarihinin önemli bir parçasıdır. Avrasya ve Kuzey Afrika'da ortaya çıkan her halkın tarihi uzaktan veya yakından Türklerin hareketlerinden etkilenmiştir. Türkler doğu kültürlerini batıya ve batı kültürlerini doğuya taşımakla da önemli bir rol oynamışlardır. Kendi dinleri Tengricilikten sonra benimsedikleri yabancı dinlerin çok kez öncüsü ve savunucusu olmuş ve yayılmalarını ve gelişmelerini sağlamışlardır (Mani dini, Musevilik, Budizm, Ortodoks ve Nasturi Hristiyanlığı, İslam).
İçindekiler
ESKİ TÜRKLERDE YÖNETİM
1 - Karizmatik Lider / Tek Başkan
Ergenekon efsanesini işitmeyen yoktur. Demir dağı eriten Türk kavminin son unsurlarının bir kurdun rehberliğinde tarih sahnesine yeniden çıkış hikâyesi… Fakat hakiki tarihte de manzara pek değişmiyor. Türkler, her dönemde etrafında birleşecekleri bir lider bulduklarında tarihin seyrini değiştirmek üzere gayret sarf etmişlerdir. Asya Hun Devleti’nin kurucusu Teoman bu liderlere ilk örnek. Akabinde adını tarih sayfalarına yazdıran Mete Han sahneye çıkacak ve MÖ 209’da Hun tahtına oturacaktı. Halktan aldığı destekle kısa sürede Çin’le giriştiği savaşlardan galip çıkacak, ülkeyi vergiye bağlayacaktı. Askerî düzende çığır açan 10’lu sistemle günümüze ulaşan bir yeniliğe de imza atmıştı.Türkler arasından ne zaman karizmatik bir lider zuhur etse, dünya tarihine etki edecek bir figür de ortaya çıkmış oluyordu. Göktürkler devrinde (552) Bumin Kağan’ın arkasında yekvücut olan Türkler, kısa süre içinde devasa Çin ülkesini vergiye bağlayacak kadar kuvvetlenirler.
Türk toplumunun başarıya kavuştuğu devirleri listeleyecek olsak, izdüşümünde ‘karizmatik’ bir lider ve ona canıyla kanıyla bağlanan halk çıkar karşımıza. Diğer milletlerin tarihinde sistemler ve hanedanlar ön plana çıkarken, Türk tarihinde liderlik vasfı kritik önem taşır. Nitekim Selçuklularda da köklü başarılar Alparslan, Melikşah, Kılıçarslan gibi şahsiyetler tarafından kazanılmıştır. Osmanlı sultanlarından ilk akla gelenler Fatih, Yavuz Selim, Kanuni ve II. Abdülhamid olacaktır. Bunun sebebi, zihnimize kazınan ‘kudretli’ devlet reisi idrakidir.
140 yıl önce meşruti monarşiye geçmeye kim zorladı bizi? Türklerin tekrar bir lider etrafında birleşmesine engel olmak için miydi bütün bu ‘sistem’ değişiklikleri? 27 Mayıs darbesini yapıp Başbakan Adnan Menderes’i idam edenler halkın bu büyük lidere gönül vermesinden mi tedirgin olmuşlardı? Cevaplar soruların içinde mündemiç.
2 - Devlet ve Kut: Bu Makamı Sana Tanrı Verdi
Türkler devlete ‘il’ (kelime anlamı: barış) derlerdi. Savaşçı diye tanımlanan bir topluluğun devleti barış anlamına gelen bir kelimeyle karşılaması tezat gibi görünse de ‘adalet’ üzere yaşamayı prensip edindiklerinden, sosyal huzur devletin bekası için en önemli şarttı. Devletin Türklerin zihnine ‘baba’ figürüyle kazındığını düşünürsek millete düşen görev hayırlı bir evlat gibi babaya sadakattir. O sebepledir ki Türk töresinde en ağır cezalar devlete isyan edenlere uygulanırdı.Bağımsızlıklarına düşkün oluşları tarihin birçok döneminde zuhur eden hadiselerden örneklerle ortaya konulabilir. En zor zamanlarda, mesela Çin zulmüne maruz kalındığında Kürşad çıkmış, Çin’i kalbinden vurarak bağımsızlığını kazanmıştır.
Uluslararası literatürde devletlerin hâkimiyet biçimleri 3 tipte değerlendirilir: Gelenekçi, karizmatik, kanuni hâkimiyet. Türk devlet geleneğinin temellendiği kut anlayışı karizmatik meşruiyet nazariyesinin merkezinde yer alır. ‘Kut’, Tanrı tarafından hükümdara bağışlanan kudreti ifade eder. Bu kudretin aynı ailenin üyeleri boyunca devam ettiğine inanılırdı. Yönetimde başarı devam ettiği sürece kağan tahtında oturur; ancak yönetiminde siyasî ve ekonomik sıkıntılar yaşanan kağandan Tanrı’nın verdiği “kut”u geri aldığına inanılır, töreye göre tahttan indirilirdi.
Kut inancı eski Türklerden Osmanlı’ya kadar devam etmiştir. Mesela Asya Hun İmparatorlarının unvanı, “Gök Tanrı’nın tahta çıkardığı kut sahibi Tanhu’dur”. Sadece Doğu’daki Türk devletlerinde değil, Atilla’nın liderliğindeki Avrupa Hunlarında da devlet reisleri ‘Tanrı’nın kılıcı’ unvanını taşırdı. Osmanlı sultanları da ‘zillullah- ı fi’l arz’ yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi unvanını kullanırlardı.
Avrupa’da sık gördüğümüz hanedan değişikliklerinin bu coğrafyada görülmemesinin hikmeti kut anlayışında aranmalı.
Yusuf Has Hacib Türklerin neden yüzyıllardır devletsiz yaşayamadığının ipuçlarını Kutadgu Bilig’de nasıl vermiş, bakalım:
“Kutun tabiatı hizmet, şiarıadalettir. Fazilet ve kısmet kuttan doğar… Beyliğe (Hükümdarlığa) yol ondan geçer. Her şey kutun eli altındadır, bütün istekler onun vasıtası ile gerçekleşir… İlâhidir. Dünyada tam bir iktidar kuşağı bağladı, kurt ile kuzu bir arada yaşadı. Bey, bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi. Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar…”
3- Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi
Karizmatik bir lider etrafında kenetlenen Türkler, semadan aldıkları enginlik tahayyülüyle cihanda hâkimiyet kurmak için adımlar atmışlardır. Evrensel hâkimiyet telakkisi olarak tarif edilen bu sistemde göğün tekliğinden hareketle yeryüzünde de tek hükümdarın olması gerektiğine inanılır.Zaman zaman bu anlayışın bir yansıması olarak Türk devletlerinin cenk meydanlarında karşı karşıya geldiği de olmuştur. Sadi Şirazî’nin meşhur beyti “Kırk derviş bir posta sığar da iki hükümdar bir cihana dar gelir” bu telakkinin edebî bir örneğidir. Timur ile Yıldırım Bayezid’in harbi aynı düşüncenin vücut bulmuş halidir.
Bu tahayyül aynı zamanda fütüvvet hareketinin de temel aldığı noktadır. Atilla’nın Macaristan ovalarında, Kanuni’nin yaşlılığında at sırtında Zigetvar’da olmasının sebebi yine bu anlayıştır. Bizans tarihçisi Priskos (5. yüzyıl) ve Got tarihçisi Jordanes’e (6. yüzyıl) göre Tanrı Ares’in kılıcına sahip olan Atilla dünyayı idaresine almak arzusundaydı. Fatih Sultan Mehmed’in Otranto’yu fethi ve Roma’yı hedef seçmesi bir rastlantı değildi. İslamiyetin kabulünden sonra gaza ve fetih anlayışıyla harmanlanan cihan hâkimiyeti mefkûresi Türklerin ‘kızıl elması’ olmuştur.
4- Devlet Meclisi: Toy
Eski Türk devletlerinde Mete Han devrinden itibaren (MÖ 209-174) devlet işlerinin görüşüldüğü üç farklı toplantı kayıtlarda zikredilir. İlki dinî hüviyette olup sarayda yapılıyordu. Karakum’da yapılan ikinci toplantı ilkbaharın gelişiyle gerçekleştirilir; ekonomik meseleler hal yoluna konulmaya çalışılırdı. Üçüncü ve son toplantıysa atların güç topladığı sonbahar mevsimine denk getirilirdi.Türk devletlerinin kadim özelliklerinden olan askerî kuvvetlerin genel yapısı ele alınır, girilecek savaşlarla ilgili bilgiler devlet riyasetine bildirilirdi. İşte bu meclislere “toy” denirdi. Toylarda görüşülen konular -modern terimlerle karşılaştıracak olursak- hem yürütmeye, hem de yasamaya dâhil edilebilir. Kurultay da denilen bu toplantılarda töreye bağlılık esastır. Eski Türk devletlerinde yasama ve yürütme bütün ülkeye ait olmakla birlikte sorumluluğun ‘gerçek’ sahibi Kağan’dır. Hukukî meselelerde istişareler sonucu son söz yine ona aitti.
Toplantıların en mühimi, ilkbaharda gerçekleşen ikincisidir. Yeni devlet reisi ‘Tanhu’ da bu toplantı sonunda seçilirdi. Tanhu’nun riyasetinde başlayan toplantılara liderin hanımı Hatun’un katılması bir gelenektir. Askerî ve sivil bürokrasinin ‘başbuğ’ları toplantılarda hazır bulunurdu.
Bugün Cumhurbaşkanı’nın riyasetinde Bakanlar Kurulu toplantısını eleştiren çevrelere biraz eski Türk tarihi okumaları tavsiye ediyoruz.
5- Hükümdarın Alametleri
Türk devletlerinde hükümdarlar için 5. yüzyılın ortalarına kadar tanhu, kağan, kan-han, yabgu, il-teber, idi-kut tabirleri kullanılmakla beraber en yaygını ‘kağan’dır. Hâkimiyeti temsil eden alametlere de Türk kültüründe önem verilmiştir. Özellikle davul ve sorguç uzun yıllar Orta Asya’da kurulan devletlerin bağımsızlığının alamet-i farikası sayılmıştır. Orta Asya’da dönemin en değerli süs eşyasını, at kuyruğunu sorguçlarında kullanmışlardı. İslamiyetin kabulüyle adına hutbe okutulması, para bastırılması da hükümdarlık alametlerinden sayılmıştır.6- İkili Teşkilat Tek Hâkimiyet
Eski Türk devletleri genellikle ülkeyi iki bölüm halinde yönetmişlerdir. Misâl Bulgarlar ve Macarlarda büyük-küçük, Oğuzlar ve Karluklarda iç-dış, Asya Hunları ve Göktürklerde kuzey-güney, Tabgaçlarda doğu-batı şeklinde bir idarî teşkilatlanma görülür. Bu bölünmede devamlı surette bir taraf diğerinin hâkimiyetini tanımak mecburiyetindeydi. Bu idarî yapılanmanın akabinde hanedana mensup kişiler iki yakanın da yönetiminde yer alırlardı.Eski Türk devletlerinin kurulduğu bozkır coğrafyası düşünüldüğünde bunun hikmeti anlaşılabilir. Geniş bozkırların tek elden yönetilmesinin güçlüğü ve Türk devletlerinin iktisadî yapısının ticaretle birlikte komşu ülkelerin arazilerinde çapul tabir edilen yağmalardan kuvvetini alması idarecileri böyle bir tasarrufta bulunmaya itmiştir. Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle bu uygulamadan vazgeçildiğini görüyoruz. Çıkarılması gereken sonuç, Türk devletlerinin durağan bir yapıya sahip olmadığı ve teşkilat yapısında tecrübeler vasıtasıyla zaman içinde değişikliğe gidilebildiğidir.
İkili teşkilattan hareketle kimi araştırmacılar ‘çifte krallık’ teorisini ortaya atmışlardır. Fakat Çin kaynaklarından edindiğimiz bilgilere göre Türk devlet teşkilatı tek merkezden hükümet eden bir formda hayatiyetini sürdürüyordu. Yönetimi kolaylaştırmak adına alınan ikili teşkilat yapısı bugün Avrupa Birliği’nin de savunduğu yerinden yönetim sisteminin ilkel bir modelidir diyebiliriz.
7- Türk Hukuku: Töre
Türklerin sosyal hayatında en belirleyici etken töredir. Başta devlet başkanlığı olmak üzere halkın uyması gereken kuralların tamamına töre denirdi. Hukukî bağlayıcılık bakımından oldukça sert kurallar içerdiğini bilsek de ne yazık ki o dönemde verilen cezaların mahiyeti hakkında bilgilerimiz kısıtlı. Şurası kesin ki devlete karşı işlenen suçlarda kesinlikle taviz verilmezdi.Adam öldürenler ve zina edenler idam edilirdi. Hırsızlar da idama mahkûm olur, malları müsadereye tabi tutulurdu. Irza geçmek en büyük suçlardandı. Vatana ihanet edenlere ve savaş sırasında askerlikten kaçanlara kesinlikle müsaade edilmez, öldürülürlerdi. Devletin suçlulara bu denli kesin hükümlerle cezalar vermesi kan davalarına engel olmuştur. Eski Türklerde adlî teşkilata hükümdar başkanlık ediyordu. Hükümdar adına töre hükümlerini uygulamakla sorumlu yetkilerse yargan ve maiyetindekilere bırakılmıştı. Atilla’nın kendisine suikast hazırlığındaki kişileri bizzat sorguladığı kayıtlarda geçer.
8- Veliaht: Aslolan Liyakat
Nasıl ki tasavvufta post hak edenin ve ehli olanınsa, devlet mekanizmasında da durum aynıdır. Aslolan liyakattir. Veliaht tayin edilen hükümdar çocukları Kağan’ın katılmadığı savaşlarda orduyu komuta ederlerdi. Ölen hükümdardan sonra tahta kimin geçeceği kurala bağlanmadığından taht mücadelesine başlayan veliahtların devleti güçten düşürdüğü, iç savaşların yaşandığı dönemler olmuştur. Fakat bunun tam tersi olarak yönetme kabiliyeti en yüksek olan adayın savaşların sonunda tahta geçerek devletin itibarını yükselttiği durumlar çoğunluktadır9- Diplomasi: Bozkırda Siyaset Yapmak
Orta Asya gibi ticarî yolların kavşağındaki bir bölgede hâkimiyetinizi muhafaza etmek istiyorsanız askerî gücünüz kadar diplomatik kabiliyetleriniz de yüksek olmalı. Bunun şuuruyla Asya Hunlarından itibaren kurulan Türk devletlerinde yabancı dillere hâkim çok kalabalık bir diplomasi heyeti istihdam edilirdi. Elçilik heyetleri yeni hanın tahta çıkışını dost ve müttefik devletlere bildirmek için ziyaretlere giderlerdi. 1283’te Altın Orda Hanı Tuda Mengü’nün elçilik heyeti hanlarının Müslümanlığı kabul ettiğini bildirmek ve Kalavun’un Memlük tahtına çıkışını tebrik mahiyetinde Mısır’a gitmişlerdi. Çin sarayına giden Türk elçilerinin faaliyetlerine de Çin yıllıklarından ulaşıyoruz. Devletin güçlü olduğu dönemlerde Çin’den alınacak ipek vergisinin miktarını Kağan belirler, elçiler bu haberi Çin sarayına götürürdü. Resmî yazışmaları da yürüten bu heyetler, yabancı devletlerle yapılacak anlaşmalarda kağanın onayını almak mecburiyetindeydi.İletişim imkânlarının zayıf olduğu o dönemlerde casusluk faaliyetleri devletlerin kaderinde çok önemli bir yere sahipti. Hun hükümdarı Rua, Bizanslıların kendi topraklarına tacir, dilenci kisvesiyle casusluk yapmak için girmelerinden hayli mustarip olduğundan bu kişilerin girişini yasaklamıştı. Nitekim I. Göktürk Devleti’nin yıkılışını Çinlilerin bir dizi casusluk faaliyeti hızlandıracaktı.
10- Ordu: Paralı Değil, Gönüllü Asker
Türk töresinin şiar edinilen kavramıdır “ordu-millet”. Paralı askerlik diye bir şey bilmezler. Savaş sırasında herkes hazır askerdir (Bizans’ın bir dönem Türklerin askerî gücünden yararlanmak için onları paralı asker olarak istihdam ettiği tarihî bir hakikattir). Mete Han’ın buluşu olan 10’lu sistemin iki önemli vasfı vardı. İlki sosyal tabakalaşmanın önünü kesmekti. Hangi aileden ya da sosyal sınıftan geliyorsanız gelin 10’lu sistem bunların hiçbirine bakmaksızın oluşturulurdu. En zengin ile en fakirin aynı sistemde birlikte hareket etmesi istenirdi. İkinci olarak, herkesin ‘asker’ olduğu şuuru toplumun bilinçaltına işleniyor, böylece her türlü sivil ve idarî birimin askerî disiplin içinde çalışması temin ediliyordu. Ayrıca bozkır yerleşik hayata engel teşkil ettiğinden konar-göçer Türkler eğlenceden spora birçok farklı faaliyeti savaş zamanına hazırlanmak üzere kullanmışlardır. Cirit, güreş gibi spor dalları aslında savaşa hazırlık oyunlarıydı.Dikkatlerden kaçmaması gereken en önemli nokta, Türk ordularının çoğunu atlı süvarilerin oluşturduğudur. Çinliler Türklerin at üzerindeki hünerlerini anlata anlata bitiremezler. At üstünde giderken ok atan süvarileri Çinliler de kullanmak istemiş, bu amaçla askerî okullar inşa etmişlerdi.
Sonuç olarak karizmatik bir lider ve ona inanan ordu-millet ile bozkırda kurulan Türk devletleri devirlerinin en kudretli askerî güçlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Türk tarihinin her sayfası ordu-millet- kağan anlayışının neleri başardığının misalleriyle doludur.
Milli - Eski Türklerde Ordu
Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi örgütlenmiş, büyük ve güçlü ordular kurup bu orduları, adeta bir yenilmezlik efsanesine dönüştürebilmeleri; yaşam biçimlerine olduğu kadar, kuşkusuz teknolojik gelişkinliğe bağlı bir sonuçtur. “Gelişkin” toplumlar, gelişkin ordular kurarlar. Bu...
www.rasulehasret.com