Totemizm kısaca “insanla hayvan ya da bitki gibi doğal nesneler arasında bir akrabalık ilişkisi ya da gizemli bir bağ bulunduğu inancına dayanan düşünce ve davranış sistemi”dir. Genel olarak, totem hayvan ya da bitkiyle topluluk üyesi arasında bir akrabalık ilişkisi kurulur. Bu ilişki mitolojiyle de desteklenerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Türklerin kurt neslinden ve kayın ağacından geldiği inancı buna bir örnek olarak verilebilir. Böylece bitki ve hayvana aktarılan kutsallık sayesinde, doğa, kutsal ve kutsal olmayan olarak ikiye ayrılır.
Kutsal olan kutsal olmayan ayrımı, totem-hayvan ya da totem-bitkinin rastgele tüketilmesinde de kendini gösterir. Bunlar ancak dinsel törenlerde tüketilebilir, bunun dışında, totem-hayvan ya da totem-bitkiye dokunulmaz.
Totemle bu akrabalık ilişkisi çeşitli inançlara yol açar. İnsanlar, kökenini bu totemlere dayandırmak yanında ata ruhlarının bu hayvan ve özellikle bitki totemlerde eyleştiğine inanırlar. Örneğin “Güney Avustralya yerlileri atalarının eyleştiğini düşündüğü bazı ağaçlara çok kutsal olarak bakarlar.” Buna iyi bir örnek de Batı Anadolu’da yaygın olan Driyope söylencesidir. “Driyope ve İyole iki kız kardeştir. Driyope evlidir. Birgün ikisi birlikte bir pınar kıyısına giderler. Çiçek açmış bir mersin ağacı Driyope’nin ilgisini çeker, bir dal koparır. Dal koptuğu yerden kanamaya başlar. İstemeden bir Driyad’ı (bitkinin ruhu) öldürmüştür. Dehşet içinde kaçmaya çalışırken ayaklarını kımıldatamadığını fark eder. Ayakları kök olmuş, bedeni ağaçlaşmaya başlamıştır. İyole kardeşini kurtarmaya çalışır, ama yararı olmaz. Tam bu sırada Driyope’nin kocasıyla babası görünür. Kucaklarında da Driyope’nin oğlu yatmaktadır. Onların da elinden bir şey gelmez. Driyope çocuğunu bağrına basıp emzirmeye çalışır, ama göğsü de ağaçlaşmaya başlamıştır. Birlikte ağaç olmak için çocuğunu sımsıkı sarar, boşunadır; yalnızca kendisi ağaçlaşmaktadır. Umutsuzluk içinde bağırır. Hiç günahım yok, cezayı gerektirecek bir şey yapmadım. Yaptımsa yapraklarım dökülsün, çocuğumu sütanneye verin. Oğlumu dallarımın altında emzirsin. Büyüyünce de benim dallarımın gölgesinde oynasın, bana anne diye seslensin. Ama söyleyin ona sakın dal koparmasın hiçbir ağaçtan… der, susar. Her yanı ağaca dönüşmüştür.” Ata ruhlarının bu bitkilerde yaşadığı inancı aynı zamanda bu bitkilerin törenle tüketilmesi durumunda insanların üstün güç elde edeceği inancını da beraberinde getirir. Örneğin, yine Batı Anadolu’da “Apollo bilici kadını kehanete başlamadan önce kutsal defne dalından yerdi” . Kutsallaştırılan bu bitkiler bu yüzden sadece dinsel törenler için kullanılabilirdi. Örneğin ölen bir kişinin tabutu bu ağaçtan yapılır.
Ataların bu şekilde kutsal ağaçlarda eyleştiği inancı Anadolu’da hemen hemen her türbenin yanında kesilmesi yasak olan bir kutsal ağaç bulunmasını da açıklamaktadır. Bu ağaç ve bitkilere gösterdikleri saygı, aynı zamanda atalarına gösterdikleri bir saygı haline geliyor. Bu bitkileri törenlerde kullanarak da atalarından yardım istiyorlar. Ağaçlara bez bağlamak, mezarlara belli bitkiler bırakmak vb. bu çağrının ifadesidir. Ata ruhlarının bu şekilde doğada belli nesnelerde varolduğu düşüncesi insanların tüm doğayı canlı olarak algılamasına ve Animizm inancına yol açmıştır.
ANİMİZM DE ÖLÜM GELENEKLERİ
Animizm kısaca ölenlerin ebediyen dünyadan ayrılmadıkları, bunların ruhlarının cenazenin çevresinde, ağaçlarda, bitkilerde ve giderek tüm doğada dolaştığı ve böylece tüm doğanın canlı olarak algılanmasıdır. Örneğin, Çerkezler için armut ağacı sığırların koruyucusudur. Kırgızlar için elma ağacı kadınlara doğurganlık verebilecek güce sahiptir. Yakut kadını ise çocuk sahibi olabilmek için karaçam ağacına dua eder. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi kaynağını atalarının ruhlarının buralarda eyleştiği düşüncesinden alan inançlar bulunmaktadır.
Animizmde, ruhlar insanlar arasına karışarak ya onlara şans verir ya da delirtir ve hasta eder. Bu yüzden ölü ruhlarını yatıştırmak için onlara adaklar adamak, kurbanlar kesmek, ölmüş atalarının mezarlarına sunularda bulunmak gerekir. Hinduizmde güzel amellerin beş maddesinin başında ölenler için kurban kesmek gelir; “çünkü ölenler kurbansız aç kalırlar.”Ruhlar da insanlar gibi yaşamak için yemek yemek zorundadırlar. Onların dünyası bizim dünyamızın tam tersidir. Bizim kışımız, onların yazı, bizim gecemiz, onların gündüzüdür. Bu yüzden ruhlar bizim gecemizde ortaya çıkarlar. Geceleri mezarlık kenarlarından geçilmemesi yönündeki halk inancı da buradan kaynaklanmaktadır.
Animizme göre ruhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat sürdüğünden “ölünün öbür dünyada fakir düşerek başkalarına muhtaç kalmamasını temin etmek lazımdır. O halde, ölen kimsenin eşyalarını, zengin ve kudretli ise, esir ve hizmetkarlarını da, ölüyle beraber göndermelidir. İlkeller eşyaları da insanlar gibi canlı addettiklerinden bunların ölmelerini temin etmek üzere mezara gömer, yakar veya kırarlar. Böylece ölü, öteki dünyaya birlikte götürdüğü eşyalar sayesinde rahatını temin eder.”
Animizme göre kişinin vücudunun bir parçası da onun ruhundan bir parça taşır. Kişinin gölgesi, sudaki aksi, tasviri de onun ruhunun bir parçasını taşır; çünkü “tasvir ile gerçek aynıdır.” Tek tanrılı dinlerin, özellikle İslamiyetin resim yapılmasını yasaklaması, bu eski inancı ortadan kaldırmaya yönelik bir harekettir. İnsan tarafından kullanılan eşyalar da yine onun ruhuyla özdeştir. Ölümden sonra bunlar yakılarak ya da fakirlere verilerek ruhun tekrar gelerek yaşayanları rahatsız etmesi önlenir. “Ölü gömülürken şahsi eşyası -bilhassa kendi yapmış oldukları ile daimi bir surette temas halinde bulundukları- beraberce mezara konur, yakılır, kırılır ve çok nadir olarak suya atılır veya yüksek bir yere asılır.” “Ölü, yaşayanları büyük bir kıskançlıkla gözlemektedir. Eğer kendisine ait bir eşyanın başkası tarafından kulanıldığını görürse, derhal eşyasını kullananları öldürür.” Bu yüzden “ölünün diriler üzerinde herhangi bir fena tesir yaratmaması ve dirilerin de ölüler üzerinde benzer bir sonuç meydana getirmemesi için ölen şahsın temas etmiş olduğu eşya ile katiyen temas edilmez. Bunun için de bunlar muhtelif şekillerde yok edilirler.”
Animizme göre ölü kutsaldır. Bu yüzden, onun karşısında kutsal olmayan her türlü işi, çalışmayı durdurmak gerekir. (Bugün Anadolu’da cenaze haberi alındığında her türlü iş güç bırakılır.) Ölüm halinde kimi hareketler yapmak, ağlamak, sızlamak, kadınların saçlarını kesmesi, bedenlerine toprak sürmesi, bazen çok uzun süre konuşmayarak yas tutması gereklidir.
“Ölüm olayı neticesinde ölünün karısı, yakınları ve eşyası pislenir. Bu sebeple, bu gibi eşya ve canlılar tabudur. Onlarla her ne olursa olsun temas etmemek lazımdır. Çünkü bu eşya ve canlılardaki pislik derhal temas edene geçmektedir. Dul kadınlar kocalarının ruhlarına majik bağlarla bağlı olduklarından kimseyle evlenmelerine olanak yoktur. Her şeyden evvel bu bağın koparılması lazımdır. Bu sebeple dul kadınlar kendilerini bazı işlemlere tabi tutarlar. Çeşitli milletlerde görülen bugünkü matem elbiselerinin esasını, kocasının ruhunu aldatmak üzere boyalar sürünmek, deri ve kumaş parçaları örtünmek suretiyle kadınlar tarafından yapılan pratikler teşkil eylemiştir.”
Çoğunlukla, öldükten sonra ruhun vücuttan genellikle bir hayvan, özellikle bir kuş şeklinde ayrıldığı tasvir edilir.
Ölülerin, salt çürüyen bir et ve kemik yığınından ibaret olmadığı, ölülerin gömüldüğü ve mistik bir alemde kendilerine barınak edindiği, ölüler dünyasına açılan kapı niteliğindeki mezarın ortaya çıkışı ise oldukça eski zamanlara kadar gitmektedir. Ölülerine dinsel ritüeller uygulayan ve onları gömen ilk canlı 250.000 ila 35.000 yıl önce yaşayan neandartal insanıydı.
ESKİ ANADOLU’DA ÖLÜM İNANÇLARI
Kazılardan elde edilen bilgilere göre Anadolu’da ölülerle ilgili işlemlerin en yoğun olduğu dönem Hititlerin yaşadıkları çağlardır. Ancak, onların ölülerle ilgili tüm uygulamaları ve inançları kendilerinin yarattığı söylenemez. İ.Ö.2000 yıllarının çok gerilerine giden birtakım geleneklerden etkilenmeleri, onları komşu ülkelerden aldıklarını, kendi buluşlarına katmaları olağandır, doğaldır. Bugün, ölü gömme geleneğinin çağını kesinlikle belirleme olanağı yoktur. Ancak eldeki buluntular Anadolu uygurlığının gelişmiş dönemlerinde ölü gömmeyle ilgili epeyce ilerleme olduğunu gösterir.
Kimi yörelerde ölülerin evlerin içine, döşemelerin altına, kimi yerlerde höyüklere, kimi bölgelerde kuyu biçimli kazılmış yerlere, özel küplere, odacıklara, kimi kesimlerde de taştan oyulmuş yerlere gömüldüğünü gösteren kanıtlar vardır. Yalnız Hititlerde üç türlü gömme yapıldığını biliyoruz. Toprak içine, küpe, taş kap içine ölü gömülürdü. Gene Hititlerde, eti yakılan ölünün kemiklerinin bir kaba doldurulup gömüldüğünü gösteren kanıtlar vardır.
“Hitit İmparatorluk devrine tarihlenen, içinde kral ve kraliçenin öldüğü zaman yapılan dini bir töreni anlatan çivi yazılı metinler ölü yakma geleneğini detaylı bir şekilde tarif etmektedir. Ondört gün sürdüğü anlaşılan törenin ilk gününde hayvanlar kurban edilmekte, ölüye içki ve yemek sunulmakta, tanrılar ve ölenin ataları için rahipler dualar okumakta, aralarında kıymetli madenlerden yapılma nesneler de bulunan ölü hediyeleri verilmekte, ölen ve tanrılar için ağıtlar yakılmakta ve cenaze yemeği yenerek ölünün heykeli etrafında dolaşılmaktaydı. Söz konusu hediyeler ve kurbanlar yakılarak ölüye sunulmaktaydı. Törenin ikinci gününde ölü bir araba üzerinde yakılacağı odun yığınının bulunduğu meydana götürülmekte ve o akşam yakılmaktadır. Ertesi sabah köz yığını bira ve şarapla söndürüldükten sonra kadınlar geride kalan kemik artıklarını külün içinden ayıklayarak kokulu yağ dolu gümüş bir kaba yerleştirip, ardından bir keten bezine bohçalıyordu. Metnin devamında kemik parçalarının bir masa üzerine yerleştirildikten sonra karşısına konan bir başka masada ölüyle yemek yendiğini anlatmaktadır. Kemikler daha sonra Taş Ev denilen bir yere götürülerek yatak üzerine yerleştirilmekte ve önüne bir lamba konmaktadır.”
Eskiçağlarda, ölülerin yakılması, yakılma işleminde özel törenler düzenlenmesi, Anadolu’da yaygın bir gelenekti. İlyada Destanında Hektor’un ölümünün ardından kadınlar ağıtlar yakmış ve Hektor’un ölüsünün yakılması için dokuz gün şehre odun taşımışlardı:
“Ölümlere parlayan şafak sökünce onuncu günü,
gözyaşı içinde götürdüler Hektor’un ölüsünü,
Koydular yığınların tepesine, verdiler ateşe,
Gül parmaklı şafak sabah erken parlayınca,
Ünlü Hektor’un ölüsü çevresinde toplandı bütün halk.
Hepsi geldi bir araya, topluluk kuruldu,
Parıldayan şarapla söndürdüler odun yığınını,
Söndürdüler ateş gücünün sardığı her şeyi,
Sonra topladı kardeşleri, dostları, ak kemikleri,
Hepsinin yanaklarından iri yaşlar dökülüyordu.
Kemikleri alıp koydular bir altın kutuya,
Erguvan rengi yumuşak örtülerle sardılar kutuyu.
Sarar sarmaz indirdiler derin bir çukura,
Ekli kocaman taşlarla ördüler üstünü.
Sonra bir mezar tümseği yapmaya başladılar,
Gözcüler diktiler çepeçevre, dört bir yana,
Mezar bitmeden Akhalar saldırmasın diye.
Bir mezar tümseği olunca toprak, kabara kabara,
Gerisin geri döndü hepsi kente,
Toplanıp bir güzel kutladılar çok ünlü şöleni
Zeus oğlu Kral Priamos’un sarayında
İşte böyle yapıldı atları iyi süren Hektor’un cenaze töreni”
Hititlerde ölünün külleri kutsal sayılır, onlara karşı özel bir saygı gösterilirdi. Küllerin konduğu kap toprağa gömülürdü. Bu kaplar genellikle topraktan yapılmış küçük çömleklerdir. Öte yandan bu kül, kemik koyma kapları arasında tunç, başka türden alaşım kaplar da görülmüştür. Bu gelenek, maden kap yapma, Mezopotamya kaynaklıdır. Demek Hititler, bu alanda, komşu uluslardan birtakım inanç unsurları almakta sakınca görmemişlerdir. Bu durum inanç kaynaşmalarının kaçınılmaz bir sonucudur.
Hititler, ölen kralsa yalnız etlerini yakar, kemiklerini yağlarlar, güzel kokularla yıkıyarak özel bir kaba koyup gömerler. Onların gözünde kral kutsaldır, tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Yine yukarıda dediğimiz gibi Hititler, kimi ölüleri diz çökmüş gibi boyundan, kollardan, diz kapakları arkasından bağlayıp gömerlerdi. Ölünün toprağa, ya da kendisine göre yapılmış özel küpe oturur gibi gömülmesi, dirilip yeryüzüne gelebileceği korkusundandı.
Frigyalılar da Hititler gibi ölülerine büyük saygı gösterirlerdi. Ölüler sırtüstü gömüldükten sonra üzerine bir tepe meydana getirecek şekilde toprak yığılırdı. Bu toprak yığınının altında bir mezar odası bulunur, ölünün yanında hediyeleri gömülürdü. Buradan Frigyalıların da Hititler gibi öldükten sonra dirilecekleri inancını taşıdıkları anlaşılıyor. Bu mezar biçimi çok uzun yıllar, Bizanslılara kadar sürmüştür.
Anadolu’da çeşitli gömme adetlerinin bulunması, bunun çağlarla ilgili olduğunu, etkilenme kaynaklarının başkalığıyla bağlantılı bulunduğunu göstermektedir. Bunun nedeni ise o çağlarda Anadolu’da yaşıyan toplulukların kendi bütünlükleri içerisinde ayrı birer uygarlık oluşturmalarıdır.
Yaşayan ölü düşüncesinin en büyük sonucu ölü hediyeleri, ölü yemeği ve içkisidir. “Ön tarih Anadolu’sunda, mezarlara hediye bırakmak, ölülere yemek, içki sunmak ve dünya işine yarayan eşyayı beraberinde götürmesini sağlamak adeti vardır.”
İncelenen Eski Anadolu mezarlarında hayvan iskeletlerine de rastlanmıştır; ancak bu iskeletlerin yenilebilen kısımları eksiktir. Bunlar da ölü gömülüp hediyeleri yerleştirildikten ve mezar kapandıktan sonra başlayan kurban merasimi ve ölü yemeği kalıntılarıdır. Ölü yemeğinde kurbanlar kesiliyor, yenilebilen yerleri yeniyor, baş ve bacakları da ölüye sunuluyordu. Bu hediyelerin yanında ölünün yanına öbür dünyada kendisine arkadaşlık etmesi için köpeğini de gömme adeti vardı.
Eski Anadolu inançları yukarıda da belirttiğimiz gibi animist unsurlar taşır. Buna göre “ruh, arada bir gövdeye gelir girer, mezarda ölü dirilirmiş. Bu yüzden ölüye, onun kemiklerine sövmek büyük suç sayılırdı.”
Peki bir kişi öldüğünde onun ruhu ne olmaktadır? “Hitit ölü ritüellerinde, bir Patili rahibi tanrılara ölü ruhunun nereye gittiğini sorar. Tekrar tekrar yöneltilen sorulara verilen cevaplar ise oldukça ilginçtir: O, sedir ormanları evine gitti. O, oraya gitti. O, şuraya gitti veya buraya gitti. Yedinci kez sorulduğunda tanrılar: Anne onun elinden tuttu ve ona refakat etti şeklinde cevap vermektedir. Bu ifade bir taraftan ölü ruhunun ata kültü gereği ataların ruhlarıyla birleştiğini gösterirken, diğer taraftan da annenin ölü ruhuna refakat etmesiyle bu yolculuğun kolay bir yolculuk olmadığını vurgulamaktadır. Daha önce ölmüş olduğu için anne yeraltı dünyasını belki de daha iyi tanımakta ve bu nedenle ölü ruhunu ölüler diyarına götürmek üzere elinden tutmaktadır.”
Ancak yeraltı dünyasına inen ruh bazı durumlarda yaşayanları ziyaret edebilir: “Hititlerde, özellikle zorla ve haksız yere öldürülmüş olan insanların ruhları ve kendilerine kurban sunulmayan, öfkeleri yatıştırılmamış ölü ruhlarının birtakım yollar bulup insanların dünyasına sızarak onları rahatsız ettiklerine inanıyorlardı. Ayrıca bu ruhların insanlara rüyaları aracılığıyla gözüktüğüne, hatta onlarla karşılaşmanın insanları kirlettiğine inanılmaktaydı.”