faruk islam
Özel Üye
ESHÂB-ÜR RASS
Eshâb-ür Rass'dan, önce Furkan suresinde, (âyet: 38) daha sonra Kâf suresinde (âyet; 12) bahsedilmiştir. Her iki yerde de bunların, peygamberleri tekzip eden ve yalanlayan milletlerden biri olduğu buyurulmuş, diğer herhangi bir ayrıntı verilmemiş veya bir kıssa anlatılmamıştır
Arap tarihlerinde ve coğrafya kitaplarında Er-Rass isminde iki yer bulunduğu belirtilmiştir. Bunlardan biri Necd'de, diğeri kuzey Hicaz'dadır. Necd'in Er-Rass'ı daha meşhur olup, cahiliyye devrinde yazılmış olan şiirlerde bu isme arada sırada rastlanıyor. Ne var ki, Kur'ân-ı Kerîm'de zikri geçen milletin bu Rass'lardan hangisine ait olduğunu kestirmek mümkün değildir. Rass ahalisi hakkında güvenilir herhangi bir kaynakta ayrıntılı bilgi de yoktur. Bu milletin yalnızca kendi peygamberini kuyuya attığı kesinlikle söylenebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de yapılan kısa işaretten anlaşılıyor ki, Allah'ın kitabının indiği sırada A'raplar herhalde Eshâb-ı Rass'ın hikâyelerini biliyorlardı, ama bu hikâye ve rivayetler daha sonra herhangi bir kitap veya tarihi eserde muhafaza edilemedi.
[1]Burada, uzun müddet kavmini ıslâh etmeye çalıştıktan sonra önemli herhangi bir basan elde edemeyen, aksine çalışmaları sürekli kösteklenen, yoluna yeni yeni engeller çıkarılan, hayatı çekilmez hale getirilen, her türlü baskı, zulüm ve işkenceye maruz kalan, cesareti büsbütün kırılan ve hiçbir ümit ışığı görülmeyen Hz. Nuh'un, nihayet Allah'a yalvarıp kavmi için yaptığı beddua kastedilmiştir. Hz. Nuh'un sözleri şunlardı:
"Ben mağlûbum yardım et diye Rabbi’ne yalvardı." (Kamer, 10). "Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bırakma." (Nûh; 26).
Hz. Nûh (as.) ile cahil ve inatçı kavmi arasında asırlarca devam eden amansız tartışma, çekişme ve mücadelede de ne yazık ki Allah'ın peygamberi yenik düşmüştü. Kur'ân-ı Kerim bu mücadelenin çeşitli safhalarını ayrıntılı şekilde bize aktarmıştır. Ankebût suresine göre bu mücadele tam 950 yıl sürdü. (Âyet; 14). Hz. Nûh bu müddet içinde çeşitli nesillerin vaziyetini yakından görmüş oldu. Hiçbirinde ıslâh kabiliyeti ve Allah'a yönelme arzusu yoktu. Aralarından iyi ve imanlı birinin çıkma ümidi kalmamıştı. Artık Hz. Nuh şu neticeye varmıştı.
"Eğer onları bırakırsam, kullanın saptırırlar. Ve ancak facia ile kâfir doğururlar." (Nûh; 27)
Cenab-ı Allah da Hz. Nuh'un bu görüşüne katıldı ve kendi sonsuz bilgisine dayanarak şunları söyledi:
"Nuh'a 'kavminden iman edenlerden başkası asla inanmayacaktır. Onların yaptığı şeylerden dolayı tasalanma' diye vah yolundu." (Huda: 36).
"Ahkâf", Hıkf ın çoğuludur. Bunun anlamı, yükseklikte dağ kadar olmayan kum tepeleridir. Fakat, coğrafyaya göre, bu, Arap çölünün güneyindeki ıssız bölgenin adıdır.
Azab'in çarşamba günü geldiğine dair rivâyetler vardır. Bu sebeplen dolayıdır ki, müslümanların bazı gruplarında çarşamba günü uğursuz bir gün olarak kabul ediliyor ve o gün hiçbir şeye başlanmamasına dikkat ediliyor. Bu hususta, kaynaklan zayıf olan bazı hadisler de halk arasında meşhurdur. Meselâ, İbn Merdûye ile Hatip Bağdâdî'nin eserlerinde şu hadise rastlanıyor: "Ayın son çarşambası, uğursuzluğu devam eden, uğursuz bir gündür." İbn Cevzi bu hadise "Mevzu" demiştir. İbn Recep bu hadisin doğru olmadığını söylemiştir. Hâfız Sehâvi'ye göre, bu hadisin bütün kaynakları zayıftır. Aynı şekilde, çarşamba uğursuzlar günüdür." Bazı diğer hadislerde, çarşamba günü seyahata çıkılmaması, alışveriş yapılmaması, tırnakların kesilmemesi, hasta ziyaret edilmemesi gibi öğütler bulunuyor. Ayrıca cüzzam ve sedef gibi hastalıkların çarşamba günü başladığı inancı da vardır. Fakat bu hadis ve rivâyetler zayıf olup, bunlara iman edilmemesi en uygun yoldur. Nitekim meşhur âlim ve araştırmacı, muhakkik Menâvi şunları yazmaktadır: "Çarşamba gününü kötü ve uğursuz olarak kabul etmek ve falcılar gibi inançlar taşımak, haram, çok haramdır. Çünkü, bütün günler Allah'ın günleridir. Belli bir gün ne faydalı ne de zararlıdır." Allâme Alûsî de şunları kaydetmiştir: "Bütün günler birdir. Çarşamba diye ayırım yapmak doğru değildir. Gece ve gündüz arasında tek bir ân bile kimse için uğursuz ve zararlı olamaz. Cenab-ı Allah her gün ve her zaman kulları için müsait ve müsait olmayan şartlar yaratmaktadır."
Hicaz'ın kuzeyinde, Rabığ'dan Ukba'ya ve Medine ile Hayber'den Tayma ve Tebûk'a kadar uzanan bütün bölge bugün de Semûd harabeleriyle doludur. Bundan 1350 yıl önce, Kur'ân'ın inişi sırasında buranın harabeleri herhalde daha belirgin ve iyi durumda idiler.
Tebûk savaşı sırasında, müslümanlar buralardan geçerken bazıları bu harabeler arasında geziyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) bunları toplayarak bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Hz. Peygamber (a.s.), Semûd kavminin korkunç sonu hakkında müslümanlara bilgi verdi, belgeye Allah'ın azabının indiğini hatırlattı ve buranın gezilecek bir yer olmayıp ibret yeri olduğunu söyledi ve müslümanların buradan çabuk geçmelerini öğütledi.
Bir milletin umumi isteği ve rızasıyla yapılan bir günâh, her ne kadar ferdî veya kişisel gözükse de, milli bir günahtır ve ceza'da bütün millete verilir. Sadece bu değil. Kur'ân-ı Kerîm'e göre, bir milletin içinde bir günah alenen yapılıyor ve kimseden çıt çıkışıyorsa, bu da milli bir günâhtır.
Hz. İbrahim (a.s.)'in ateşe atılmasıyla ilgili kayıtları görmek için Kur'ân-ı Kerîm'in şu sûre ve âyetlerine bakılmalıdır:
(Enbiyâ; 68-70, Ankebut; 24 ve Sâffât; 97-98).
Bu da Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunan mucizelerden biridir. Bu mucizelere inanmayan sözde aydın kişilere bir tavsiyemiz var. Kendilerini İslâmiyet'i kabul etmek için zorlamasınlar. İslâm'ı ya olduğu gibi kabul etsinler ya da İslâm camiasından çıksınlar. Bu hususta gereksiz te'vil ve bahaneler ileri sürmesinler. Mucizelerin hikmeti ve önemini daha önceki bölümlerde açıkladık. Bunlara râğmen bazıları, bunları imanın bir parçası olarak kabul etmiyorlarsa, lütfen İslâm'ı değiştirmeye ve modernleştirmeye çalışmasınlar. Kimsenin Kur'ân-ı Kerîm'i de değiştirmeye hakkı yoktur.
Cenab-ı Allah, sadece İbrahim ve evlâtlarım kurtarmadı, onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de verdi. Nitekim Bakara sûresinde şöyle dedi:
"Ben seni İnsanlar üzerine İmam (rehber) yapacağım" (Âyet; 124).
Gerçeklen de bugün dünyada müslümanların dışında yahudi ve Hıristiyanlar da Hz. İbrahim'e büyük hürmet gösteriyor ve bağlılıklarını bildiriyorlar.
Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyeti şöyledir: Münafıklara ve kâfirlere Nûh, Âd, Semûd ve İbrahim kavimlerinin, Medyen ve Mü'tefike'ler ahalisinin haberleri gelmedi mi?" (Tevbe; 70).
Yahudilerin tahrif ettikleri İncil'de, Hz. Lût (a.s.)'ın şahsiyeti ve karakterine sürülen lekeler arasında kendisinin Hz. İbrahim (a.s.) ile kavga edip Sodom'a gitmesi de yer almıştır. (Doğum, Bölüm: XIII, âyet: 1-12). Fakat Kur'ân-ı Kerîm bu yanlış ifadeyi yalanlıyor. Kur'ân'ın ifadesine gö¬re, Hz. Lût, Cenab-ı Allah tarafından peygamber yapılarak söz konusu bölgeye gönderilmişti ve görevi oranın sapık halkına hidâyet yolunu göstermekti.
Kur'ân-ı Kerim (Neml suresinden anlaşılıyor ki, Hüdhüd, Hz. Süleyman'a, Sebe' halkının durumunu anlattığı sırada bu millet güneşe tapıyordu. Arap gelenek ve törelerinden de Sebe'nin ilk dininin güneşe tapmak olduğu ortaya çıkıyor. Nitekim İbn İshâk bazı ulemaya dayanarak, Sebe halkının, adı Abd Şems (Güneş'in kulu veya Güneşe tapan) ve lakâbı Saba olan bir kişinin soyundan geldiğini beyan etmiştir. İsrail oğullarının rivayetleri de bunu doğrulamaktadır. Bunlara göre, Hüdhüd, Hz. Süleyman (a.s.)'ın mektubunu götürdüğü zaman, Sabâ melikesi güneşe tapmaya hazırlanıyordu. Hüdhüd bunun üzerine mektubu Melike'nin önüne alıverdi.
Tarih kitaplarından, çok eski çağlardan beri, Sebe kavminin bütün sapıklığına rağmen bir bölümünün, diğer tanrıları reddedip tek bir Tanrı'yı tanıdıkları anlaşılıyor. Yemen'den çıkarılan kitabelere göre de böyle bir grubun varolduğu belli oluyor. M.Ö. 650 dolaylarında hazırlanmış olan ve yeni keşfedilen kitabelerde Sabâ'lıların, Gök tanrısına adanmış bazı tapınaklar bulundurdukları kayıtlıdır. Tek tanrıya inanan kişiler çok uzun süre varlıklarını sürdürebildiler. Nitekim, MS. 378 yılına ait olduğu tesbit olunan bir kitabede de Gök tanrısının adına rastlanıyor. Hatta M.S. 645'le yazılmış olan bir kitabede yeryüzü ve göklerin hakimi olan Allah'tan yardım istenmiştir. M.S. 458'e ait olan bir başka kitabede ise bu tanrının adı "Rahman" olarak geçmiştir.
Saba (Sebe') halkı öylesine büyük bir felâkete uğradı ve dağıldı ki bu dağılma bir simge halini aldı. Nitekim bugün dahi Araplar bir millet veya zümrenin mahvoluşunu Sabâlılarınkine benzeterek anlatırlar. Sabahlara verilen nimetler bir bir Allah tarafından geri alınmaya başlayınca, bu kavim çeşitli gruplara ayrılarak Arabistan'ın çeşitli bölgelerine dağılmaya başladılar. Gassanlılar Ürdün ve Şam'a yerleştiler, Evs ve Hazrec Medine'nin yolunu tuttular. Hüzâ'a, Cidde'ye gitti, Ezd kabilesi de Umman'a yerleşti. Diğer kabileler de dağıldı. Kısacası Saba kavmi tamamıyla tarihe karıştı.
Tarihçi Yakût, "Mu'cem ul Buldan" isimli eserinde diyorki Eyke, Tebûk'un kadîm ismidir. Tebûk'lular da kendi şehirlerinin isminin bir zamanlarda Eyke olduğuna inanıyorlar.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Yunus isminden başka O'ndan "Zünnun" veya "balık sahibi" olarak da söz edilir. Kendisine balık sahibi denilmiştir. Bu demek değil ki kendisi balık avlar ve satardı. Aksine, bir defasında Allah'ın izniyle bir balık tarafından yutulduğu için kendisine bu lakap verilmiştir. (Bk: Sâffât; 42)
Bu yakınma, Hz. Davûd'un ağzından yapılmıştır.
"Onlar, Allah'ın emrettiği gibi bu milletleri temizlemediler, aksine onlarla bir olup onların işini yapmaya başladılar. Onların putlarına tapmaya taşladılar, ki bunlar kendileri için ayak bağı oluverdi. Onlar kendi erkek çocuklarını şey¬tanlar için kurban etmeye başladılar. Masum İnsanlar, yani kendi erkek çocuk ve kızlarının kanını akıttılar. Bunun için Allah'ın kahrı üzerlerine geldi. Allah kendi mirasından nefret etmeye başladı. Onları başka kavimlere esir düşürdü ve onlara düşman olanlar onlara hâkim oldular." (Zebûr: Bölüm 106: âyetler: 34-41).
Eshâb-ur Rass hakkında şimdiye kadar güvenilir ve inanılır araştırmalar yapılamamıştır. Bazı müfessirler bu hususta bazı rivâyetler anlatıyorlarsa da bunlar tatmin edici değildir. Bu kavmin sadece kendi peygamberlerini kuyuya atarak öldürdüğü kesin olarak ifade edilebilir. Rass, Arapçada kuyuya veya kapalı kuyuya denilir. Bu münasebetle kendilerine "kuyu sahipleri' denilmiştir. (Tefhîm-ul Kur'ân, Furkan Ssûresi, c: III).
Eshâb-ür Rass'dan, önce Furkan suresinde, (âyet: 38) daha sonra Kâf suresinde (âyet; 12) bahsedilmiştir. Her iki yerde de bunların, peygamberleri tekzip eden ve yalanlayan milletlerden biri olduğu buyurulmuş, diğer herhangi bir ayrıntı verilmemiş veya bir kıssa anlatılmamıştır
Arap tarihlerinde ve coğrafya kitaplarında Er-Rass isminde iki yer bulunduğu belirtilmiştir. Bunlardan biri Necd'de, diğeri kuzey Hicaz'dadır. Necd'in Er-Rass'ı daha meşhur olup, cahiliyye devrinde yazılmış olan şiirlerde bu isme arada sırada rastlanıyor. Ne var ki, Kur'ân-ı Kerîm'de zikri geçen milletin bu Rass'lardan hangisine ait olduğunu kestirmek mümkün değildir. Rass ahalisi hakkında güvenilir herhangi bir kaynakta ayrıntılı bilgi de yoktur. Bu milletin yalnızca kendi peygamberini kuyuya attığı kesinlikle söylenebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de yapılan kısa işaretten anlaşılıyor ki, Allah'ın kitabının indiği sırada A'raplar herhalde Eshâb-ı Rass'ın hikâyelerini biliyorlardı, ama bu hikâye ve rivayetler daha sonra herhangi bir kitap veya tarihi eserde muhafaza edilemedi.
[1]Burada, uzun müddet kavmini ıslâh etmeye çalıştıktan sonra önemli herhangi bir basan elde edemeyen, aksine çalışmaları sürekli kösteklenen, yoluna yeni yeni engeller çıkarılan, hayatı çekilmez hale getirilen, her türlü baskı, zulüm ve işkenceye maruz kalan, cesareti büsbütün kırılan ve hiçbir ümit ışığı görülmeyen Hz. Nuh'un, nihayet Allah'a yalvarıp kavmi için yaptığı beddua kastedilmiştir. Hz. Nuh'un sözleri şunlardı:
"Ben mağlûbum yardım et diye Rabbi’ne yalvardı." (Kamer, 10). "Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bırakma." (Nûh; 26).
Hz. Nûh (as.) ile cahil ve inatçı kavmi arasında asırlarca devam eden amansız tartışma, çekişme ve mücadelede de ne yazık ki Allah'ın peygamberi yenik düşmüştü. Kur'ân-ı Kerim bu mücadelenin çeşitli safhalarını ayrıntılı şekilde bize aktarmıştır. Ankebût suresine göre bu mücadele tam 950 yıl sürdü. (Âyet; 14). Hz. Nûh bu müddet içinde çeşitli nesillerin vaziyetini yakından görmüş oldu. Hiçbirinde ıslâh kabiliyeti ve Allah'a yönelme arzusu yoktu. Aralarından iyi ve imanlı birinin çıkma ümidi kalmamıştı. Artık Hz. Nuh şu neticeye varmıştı.
"Eğer onları bırakırsam, kullanın saptırırlar. Ve ancak facia ile kâfir doğururlar." (Nûh; 27)
Cenab-ı Allah da Hz. Nuh'un bu görüşüne katıldı ve kendi sonsuz bilgisine dayanarak şunları söyledi:
"Nuh'a 'kavminden iman edenlerden başkası asla inanmayacaktır. Onların yaptığı şeylerden dolayı tasalanma' diye vah yolundu." (Huda: 36).
"Ahkâf", Hıkf ın çoğuludur. Bunun anlamı, yükseklikte dağ kadar olmayan kum tepeleridir. Fakat, coğrafyaya göre, bu, Arap çölünün güneyindeki ıssız bölgenin adıdır.
Azab'in çarşamba günü geldiğine dair rivâyetler vardır. Bu sebeplen dolayıdır ki, müslümanların bazı gruplarında çarşamba günü uğursuz bir gün olarak kabul ediliyor ve o gün hiçbir şeye başlanmamasına dikkat ediliyor. Bu hususta, kaynaklan zayıf olan bazı hadisler de halk arasında meşhurdur. Meselâ, İbn Merdûye ile Hatip Bağdâdî'nin eserlerinde şu hadise rastlanıyor: "Ayın son çarşambası, uğursuzluğu devam eden, uğursuz bir gündür." İbn Cevzi bu hadise "Mevzu" demiştir. İbn Recep bu hadisin doğru olmadığını söylemiştir. Hâfız Sehâvi'ye göre, bu hadisin bütün kaynakları zayıftır. Aynı şekilde, çarşamba uğursuzlar günüdür." Bazı diğer hadislerde, çarşamba günü seyahata çıkılmaması, alışveriş yapılmaması, tırnakların kesilmemesi, hasta ziyaret edilmemesi gibi öğütler bulunuyor. Ayrıca cüzzam ve sedef gibi hastalıkların çarşamba günü başladığı inancı da vardır. Fakat bu hadis ve rivâyetler zayıf olup, bunlara iman edilmemesi en uygun yoldur. Nitekim meşhur âlim ve araştırmacı, muhakkik Menâvi şunları yazmaktadır: "Çarşamba gününü kötü ve uğursuz olarak kabul etmek ve falcılar gibi inançlar taşımak, haram, çok haramdır. Çünkü, bütün günler Allah'ın günleridir. Belli bir gün ne faydalı ne de zararlıdır." Allâme Alûsî de şunları kaydetmiştir: "Bütün günler birdir. Çarşamba diye ayırım yapmak doğru değildir. Gece ve gündüz arasında tek bir ân bile kimse için uğursuz ve zararlı olamaz. Cenab-ı Allah her gün ve her zaman kulları için müsait ve müsait olmayan şartlar yaratmaktadır."
Hicaz'ın kuzeyinde, Rabığ'dan Ukba'ya ve Medine ile Hayber'den Tayma ve Tebûk'a kadar uzanan bütün bölge bugün de Semûd harabeleriyle doludur. Bundan 1350 yıl önce, Kur'ân'ın inişi sırasında buranın harabeleri herhalde daha belirgin ve iyi durumda idiler.
Tebûk savaşı sırasında, müslümanlar buralardan geçerken bazıları bu harabeler arasında geziyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) bunları toplayarak bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Hz. Peygamber (a.s.), Semûd kavminin korkunç sonu hakkında müslümanlara bilgi verdi, belgeye Allah'ın azabının indiğini hatırlattı ve buranın gezilecek bir yer olmayıp ibret yeri olduğunu söyledi ve müslümanların buradan çabuk geçmelerini öğütledi.
Bir milletin umumi isteği ve rızasıyla yapılan bir günâh, her ne kadar ferdî veya kişisel gözükse de, milli bir günahtır ve ceza'da bütün millete verilir. Sadece bu değil. Kur'ân-ı Kerîm'e göre, bir milletin içinde bir günah alenen yapılıyor ve kimseden çıt çıkışıyorsa, bu da milli bir günâhtır.
Hz. İbrahim (a.s.)'in ateşe atılmasıyla ilgili kayıtları görmek için Kur'ân-ı Kerîm'in şu sûre ve âyetlerine bakılmalıdır:
(Enbiyâ; 68-70, Ankebut; 24 ve Sâffât; 97-98).
Bu da Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunan mucizelerden biridir. Bu mucizelere inanmayan sözde aydın kişilere bir tavsiyemiz var. Kendilerini İslâmiyet'i kabul etmek için zorlamasınlar. İslâm'ı ya olduğu gibi kabul etsinler ya da İslâm camiasından çıksınlar. Bu hususta gereksiz te'vil ve bahaneler ileri sürmesinler. Mucizelerin hikmeti ve önemini daha önceki bölümlerde açıkladık. Bunlara râğmen bazıları, bunları imanın bir parçası olarak kabul etmiyorlarsa, lütfen İslâm'ı değiştirmeye ve modernleştirmeye çalışmasınlar. Kimsenin Kur'ân-ı Kerîm'i de değiştirmeye hakkı yoktur.
Cenab-ı Allah, sadece İbrahim ve evlâtlarım kurtarmadı, onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de verdi. Nitekim Bakara sûresinde şöyle dedi:
"Ben seni İnsanlar üzerine İmam (rehber) yapacağım" (Âyet; 124).
Gerçeklen de bugün dünyada müslümanların dışında yahudi ve Hıristiyanlar da Hz. İbrahim'e büyük hürmet gösteriyor ve bağlılıklarını bildiriyorlar.
Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyeti şöyledir: Münafıklara ve kâfirlere Nûh, Âd, Semûd ve İbrahim kavimlerinin, Medyen ve Mü'tefike'ler ahalisinin haberleri gelmedi mi?" (Tevbe; 70).
Yahudilerin tahrif ettikleri İncil'de, Hz. Lût (a.s.)'ın şahsiyeti ve karakterine sürülen lekeler arasında kendisinin Hz. İbrahim (a.s.) ile kavga edip Sodom'a gitmesi de yer almıştır. (Doğum, Bölüm: XIII, âyet: 1-12). Fakat Kur'ân-ı Kerîm bu yanlış ifadeyi yalanlıyor. Kur'ân'ın ifadesine gö¬re, Hz. Lût, Cenab-ı Allah tarafından peygamber yapılarak söz konusu bölgeye gönderilmişti ve görevi oranın sapık halkına hidâyet yolunu göstermekti.
Kur'ân-ı Kerim (Neml suresinden anlaşılıyor ki, Hüdhüd, Hz. Süleyman'a, Sebe' halkının durumunu anlattığı sırada bu millet güneşe tapıyordu. Arap gelenek ve törelerinden de Sebe'nin ilk dininin güneşe tapmak olduğu ortaya çıkıyor. Nitekim İbn İshâk bazı ulemaya dayanarak, Sebe halkının, adı Abd Şems (Güneş'in kulu veya Güneşe tapan) ve lakâbı Saba olan bir kişinin soyundan geldiğini beyan etmiştir. İsrail oğullarının rivayetleri de bunu doğrulamaktadır. Bunlara göre, Hüdhüd, Hz. Süleyman (a.s.)'ın mektubunu götürdüğü zaman, Sabâ melikesi güneşe tapmaya hazırlanıyordu. Hüdhüd bunun üzerine mektubu Melike'nin önüne alıverdi.
Tarih kitaplarından, çok eski çağlardan beri, Sebe kavminin bütün sapıklığına rağmen bir bölümünün, diğer tanrıları reddedip tek bir Tanrı'yı tanıdıkları anlaşılıyor. Yemen'den çıkarılan kitabelere göre de böyle bir grubun varolduğu belli oluyor. M.Ö. 650 dolaylarında hazırlanmış olan ve yeni keşfedilen kitabelerde Sabâ'lıların, Gök tanrısına adanmış bazı tapınaklar bulundurdukları kayıtlıdır. Tek tanrıya inanan kişiler çok uzun süre varlıklarını sürdürebildiler. Nitekim, MS. 378 yılına ait olduğu tesbit olunan bir kitabede de Gök tanrısının adına rastlanıyor. Hatta M.S. 645'le yazılmış olan bir kitabede yeryüzü ve göklerin hakimi olan Allah'tan yardım istenmiştir. M.S. 458'e ait olan bir başka kitabede ise bu tanrının adı "Rahman" olarak geçmiştir.
Saba (Sebe') halkı öylesine büyük bir felâkete uğradı ve dağıldı ki bu dağılma bir simge halini aldı. Nitekim bugün dahi Araplar bir millet veya zümrenin mahvoluşunu Sabâlılarınkine benzeterek anlatırlar. Sabahlara verilen nimetler bir bir Allah tarafından geri alınmaya başlayınca, bu kavim çeşitli gruplara ayrılarak Arabistan'ın çeşitli bölgelerine dağılmaya başladılar. Gassanlılar Ürdün ve Şam'a yerleştiler, Evs ve Hazrec Medine'nin yolunu tuttular. Hüzâ'a, Cidde'ye gitti, Ezd kabilesi de Umman'a yerleşti. Diğer kabileler de dağıldı. Kısacası Saba kavmi tamamıyla tarihe karıştı.
Tarihçi Yakût, "Mu'cem ul Buldan" isimli eserinde diyorki Eyke, Tebûk'un kadîm ismidir. Tebûk'lular da kendi şehirlerinin isminin bir zamanlarda Eyke olduğuna inanıyorlar.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Yunus isminden başka O'ndan "Zünnun" veya "balık sahibi" olarak da söz edilir. Kendisine balık sahibi denilmiştir. Bu demek değil ki kendisi balık avlar ve satardı. Aksine, bir defasında Allah'ın izniyle bir balık tarafından yutulduğu için kendisine bu lakap verilmiştir. (Bk: Sâffât; 42)
Bu yakınma, Hz. Davûd'un ağzından yapılmıştır.
"Onlar, Allah'ın emrettiği gibi bu milletleri temizlemediler, aksine onlarla bir olup onların işini yapmaya başladılar. Onların putlarına tapmaya taşladılar, ki bunlar kendileri için ayak bağı oluverdi. Onlar kendi erkek çocuklarını şey¬tanlar için kurban etmeye başladılar. Masum İnsanlar, yani kendi erkek çocuk ve kızlarının kanını akıttılar. Bunun için Allah'ın kahrı üzerlerine geldi. Allah kendi mirasından nefret etmeye başladı. Onları başka kavimlere esir düşürdü ve onlara düşman olanlar onlara hâkim oldular." (Zebûr: Bölüm 106: âyetler: 34-41).
Eshâb-ur Rass hakkında şimdiye kadar güvenilir ve inanılır araştırmalar yapılamamıştır. Bazı müfessirler bu hususta bazı rivâyetler anlatıyorlarsa da bunlar tatmin edici değildir. Bu kavmin sadece kendi peygamberlerini kuyuya atarak öldürdüğü kesin olarak ifade edilebilir. Rass, Arapçada kuyuya veya kapalı kuyuya denilir. Bu münasebetle kendilerine "kuyu sahipleri' denilmiştir. (Tefhîm-ul Kur'ân, Furkan Ssûresi, c: III).