Biz, almaktan çok ver-mekten hoşlanırız. Bi-zim anlayışımızda “almak” yoktur, “ikram etmek” vardır. Ecdadımız konuşurken “Yemek alır mısınız?” demezdi, “Size yemek ikram edebilir miyim?” derdi. Çünkü “Yemek alır mısınız?” demekte, hem kabalık hem de karşısındakini yük gibi görme vardır. Ayrıca veren açısından da sıkıntı vardır. Çünkü sadece eliyle vermekle, gönlün-den gelerek ikram etmek farklı şeylerdir.
“Vermek” ve “ikram etmek” bizim inancımızın da gereğidir. “Onlar kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.”(2 Bakara, 3) Zira Rezzak olan Allah (c.c.) kullarının bir kısmını, yine kulları vasıtasıyla rızıklandırmak-tadır. “Veren el” konumundaki in-san, iş sahibi, Allah'ın Rezzak sıfa-tının tecelli etmesi için seçtiği varlıktır. Gazali (r. aleyh) bu konuyu şöyle ifade ediyor: “Allah'ın ken-disine hidayete götüren bir ilim, irşad eden ve öğreten bir dil, infak edip sadaka veren bir el verdiğini bilmeli, söz ve hareketleriyle kalp-lere rızıkların ulaşmasına sebep ol-malıdır.
Yüce Allah, bir kulunu sevdi mi, halkın ona olan ihtiyacını art-tırır. Kul, Allah ile insanlar arasında rızıkların onlara ulaşmasında vasıta oldukça bu isimden bir hazza nâil olur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Verilmesi emredilen şeyi, verilmesi istenilen kimseye, gönül hoşluğu ile eksiksiz ve tam veren Müslüman ve güvenilir veznedar, sadaka veren kimselerden biri sayılır.”(1)
Kulların elleri, Yüce Allah'ın hazineleridir. O halde el, bedenlerin rızık deposu, dili de kulların rızık deposu olan kişiye bu sıfattan bir sevapla ikram edilmiş olur.(2) Onun için her Müslüman, “Allah'ın veren eli” olma özelliğine sahip ol-maya çalışmalıdır.
Bir insanın sadece “kendisi için” yaşaması, hayatının lüzumlu olduğunu anlamasına kâfi gelmez. İnsan, iyilik yapıp “yaşatmak için yaşamasını” öğrendikçe işe yara-dığını hisseder ve var olmanın haz-zını tadar. Dünyada, hayatın hakkıyla tadını çıkaranlar, iyilik ehli olan cömert insanlardır.
Cömertlik, bir mü'min vasfıdır. Allah'a yaklaşma adına atılan her adım, bu çerçevede yapılan her yardım ve verilen her kuruş, insanın “Allah katındaki” yerini, değerini belirleyecektir. Toplumun fakir tabakasını zengine yaklaştıran bu mü'min davranışı, aynı zamanda zengini de ğaniyyi mutlak olan Allah'a yaklaştıracaktır. Dolayısıyla insan, yaptığı işlerde ne ölçüde Rab ile münasebet halinde ise, netice-sinde de elde ettiği kazanımlar o nispette büyük olacaktır.
Allah dostlarından biri, devrin zenginlerinden birine gider ve hizmetleri için yardım talebinde bulunur. Adam kasasını açar ve bir sürü irili ufaklı para veya çek, senet arasından bir tanesini seçmeye çalışır. Fakat işi uzattıkça uzatır. Bunun üzerine o Allah dostu, yanındaki arkadaşına dönerek oldukça düşündürücü şu tespitleri yapar: “Bu adam kasasında ne arıyor biliyor musunuz? Allah katındaki de-ğerini, miktarını. Zira Allah rızası için verecek. Kasasını karıştırırken eline büyük bir para gelince “Yoo, Allah'ın katında benim bu kadar büyük yerim olamaz.” diye onu tekrar yerine koyuyor, daha küçü-ğünü, daha küçüğünü arıyor.”
Şunu da unutmayalım: İnsan, ancak kendisinin olanını, helâl olanını verebilir. Yine hizmet ehli ilim adamlarından biriyle bir hayır işi için bir zengine gidilir… Fakat adam hem lafı uzatır hem de bir şey vermez. Arkadaşları, hocaefendiye: "Efendim vermeyeceğini biz biliyorduk, keşke gitmeseydik." deyince; "Elbette veremez, o mallar onun değil ki, herkes ancak kendi malından verebilir, helal ka-zancından verebilir." uyarısını yapar.
İnsanları sadece manevî ka-zanç karşılığı olarak insanlığın hiz-metine yöneltmek, ancak imanla mümkündür.
“Allah, size rızık olarak verdiklerinden hayra sarf edin.” denildiğinde, kâfirler, mü'minlere dediler ki: "Allah' ın, dileseydi doyuracağı kim-seleri biz mi doyuralım? Siz gerçekten sapıtmış kimseler-siniz.”(36 Yasin, 47)
Mü'min infak etmekle, zekat vermekle Rabbine olan muhabbet, itaat, teslimiyet ve bağlılığını gös-terme yolunda önemli bir adım atmış; belki de dünyada en çok bağlandığı ve canın yongası olan ma-lını, Allah'ın isteği üzerine elden çıkarmakla, diğer bütün sevdiklerini O'na feda edebileceğini ve kulluk iddiasında samimi olduğunu fiilen de göstermiş olmaktadır.
Bizim kültürümüzde sadece insanlar düşünülmez, diğer varlıklar da hesaba katılır. Bahçesine, tarlasına, işyerine giren kimse:
“Ağız tadıyla, konu komşuyla, kurtla kuşla yemeyi nasip et Allah'ım!” diye dua ederdi.
“Hiçbir Müslüman yoktur ki, o, ağaç diksin yahut ekin eksin ve mahsulünden insan, kuş, kurt yesin de kendisi bundan istifade etmiş olmasın. Bunlar, diken kimse için sadaka olur.”(3) Onun için almadan önce vermelidir. Hasat yapabilmek için tohumları ekmek gerekir. Ne ekersek onu biçeriz. Başkalarına verdikçe mutlu oluruz. Çok şeyi olan değil, çok veren zengindir.
İnsanın bu dünyada ölümün-den sonra da isminin anılmasını sağlamak için sonraki nesillerin faydalanacağı işler yapması gerekir. Sorumluluk duygusu, insanın kalıcı, iyi eserler vermesinin temel sebebidir. İnsanlığa karşı kendini sorumlu hisseden insanlar yaptıkları işin, verdikleri eserin kalıcı olması için bütün imkânlarını kullanırlar. Çağımızın maddî kazanca odaklanmış insanının kolay anlayamayacağı bu tavır, isimlerini tarihe altın harflerle yazdırmış ve günümüze ulaştırmayı başarmış insanlar tarafından ortaya konmuştur. Amel defterinin kapanmasını istemeyenler de hayırlı hizmetler yapmalı, hayırlı eserler ortaya koymalıdırlar.(4)
Aslında fedakâr insanlar, önce kendilerini vakıf insan haline getirmektedirler. Zira önemli hizmetler ancak böyle vakıf insanların hizmet ve gayretleriyle gerçekleşmektedir. Vakıf insanı, gani gönüllü yani zengin gönüllü insandır. Kalbi zengin olana, cüzdan fakirliği zarar vermez. Kalbi fakir olana da cüzdan zenginliği fayda vermez.
Beşir b. Hasâsi'ye, es-Sedûsi (r.a.) anlatıyor:
İslam'a girmek üzere bey'at etmek için Hz. Peygamber'e geldim. Bana: “Allah'tan başka ilah ol-madığına, benim O'nun kulu ve Ra-sülü olduğuma şehadet edeceksin, günde beş vakit namaz kılacaksın, Ramazan orucunu tutacaksın, ma-lından zekat vereceksin, hacca gi-dip Allah'ın evini ziyaret edeceksin ve Allah yolunda cihat edeceksin.” diye şart koştu. Ben kendisine dedim ki: “Ya Rasülallah! Ben bu söylediklerinizden ikisine güç yetiremem. Onlardan birisi zekattır. Benim on tane devem var; onlarla ailemin geçimini temin ediyor, yüklerini taşıyorum. Diğer yapa-mayacağım şey de cihattır. İnsan-ların dediğine göre, kim cihat mey-danından kaçarsa, Allah'ın gazabı-na uğruyormuş. Ben korkak bir adamım. Bir savaş patlak verdiğin-de, cihattan kaçıp Allah'ın gazabına uğramaktan korkuyorum. Bunla-rın ikisinden muaf tut; diğer bütün dediklerini yapmak için sana söz vereyim." dedim. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.) elimi sıkıca tutup, şöyle bir salladı ve :
“Sadaka yok, cihad yok; peki cennete ne ile gireceksin?" buyurdu. "O zaman ben de, bütün dedikle-rini yapmak üzere bey'at ettim." (5)
“Ey insan! Âlemden ibret al, Cenab-ı Hakk'ın bütün kainatta tecelli eden “Rahmân” ve “Rezzâk” sıfatlarının tecellilerini gör ve onların güzelliğine hayran ol. Binlerce varlık vasıta edilerek sana ulaştırılan bunca ikram ve iyiliğe karşı nankörlük yapma; insaf ve gayrete gel; azıcık fikret, birazcık şükret. Sahip olduğun nimetlere sevin; sana ihsan edildiği gibi, sen de başkalarına ihsan ve iyilik et!
“Herhangi birinize ölüm gelip de 'Rabbim! Benim ölümümü biraz geciktirsen de ben de bol bol sadaka verip iyi kullardan olsam!'
demesinden önce, size verdiğimiz rızıklardan, hayır yollarında harcayın. Allah, eceli gelen hiç kimsenin ölümünü tehir etmez. Allah, bütün yaptıklarınızdan haber-dardır." (63 Münafikûn, 10-11)
Biz, tarihte “Vakıf Cenneti” tabirini hak etmiş bir milletiz. Biz almayı değil, vermeyi önceleriz. İnfakla imanımızı, sadakayla imanda sadakatimizi ispatlarız.
Her şeyi sadece kendine lâyık görenler, hiçbir gönülde sevgiye, hiçbir mecliste saygıya lâyık olamazlar.Halil Atalay
“Vermek” ve “ikram etmek” bizim inancımızın da gereğidir. “Onlar kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.”(2 Bakara, 3) Zira Rezzak olan Allah (c.c.) kullarının bir kısmını, yine kulları vasıtasıyla rızıklandırmak-tadır. “Veren el” konumundaki in-san, iş sahibi, Allah'ın Rezzak sıfa-tının tecelli etmesi için seçtiği varlıktır. Gazali (r. aleyh) bu konuyu şöyle ifade ediyor: “Allah'ın ken-disine hidayete götüren bir ilim, irşad eden ve öğreten bir dil, infak edip sadaka veren bir el verdiğini bilmeli, söz ve hareketleriyle kalp-lere rızıkların ulaşmasına sebep ol-malıdır.
Yüce Allah, bir kulunu sevdi mi, halkın ona olan ihtiyacını art-tırır. Kul, Allah ile insanlar arasında rızıkların onlara ulaşmasında vasıta oldukça bu isimden bir hazza nâil olur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Verilmesi emredilen şeyi, verilmesi istenilen kimseye, gönül hoşluğu ile eksiksiz ve tam veren Müslüman ve güvenilir veznedar, sadaka veren kimselerden biri sayılır.”(1)
Kulların elleri, Yüce Allah'ın hazineleridir. O halde el, bedenlerin rızık deposu, dili de kulların rızık deposu olan kişiye bu sıfattan bir sevapla ikram edilmiş olur.(2) Onun için her Müslüman, “Allah'ın veren eli” olma özelliğine sahip ol-maya çalışmalıdır.
Bir insanın sadece “kendisi için” yaşaması, hayatının lüzumlu olduğunu anlamasına kâfi gelmez. İnsan, iyilik yapıp “yaşatmak için yaşamasını” öğrendikçe işe yara-dığını hisseder ve var olmanın haz-zını tadar. Dünyada, hayatın hakkıyla tadını çıkaranlar, iyilik ehli olan cömert insanlardır.
Cömertlik, bir mü'min vasfıdır. Allah'a yaklaşma adına atılan her adım, bu çerçevede yapılan her yardım ve verilen her kuruş, insanın “Allah katındaki” yerini, değerini belirleyecektir. Toplumun fakir tabakasını zengine yaklaştıran bu mü'min davranışı, aynı zamanda zengini de ğaniyyi mutlak olan Allah'a yaklaştıracaktır. Dolayısıyla insan, yaptığı işlerde ne ölçüde Rab ile münasebet halinde ise, netice-sinde de elde ettiği kazanımlar o nispette büyük olacaktır.
ALLAH KATINDAKİ DEĞERİMİZİ BİLEBİLİR MİYİZ?
Allah dostlarından biri, devrin zenginlerinden birine gider ve hizmetleri için yardım talebinde bulunur. Adam kasasını açar ve bir sürü irili ufaklı para veya çek, senet arasından bir tanesini seçmeye çalışır. Fakat işi uzattıkça uzatır. Bunun üzerine o Allah dostu, yanındaki arkadaşına dönerek oldukça düşündürücü şu tespitleri yapar: “Bu adam kasasında ne arıyor biliyor musunuz? Allah katındaki de-ğerini, miktarını. Zira Allah rızası için verecek. Kasasını karıştırırken eline büyük bir para gelince “Yoo, Allah'ın katında benim bu kadar büyük yerim olamaz.” diye onu tekrar yerine koyuyor, daha küçü-ğünü, daha küçüğünü arıyor.”
Şunu da unutmayalım: İnsan, ancak kendisinin olanını, helâl olanını verebilir. Yine hizmet ehli ilim adamlarından biriyle bir hayır işi için bir zengine gidilir… Fakat adam hem lafı uzatır hem de bir şey vermez. Arkadaşları, hocaefendiye: "Efendim vermeyeceğini biz biliyorduk, keşke gitmeseydik." deyince; "Elbette veremez, o mallar onun değil ki, herkes ancak kendi malından verebilir, helal ka-zancından verebilir." uyarısını yapar.
İnsanları sadece manevî ka-zanç karşılığı olarak insanlığın hiz-metine yöneltmek, ancak imanla mümkündür.
“Allah, size rızık olarak verdiklerinden hayra sarf edin.” denildiğinde, kâfirler, mü'minlere dediler ki: "Allah' ın, dileseydi doyuracağı kim-seleri biz mi doyuralım? Siz gerçekten sapıtmış kimseler-siniz.”(36 Yasin, 47)
Mü'min infak etmekle, zekat vermekle Rabbine olan muhabbet, itaat, teslimiyet ve bağlılığını gös-terme yolunda önemli bir adım atmış; belki de dünyada en çok bağlandığı ve canın yongası olan ma-lını, Allah'ın isteği üzerine elden çıkarmakla, diğer bütün sevdiklerini O'na feda edebileceğini ve kulluk iddiasında samimi olduğunu fiilen de göstermiş olmaktadır.
Bizim kültürümüzde sadece insanlar düşünülmez, diğer varlıklar da hesaba katılır. Bahçesine, tarlasına, işyerine giren kimse:
“Ağız tadıyla, konu komşuyla, kurtla kuşla yemeyi nasip et Allah'ım!” diye dua ederdi.
“Hiçbir Müslüman yoktur ki, o, ağaç diksin yahut ekin eksin ve mahsulünden insan, kuş, kurt yesin de kendisi bundan istifade etmiş olmasın. Bunlar, diken kimse için sadaka olur.”(3) Onun için almadan önce vermelidir. Hasat yapabilmek için tohumları ekmek gerekir. Ne ekersek onu biçeriz. Başkalarına verdikçe mutlu oluruz. Çok şeyi olan değil, çok veren zengindir.
İnsanın bu dünyada ölümün-den sonra da isminin anılmasını sağlamak için sonraki nesillerin faydalanacağı işler yapması gerekir. Sorumluluk duygusu, insanın kalıcı, iyi eserler vermesinin temel sebebidir. İnsanlığa karşı kendini sorumlu hisseden insanlar yaptıkları işin, verdikleri eserin kalıcı olması için bütün imkânlarını kullanırlar. Çağımızın maddî kazanca odaklanmış insanının kolay anlayamayacağı bu tavır, isimlerini tarihe altın harflerle yazdırmış ve günümüze ulaştırmayı başarmış insanlar tarafından ortaya konmuştur. Amel defterinin kapanmasını istemeyenler de hayırlı hizmetler yapmalı, hayırlı eserler ortaya koymalıdırlar.(4)
Aslında fedakâr insanlar, önce kendilerini vakıf insan haline getirmektedirler. Zira önemli hizmetler ancak böyle vakıf insanların hizmet ve gayretleriyle gerçekleşmektedir. Vakıf insanı, gani gönüllü yani zengin gönüllü insandır. Kalbi zengin olana, cüzdan fakirliği zarar vermez. Kalbi fakir olana da cüzdan zenginliği fayda vermez.
CENNETE NE İLE GİRECEKSİN?
Beşir b. Hasâsi'ye, es-Sedûsi (r.a.) anlatıyor:
İslam'a girmek üzere bey'at etmek için Hz. Peygamber'e geldim. Bana: “Allah'tan başka ilah ol-madığına, benim O'nun kulu ve Ra-sülü olduğuma şehadet edeceksin, günde beş vakit namaz kılacaksın, Ramazan orucunu tutacaksın, ma-lından zekat vereceksin, hacca gi-dip Allah'ın evini ziyaret edeceksin ve Allah yolunda cihat edeceksin.” diye şart koştu. Ben kendisine dedim ki: “Ya Rasülallah! Ben bu söylediklerinizden ikisine güç yetiremem. Onlardan birisi zekattır. Benim on tane devem var; onlarla ailemin geçimini temin ediyor, yüklerini taşıyorum. Diğer yapa-mayacağım şey de cihattır. İnsan-ların dediğine göre, kim cihat mey-danından kaçarsa, Allah'ın gazabı-na uğruyormuş. Ben korkak bir adamım. Bir savaş patlak verdiğin-de, cihattan kaçıp Allah'ın gazabına uğramaktan korkuyorum. Bunla-rın ikisinden muaf tut; diğer bütün dediklerini yapmak için sana söz vereyim." dedim. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.) elimi sıkıca tutup, şöyle bir salladı ve :
“Sadaka yok, cihad yok; peki cennete ne ile gireceksin?" buyurdu. "O zaman ben de, bütün dedikle-rini yapmak üzere bey'at ettim." (5)
“Ey insan! Âlemden ibret al, Cenab-ı Hakk'ın bütün kainatta tecelli eden “Rahmân” ve “Rezzâk” sıfatlarının tecellilerini gör ve onların güzelliğine hayran ol. Binlerce varlık vasıta edilerek sana ulaştırılan bunca ikram ve iyiliğe karşı nankörlük yapma; insaf ve gayrete gel; azıcık fikret, birazcık şükret. Sahip olduğun nimetlere sevin; sana ihsan edildiği gibi, sen de başkalarına ihsan ve iyilik et!
“Herhangi birinize ölüm gelip de 'Rabbim! Benim ölümümü biraz geciktirsen de ben de bol bol sadaka verip iyi kullardan olsam!'
demesinden önce, size verdiğimiz rızıklardan, hayır yollarında harcayın. Allah, eceli gelen hiç kimsenin ölümünü tehir etmez. Allah, bütün yaptıklarınızdan haber-dardır." (63 Münafikûn, 10-11)
Biz, tarihte “Vakıf Cenneti” tabirini hak etmiş bir milletiz. Biz almayı değil, vermeyi önceleriz. İnfakla imanımızı, sadakayla imanda sadakatimizi ispatlarız.
Her şeyi sadece kendine lâyık görenler, hiçbir gönülde sevgiye, hiçbir mecliste saygıya lâyık olamazlar.Halil Atalay
KAYNAK
1- Buhari, İcare 1; Müslim, Zekat 79; Nesai, Zekat 57.
2- Gazali, Şerhu Esmâi'l-Hüsnâ, 58.
3- Buhari, Edeb 27; Müslim, Müsakât 7-12.
4- Müslim, Vasiyet 14; Ebu Davud, Vesaya 14; Tirmizi, Ahkam 36.
5- Hakim, Müstedrek 2/80; Beyhaki, Sünenü'l-Kübra, 9/20.
2- Gazali, Şerhu Esmâi'l-Hüsnâ, 58.
3- Buhari, Edeb 27; Müslim, Müsakât 7-12.
4- Müslim, Vasiyet 14; Ebu Davud, Vesaya 14; Tirmizi, Ahkam 36.
5- Hakim, Müstedrek 2/80; Beyhaki, Sünenü'l-Kübra, 9/20.
Moderatör tarafında düzenlendi: