Ebu leheb'in kötü sonu

faruk islam

Özel Üye
Ebû Leheb'in Kötü Sonu
"Ebû" Leheb'in elleri kurusun (kırılsın), kendisi de mahvolsun." (Tebbet; 1)
Müfessirlerin bazıları yukarıdaki ayeti böyle tefsir etmişlerdir. Ama kanaatimce, bunun daha doğru tercümesi şöyle olmalıdır. "Ebû Leheb'in elleri kırıldı, kendisi de helâk oldu." Yani, bu sözler bir beddua gibi değil belli olmuş bir gerçek gibi söylenmiştir. Bu geleceğe ait bir haber olduğu için gelecekte olacak bir şey olmuş gibi gösterilmiştir. Yani bu mutlaka böyle olacaktı. Nitekim gerçekten de öyle oldu. Bu haber, Ebû Leheb'in başına gelenlerden birkaç yıl önce bildirilmişti. Bu ayette ellerin kuruması veya kırılması mecâzen kullanılmış ve bundan Ebû Leheb'in hüsrana uğrayacağı kastedilmiştir. Hatırlayacağınız gibi, Ebû Leheb, Hz. Peygamber (a.s.)'in İslâmiyet'i yayma çalışmalarına bütün gücüyle karşı koymaya çalışmış ve elinden gelen çabayı harcamıştı. Ama bütün çabaları çok geçme¬den boşa gitti ve İslâmiyet'in gelişmesini durduramadı. Bu sûrenin inişinden sekiz sene sonra Bedir Savaşı vuku buldu. Bu savaşta İslâm'a düşmanlıkla tanınan ve bu hususta Ebû Leheb'in yoldaşı olan Mekkeli eşraf ve kabile reislerinin bir çoğu öldü. Bedir'de Mekke'lilerin ve Kureyş'lilerin bu büyük hezimetinin haberi Mekke'ye ulaşınca Ebû Leheb öylesine şoke oldu ve kriz geçirdi ki, ancak 7 gün yaşayabildi. Ayrıca ölümü de çok korkunç ve ibret vericiydi. O, öldürücü sivilceye yakalanmış ve bu sebeple ailesi O'nu terk etmişti. Bu hastalığın kendilerine geçmesinden korkuyorlardı çünkü. Öldükten sonra da üç gün kimse cesedine yaklaşmadı. Nihayet, cesedi bozuldu ve kokusu her tarafa yayılmaya başladı. En son, herkes Ebû Leheb'in oğullarıyla alay etmeye başlayınca, kendileri birkaç zenciyi kiralayıp cesedi gömdürdüler. Bir rivayete göre zenciler bir çukur kazıp, sopa ve değneklerle cesedi içeriye attılar ve üzerine taş ve toprak serdiler. Ebû Leheb'in daha büyük hezimeti ve başarısızlığı ise, bütün gücüyle yıkmaya çalıştığı hak dini kızı ve oğullarının kabul etmeleri oldu. İlk önce, Ebû Leheb'in kızı Dürre, Mekke'den Medine'ye hicret ederek İslâmiyet'i kabul etti. Daha sonra, Mekke'nin fethi sırasında oğulları Utbe ve Muatteb, Hz. Abbas vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.)'a gelerek kendisine biat ve iman ettiler.
Mekkelilerin, Hz. Peygamber (a.s.)'i Kovmaları Üzerine Cezalandırılmaları
"Ve bu adamlar, ayağını, bu topraktan kaydırmaya kararlıdırlar. Seni buradan gitmeye zorlamaktadırlar. Fakat bunlar böyle yaparsa senden sonra kendileri burada fazla kalamazlar." (İsra; 76)
Bu ayet nâzil olduğu zaman Mekke'lilerin durumunun böyle olacağını kimse kestiremezdi. Ama bu da açık bir müjde idi ve on yıl içinde harfi¬yen doğru çıktı. Sûrenin inişinden bir yıl sonra Mekke'li kâfirler, Hz. Pey¬gamberi yurdundan kovdular ve aradan 8 yıl geçmeden Rasûlullah bir fâtih olarak Mekke'ye döndü. Bundan sonra iki yıl gibi bir müddet içinde bütün Arap yarımadası İslâm bayrağının altına giriverdi. Kâfir ve müşrik¬ler sadece Mekke'den değil bütün Arabistan'dan temizlendiler. Memleke¬tin her vatandaşı ancak müslüman olarak yaşayabildi.
Kureyşlilerin Yenilgisi
"Yakında o cemiyet (Kureyş'liler) bozulacak. Ve arkalarını dönüp kaçacaklar." (Kamer; 45)
Bu da açık bir müjdedir. Hicret'ten beş yıl önce Kureyş topluluğunun bozulacağı, zayıflayacağı, parçalanacağı ve müslümanlara yenileceği kesin bir dille anlatılmıştır. Bu ayet indiği zaman Kureyş kabilesinin böyle bir akıbete uğrayacağını, kimse aklının ucuna bile geçirmemişti. Zira, Kureyş'liler Mekke ve Arabistan'ın en güçlü ve kudretli kabilelerinden biriydi. Bunlara karşı, müslümanların durumu iç açıcı değildi. Sayıları azdı ve bu bir avuç insandan bazıları Habeşistan'a hicret etmeye mecbur olmuştu. Geriye kalan iman sahipleri, Şi'b-i Ebî Talib'te Kureyş'in muhasara ve boykotu altında idiler. Siyasi ve sosyal güçleri olmadığı gibi, yaşamaları bile bir Mu'cize idi. Bu şartlar altında, durumun sadece 7 yıl sonra tersine döneceğini kim söyleyebilirdi? Hz. Abdullah bin Abbas'ın öğrencisi İkri¬me (r.a.)'nin naklettiği bir hadise göre Hz. Ömer (r.a.), Kamer suresi indiği zaman, mağlup edilecek cemiyetin hangisi olduğunu hayli merak etmişti. Ama, Bedir savaşında kâfirler hezimete uğrayıp kaçarken, Hazreti Peygamber (a.s.) Kur'ân-ı Kerîm'in yukarıdaki ayetini okuyordu. Hz. Ömer işte o zaman hangi topluluğun hezimetinden bahsedildiğini anlamış oldu. (İbn Cerîr, İbn Ebî Hâtim).
Mekke'nin Fethi
"Muhakkak askerlerimiz, onlar galiplerdir." (Sâffât; 173)
Burada denilmek isteniyor ki, aradan uzun bir müddet geçmeden İslâm ordusu muzaffer ve gâlip olacaktır ve Mekke'li kâfirler kendi gözleriyle kendi hezimetlerini göreceklerdir. Bu sözler söylendiği gibi gerçekleşti. Nitekim, bu ayetin inişinden sonra 14-15 sene içinde Mekkeli kâfirler kendi gözleriyle, Rasûlullah (a.s.)’ın büyük bir ordunun başında olduğu halde muzaffer ve fâtih olarak Mekke'ye girdiğini gördüler. Birkaç yıl sonra da İslâmiyet'in Arabistan'ın sınırlarını aşıp Bizans ve İran topraklarına girdiğine de şahit oldular.
"(Onlar), kabilelerden meydana gelmiş, bozguna uğratılmaya mahkûm bir ordudur." (Sâd; 11)
Bu ayette Mekke'lilerin gelecekteki yenilgisinden söz edilmiştir. Bu kâfir ve müşrikler, tarihte diğer kavimlerin akıbetine uğrayacaklardır ve muhalif oldukları peygamber ve ordusu tarafından hezimete uğratılacak¬lardır. Kısacası, bu ayette Mekke fethinin müjdelerinden biridir.
. Kur'ân'ın Mesajı Her Tarafa
"Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi çok geçmeden göstereceğiz. Ta ki, Kur'an'ın hak olduğu apaçık ortaya çıksın." (Âyet; 53)
Fussilet sûresinde şöyle buyurulmuştur:
Demek ki, "bu kâfir ve müşrikler çok yakında kendi gözleriyle Kur'ân-ı Kerîm'in mesajının etraftaki bütün memleketlere yayılacağını göreceklerdir. Kendileri de Hakk'ı anlayacak ve kabul edeceklerdir. O zaman neyin Hak, neyin Batıl olduğu anlaşılmış olacaktır."
Bazı kimseler şöyle bir itirazda bulunuyorlar. Bir ülke veya birkaç ülkenin bir ideoloji ve felsefeye inananlar tarafından fethedilmesi, o ideoloji veya felsefenin haklı olmasının bir delili değildir. Batıl ideoloji ve mesajlar da büyük bir toprak parçasına yayılabilirler. Batıl bir din ve inancın savunucuları da ülkeler fethedebilir ve başkalarına galip gelebilirler. Bu ga¬libiyet onların mutlaka doğru ve haklı olduğunu gösteremez. Fakat bu gibi itirazda bulunanlar, meseleyi derinliğiyle kavramış gözükmüyorlar.
Gerek Hazreti Peygamber (a.s.) gerekse dört halife devrinde müslümanların kazandığı akıl almaz basan ve fütûhât, sadece ülkelerin zaptı ve fethi olarak değerlendirilmemelidir. Bunlar gerçekten Allah'ın birer armağanı ve alâmetiydiler. İslâm ordusu, ülkeleri bir tek kişi veya hanedan, zümre veya milletin üstünlüğünü sağlamak üzere fethetmemişti. Bu ordu, ülkelerin ve milletlerin bağımsızlığını kaldırmak, onları esir haline getir¬mek, onları sömürmek ve onlara baskı ve zulüm uygulamak için savaşmamıştı. Bu, aslında bir ordu veya askeri gücün başarısı da değildi. Bu bir felsefe ve inancın zaferiydi. İslâm, ardından muazzam bir inkılap da getirdi. Bu inkılap her milletin din, ahlâk, fikir, düşünce, politika, medeniyet, kültür ve ekonomisini kökünden değiştirmeye yönelikti. İslâmiyet'in ilkelerini benimseyen her milletin asıl cevherleri meydana çıkmaya başladı. Kötülükleri ve eksiklikleri birer birer ortadan kaybolmaya başladı. Genel¬likle dünyadan elini eteğini çekmiş, bir köşeye çekilmiş, ermiş insanlarda bulunduğu zannedilen üstün ahlâkî meziyetler ve diğer kabiliyetler şimdi dünya ve ahireti birleştiren müslümanlarda bulunuyor ve bu durum herkesin hayrete düşmesine sebep oluyordu. Dünya işlerinden korkmayan ve bütün güçlüklere göğüs geren bu sâlih ve dürüst insan topluluğu herkese örnek olmaya başladı.
İslâm inkılâbı, üstün ahlâki vasıfların, hükümdar ve yöneticilerin si¬yasetine, adalet kürsüsünde oturanların mahkemesine, ordulara komuta eden kumandanların savaş ve fütuhatına, vergi tahsildarlarının hesaplarına ve ticaret ve sanalla uğraşan tüccar ve esnafın işlerine geçti. İslâm kendi oluşturduğu toplumda insanları nefis temizliği, dürüstlük ve doğruluk ba¬kımından öylesine yüksek ahlâka sahip kıldı ki, bu hususta kendileriyle yarışacak kimse yoktu. İslâm inancı insanı evham ve hurafelerden uzaklaştırıp gerçekler ve objektif görüşleri benimsemeye sevk etti. İslâm, diğer din ve hayat nizamlarının, akıllarına bile getirmedikleri toplumsal hasta-lıkların tedavisini önerdi ve bu hastalıklara son verdi. İslâm özellikle, renk, ırk, vatan, dil ve diğer maddi açılardan İnsanlar arasındaki ayırımı ortadan kaldırdı, sınıf farklılıkları ve sınıf mücadelesine son verdi. Kast sistemi, hukukî eşitsizlik, kadınların acıklı hâli, temel haklarının gasbı, âdi suçlar, ahlâksızlık kumar, zina ve hırsızlık, hükümdar ve hükümetlerin haksız yetki ve imtiyazları, uluslararası ilişkilerde anlaşmalara uymamak, savaşla ve barışla temel insan haklarına riayet göstermemek gibi kötülükleri ortadan kaldırdı.
İslâm, Arabistan'ın çehresini değiştirdi. Anarşi ve kanunsuzluk yerine asayiş ve disiplin, kan dökme ve kargaşa yerine barış, günah, ahlâksızlık ve fesât yerine takvâ ve nefis muhasebesi, zulüm ve adaletsizlik yerine adalet ve eşitlik, görgüsüzlük ve vahşet yerine medeniyet ve kültür, cehâlet ve bilgisizlik yerine ilim ve sanat ve kuşaktan kuşağa geçen kin, nefret ve düşmanlık yerine kardeşlik ve sevgi yerleştirdi. Kendi kabilesinin kaide ve kurallarının dışına çıkmayan, kasaba ve şehirlerinin dışında başka bir şey bilmeyen bedevî bir milleti dünyanın imamı ve hâkimi yapıverdi. İşte yukarıdaki ayette bahsedilen işaretler o günden beri Allah tarafından gösterilmeye devam ediyor.
Gerçek şu ki, bugün medeniyet ve kültürden dem vuran sözde ileri milletler, müslümanların çöküş devrelerinde bile gösterdikleri üstün ahlâki meziyetlerin en ufak örneğini bile sunamazlar. Avrupalı ulusların, Afrika, Amerika, Asya ve bizzat Avrupa'da yenik düşen milletlere yaptıkları yüz kızartıcı ve insanlık dışı muamelenin bir misali bütün İslam tarihinde gösterilemez. Bu da İslâm'ın ve Kur'ân-ı Kerîm'in bir kerametiydi, ki müslümanlar gâlip geldikten sonra, diğer milletlerin hemen hemen her devirde ve bugün de gösterdikleri vahşet ve mezâlimi göstermeyecek kadar insancıl bir hâle gelmişlerdi. Gözleri olanlar Endülüs veya İspanya'da asırlarca süren müslüman hakimiyeti sırasında müslümanların Hıristiyan tebaasına yaptığı ve Hıristiyanların müslümanlara galip geldikten sonra on¬lara yaptığı muameleyi görebilirler. Görmek isteyenler, Hindistan'da müslümanların hüküm sürdüğü 800 yılda Hindulara ve diğer azınlıklara ne gibi muamele yaptıklarını ve bugün Hindistan'da Hindulara! hakimiyeti var¬ken müslüman azınlığın neler çektiğini görebilirler. Aynı şekilde, merak edenler, müslümanların geçen 1300 yıldan beri Yahudilere nasıl davrandığını ve bugün Yahudilerin müslüman Filistinlilere neler yaptıklarını görebilirler.
Hz. Peygamber (a.s.)'in Yüksek Mevkii
"Sana Kur'ân-ı farz eden (inzâl eden Allah) elbet seni dönülecek yere tekrar döndürecektir." (Kasas; 85)
Burada "dönülecek yer" olarak tercüme edilen kelime'nin Arapça aslı "meâd"dır. Ve burada bu kelimenin sözlük anlamı, "dönülecek yer" olarak verilmiştir. Fakat bu kelime üzerinde önemle durulmuş olduğu için anla¬mı, "şanlı ve şerefli makam" da olabilir. Bazı müfessirler bundan "cennet"in kastedildiğini belirtmişlerdir. Fakat bu deyimi Cennet'le sınırlandırmak için herhangi bir sebep yoktur. Zannedersem, bu kelimeyi olduğu gibi bıraksak daha iyi olacaktır. Yani bundan hem dünyevî hem uhrevî anlam çıkarılabilir. Sözün gelimi de bunu gerektirmektedir. Yani, Cenab-ı Allah, Hazreti Peygamber (a.s.) için hem bu dünyada hem âhirette yüksek ve şerefli bir mevki ve makam vaadetmiştir. Şimdi bu ayetten önceki ayetlere dönelim. Sûre'nin 57. ayetinden itibaren Mekke'liler ile Hz. Muhammed (a.s.) arasındaki münakaşaya yer verilmiştir. Mekke'liler diyorlardı ki, "ey Muhammed sen, kendinle beraber bizi de batırmak istiyorsun. Şayet biz seni destekler ve senin dinini kabul edersek, Arap ahâlisi bizi yaşatmaz." Buna cevap olarak Cenab-ı Allah, diyor ki, "ey Peygamber, bu Kur'ân-ı Kerîm'i sana indiren, savunmasını sana bırakan Yaradan, seni helâk ve perişan etmeyecektir. Aksine sana öyle bir mevki ve makam ihsan edecektir ki bunu Mekke'liler hayal bile edemezler." Gerçekten de, Cenâb-ı Allah birkaç yıl sonra Hz. Peygamber (a.s.)'e öyle şan-ü şeref verdi, ki bunu dost-düşman herkes kabul etti. Rasûlullah öyle bir iktidara ve güce sahip oldu ki, karşısında duracak güç kalmadı. Arap tarihi böyle bir değişikliğe tanık olmamıştı. Tek bir hükümdarın Arabistan'ın rakipsiz hakimi olduğu görülmemişti.
Hz. Peygamber (a.s.) İçin Makam-ı Mahmûd
"... Umulur ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmûd'a ulaştıracaktır." (İsrâ; 79)
"Mahmûd" kelimesi "methedilen" demektir. Burada denilmek isteniyor ki, "ey Habibim, sen hem dünyada hem âhirette halkın gözdesi olacaksın. Seni öyle bir makama yükselteceğiz ki orada her taraftan sana medh-ü senâ yağacaktır. Senin varlığın ve şahsiyetin herkes için kıvanç vesilesi olacaktır. Bugün senin muhalif ve düşmanların sana hakaret yağdırıyor, sana küfür ediyor, sana eziyet çektiriyorlar. Ama hiç üzülme ve rahmetimden ümidini kesme. Adından bütün dünyada söz edileceği gün o kadar uzak değildir. Çok yakında söylediğin her söz dünyada yankı yara¬tacaktır. Senin vefakâr ve fedakâr taraftarların kısa bir zamanda dünyanın her tarafına dağılacaklardır ve ününe ün katacaklardır. Sadece bugün değil, bundan sonraki devirlerde ve kıyamete kadar senden söz edilecek, se¬nin adın sevgi ve saygıyla anılacaktır. Ayrıca, öbür dünyada da sana bü¬yük mükâfatlar vardır." Makam-ı Mahmûd, Hz. Peygamber (a.s.)'in mah¬şerde şefaat mevkiinde bulunmasına da bir işaretidir.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Üst Alt