ceylannur
Yeni Üyemiz
Duygular ve Öğrenme
Vücudumuzda şuurumuz dışında cereyan eden hârikûlâde işleyiş ve hâdiselerden tam olarak haberdâr değiliz. İlk bakışta birbirinden bağımsız gibi görünen birçok mekanizma (gerek organlar arasında, gerekse duygu, düşünce, davranış ve psikolojik durum açısından) birbiriyle sıkı münasebet içerisindedir. Buna stres ile kalb hastalıkları; endişe ile uyku bozuklukları; mutsuzluk ile yorgunluk arasındaki bağlantılar misâl verilebilir. Son yıllarda dikkat çeken konulardan biri de, öğrenme ile duygular arasında sıkı münasebetin olduğudur. İç ve dış tembihlerle tetiklenip farkına varılan seziş ve hissedişlerin, kuvvetlenerek gönülde, bedende ve zihinde yol açtığı uyarılmışlık hâline (arousal) duygu denir.1 Bu uyarılmalar, kişiye hoş veya nâhoş gelebileceği gibi, zevk-lezzet yahut ağrı-acı da verebilir. Bu açıdan duygular, yol açtığı tesirlere göre pozitif (neşe, sevinç, mutluluk, sevgi-aşk) ve negatif (keder hüzün, kaygı-endişe, kızgınlık-öfke) olarak sınıflandırılmaktadır. Bizi bir fert olarak diğer insanlardan farklı kılan hususlardan biri, duygularımızın şiddeti (baskınlık ve çekiniklik seviyeleri) ile uyarılmak için gerekli olan eşik değerlerdeki farklılıklardır. Bedende olumlu ve olumsuz tesirlere yol açan duyguların önde gelenleri; öfke-kızgınlık-hiddet, kaygı-endişe-korku, hoşlanma-muhabbet, yaşama sevinci, hayret, mutluluk, huzur, iğrenme-nefret, utanma, kin ve intikamdır.
Öğrenmenin öğretildiği bağışıklık sistemi
Son 20 yıl içinde yapılan araştırmalarda, bağışıklık sistemine aynen beyin gibi öğrenebilme kabiliyeti verildiği keşfedilince, tıp dünyasındaki bazı görüşler temelinden sarsıldı. Tıpta o zamana kadar, davranış tarzlarının değişmesinde ve karşılaşılan durumlara tepki vermede sadece beynin ve merkezî sinir sisteminin vazife gördüğüne inanılıyordu. Ader ’in öncülüğünü yaptığı yeni araştırmalar neticesinde, merkezî sinir sistemiyle bağışıklık sistemi arasında güçlü bir bağlantının varlığı; düşünce, duygu ve davranışların ayrı ayrı iletişim kanalları hâlinde değil, girift iç içe iletişim kanallarıyla işletildiği görüldü.
Bir başka araştırmacı grubu ise, duyguların düzenlenmesinde vazife alan sinir alanlarında yoğun kimyevî habercilerin bulunduğunu, bunların beyinde ve bağışıklık sisteminde yaygın biçimde istihdam edildiğini ortaya koydu. Bir organın veya vücudun bir bölgesinin uyarılması gerektiğinde, beyin vasıtasıyla o organa bir sinir sinyali (impuls) gönderilir ve bir refleks hareketi yaratılır. Fakat bu uyarı bedenin bütünü ile alâkalı olduğunda, bu iş için birçok sinyal gönderilmez; hangi duygu veya refleks uyarılacaksa, o duygunun yaratılmasında vazifeli hormonların üretim merkezi olan salgı bezlerine bir sinyal gönderilir ve hormonlar hemen üretilip kan dolaşımına verilir. Böylece en geç altı saniye içinde o hormonun kullanıldığı yerde bir reaksiyon gerçekleştirilir. Bu kimyevî reaksiyonlar, bedende farklı duyguların hissedilmesine yol açar.
Araştırmalar, ruhun icraat santrallerinden biri olan beyindeki duygu ve düşünme merkezleri arasında kuvvetli bir münasebet olduğunu da göstermektedir. Beyne içerden ve dışardan gelen bütün bilgiler, düşünce ile ilgili olan kısımda işlemden geçirilmeden önce, duygu faaliyetleri ile ilgili bölgeye gönderilir ve burada değerlendirilir.Üzgün veya kızgın olduğumuz zaman yeterince iyi düşünemiyor olmamızın sebeplerinden birisi, sinyallerin duygu işleme bölgelerinde hapsedilmesidir. Beyinde duyguların işlendiği merkezler (limbik sistem-amigdala), beden üzerinde oldukça güçlü tesirlere yol açar. Öfke, kindarlık, saldırganlık, endişe-korku, keder-hüzün-depresyon gibi negatif duygular beyindeki yüksek dereceli mantıkî düşünme merkezlerini bloke ederek, kişinin bir konu üzerine odaklanmasını engelleyebilir.Bu da öğrenmeyi zorlaştırır, hattâ bazı durumlarda imkânsız hâle getirir. Duygu temelli problemler yaşayan ve bunlarla baş edemeyen çocuğun zihni, yaşadığı problemlerle meşgul olduğu için dikkat ve enerjisi negatif duygulara yönelir; dolayısıyla dikkatini derslere veremeyen çocuk bilgiyi kavrayamaz. Öte yandan, güven, sevgi, şefkat ve nükte gibi pozitif duygularla beslenen çocukta, düşünme kabiliyeti olumlu yönde harekete geçirildiğinden dolayı öğrenme de kolay olur.
Bilginin önemli bir kaynağı olan duygular, insanlara doğru karar almada yardım edebilir. Çünkü kararlar sadece mantığa dayanılarak alınmaz; karar alırken kişinin geçmiş tecrübelerinden derlenmiş duygu merkezli bilgeliğe de ihtiyaç vardır. Araştırmalar, kişinin his ve gönül bağlarının kopması durumunda, basit kararları bile alamadığını göstermektedir.Bunun sebebi, kişinin karar vermede zorlanmasıdır. Kişi, karşısındaki insanın davranışından rahatsız oluyorsa, duyguları onu hemen uyarır. Böylece, beden ve zihin sağlığını korumak için gerekli olan sınırlar kurulmuş olur. Bir kimse, üzgün veya incinmiş görünüyorsa, bu hâl, diğerlerine, ‘Sizin yardımınıza ihtiyacım var!’ mesajını verir. Meselâ, bir arkadaşımızı üzüntülü gördüğümüzde, hemen yanına gidip ‘iyi olup olmadığını’ sorar, bizimle “üzüntüsünü paylaşmasını” isteriz. Hissiyatını ve ruh durumunu sözlü olarak ifade etmede başarılı olanların, his ve gönül dünyalarının ihtiyaçlarını karşılama şanslarının daha yüksek olduğu bilinmektedir. Duygularını tanıyan ve buna uygun davranışlar sergileyen kişi, hayata daha müspet bakar.
Duyguların bir başka yönü, insanları belli noktalarda birleştirmeye vesile olma potansiyeline sahip olmasıdır. Duygular kişinin kendisi, başkaları ve durumlar hakkında çok değerli bilgiler verir. Meselâ, yapılması gereken bir seminerden endişe duymak, sunulacak bilgi ve veriler konusunda daha iyi hazırlanmak gerektiğini hatırlatır. Duygular üzerinden açığa çıkan ve hissedilen bilgileri kullanarak kendimizin ve çevremizdeki insanların davranışlarında yönlendirmelere sebep olmak mümkündür.
Duyguları açığa çıkarıcı süreçlerin öğrenmedeki rolü
Duyguların açığa çıkması; uyarılmaya eşlik eden biyolojik-psikolojik-zihnî ve ruhî hâdiselerin, beyindeki esnek ve dinamik sinir ağları desenlerini, yeni oluşan duruma göre yeniden yapılandırmada tetikleyici rol almasıyla gerçekleşir. Olumlu, pozitif duyguları tetikleyen güvenli bir ortam, öğrenmenin hızlı ve sağlıklı olmasına vesile olur. Ayrıca verimli öğrenme için his ve gönül dünyamızın itminan içinde olması gereklidir. Çocukta güven, merak, öğrenme zevki ve iç motivasyon arttıkça, zihnî süreçlerin işleyişi kolaylaşmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmalarda, okulda başarısız olan çocukların, duyguları işleyen ve değerlendiren zekâ potansiyeli bakımından bazı yetersizliklerinin olduğu görülmüştür. Bir öğrencinin başarısı, ‘nasıl’ öğrendiğine bağlıdır. Duyguları algılayıcı ve değerlendirici zekâ tipi yüksek bir öğrenci, şahsî ve sosyal kabiliyetlerini akademik hayata uygulamada daha başarılı olur. Bu kabiliyetlere misâl olarak, öğrencilerin meslek veya kariyer tercihlerini yapacakları zaman, hangi alanlarda başarılı olduklarını bilmeleri ve bunları doğru şekilde kullanabilmeleri; bilhassa hedeflerine ulaşmada kendilerine yardımcı olacak birikimi kullanarak yüksek motivasyon seviyesine kolayca ulaşabilmeleri verilebilir.
Bir çocuğun duygu ağırlıklı kabiliyetlerini kullanabilir hâle gelmesi için, eğitime onun kafasından değil, kalbinden başlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Rahmân ve Vedûd olan ALLAH’ın, varlığa maya gibi çaldığı evrensel bir duygu olan sevgi, verilenden kat be kat fazla olarak geri döner. Bu durum, eğitim vetirelerinde de böyledir.
Duygu süreçlerini inkişaf ettirme
Çocuklar bebekliklerinden itibaren sağlıklı-sağlıksız, olumlu-olumsuz pek çok şeyin tesirinde kalarak büyürler. Çevrelerinden gelen tepkilere göre kendileriyle, başkalarıyla ve içinde yaşadıkları dünyayla ilgili düşüncelere sahip olur ve bunlara göre davranış ve tutum geliştirirler. Farklı düşünce ve özelliklere saygı duyma ve değer verme, çocukların şahsiyetlerinin güçlü ve sağlıklı olma şansını artırır, kabiliyetlerini keşfetmesine yardımcı olur. Problem çözmede yol gösterecek öğrenme ortamları oluşturmak onlara güven verir. Öğrencilerin hissî ihtiyaçlarına önem veren, onların müspet duygular içinde olmasına vesile olan bir sınıf ortamı, çocukların kendilerini iyi hissetmelerini, öğretmen ve arkadaşları ile iyi münasebetler içinde olmalarını sağlar. Öğretmenlerin, çocukların hatalarını öne çıkarmadan tenkit yerine sevgiye dayalı yaklaşımda bulunmaları, hataları doğruyu öğretmek için bir fırsat olarak görmeleri, başarısızlıkların yenilebileceğine dâir olumlu yaklaşımları ve sınıf içinde mizah, müsabaka ve yardımlaşmaya yer vermeleri; öğrencilerin daha iyi öğrenebilmelerine yardımcı olur.
Bazı hastalara ‘ilâç’ diye, plasebo (ilâca benzer ama içinde müessir maddenin olmadığı yalancı ilâç) verilebilir. Bu durumda gerçek ilâcı almadığı hâlde kişide, belli bir pozitif gelişme görülebilmekte, hattâ kendisini tamamen iyileşmiş hissedenler bile olabilmektedir. Bu tecrübe, zihin ve duygular üzerine yapılan birçok araştırmada kullanılmış ve neticeler şaşırtıcı olmuştur. Meselâ, başarı durumu ortalamanın altında olan bir sınıf yeni bir öğretmene verilmiş; fakat ona, sınıftaki çocukların seçilmiş öğrenciler ve zekâlarının yüksek olduğu söylenmiştir. Öğretmen onlara çalışkan çocuklara davrandığı gibi coşkulu ve teşvik edici davranmış, öğrenciler de buna hayret edilecek seviyede olumlu karşılık vermişlerdir. Öğretmen, ders yılının sonuna doğru, kendisine başlangıçta verilen öğrenci notlarının gerçek not olmadığını öğrenmiştir; ama bu arada çocuklarda müspet bir gelişme meydana gelmiştir.
Öğretmenin, çocuğun zorlayıcı yanlarını, onun günlük hayatından bağımsız meseleler şeklinde görmesi ve patlamaya yol açtığında bunları bir disiplin meselesi olarak rehber danışmana veya müdüre havale etmesi yerine, çocuğun duygularını ve sosyal hayatını anlamaya çalışması çok daha doğru pedagojik bir yoldur. Bizlere emanet olarak verilen çocuklara hissiyatlarını, saldırganlık ve şiddete dönüştürmeden doğrudan doğruya ifade etmeleri öğretilmeli ve onların ilim denizinden müspet duygularla istifade etmesine yardımcı olunmalıdır. Önemli olan çatışmadan bütünüyle kaçmak değil, anlaşmazlıkları kavgaya dönüştürmeden gidermeyi öğretmektir.
Özetle, duygular ve otomatik davranışlar arasındaki bağlantıyı sezebildiğimizde, verilen kararlara duyguların ve düşüncelerin birlikte karıştığını bilmek, daha müspet davranmamıza vesile olacaktır. Bu bilgiler ışığında hayatta hiçbir şeyin gereksiz ve boş yere yaratılmadığını fark ediyor; duygu, düşünce, kalb, akıl ve iradesiyle insanın girift bir bütün olduğunu görüyoruz.
Betül RANA
Vücudumuzda şuurumuz dışında cereyan eden hârikûlâde işleyiş ve hâdiselerden tam olarak haberdâr değiliz. İlk bakışta birbirinden bağımsız gibi görünen birçok mekanizma (gerek organlar arasında, gerekse duygu, düşünce, davranış ve psikolojik durum açısından) birbiriyle sıkı münasebet içerisindedir. Buna stres ile kalb hastalıkları; endişe ile uyku bozuklukları; mutsuzluk ile yorgunluk arasındaki bağlantılar misâl verilebilir. Son yıllarda dikkat çeken konulardan biri de, öğrenme ile duygular arasında sıkı münasebetin olduğudur. İç ve dış tembihlerle tetiklenip farkına varılan seziş ve hissedişlerin, kuvvetlenerek gönülde, bedende ve zihinde yol açtığı uyarılmışlık hâline (arousal) duygu denir.1 Bu uyarılmalar, kişiye hoş veya nâhoş gelebileceği gibi, zevk-lezzet yahut ağrı-acı da verebilir. Bu açıdan duygular, yol açtığı tesirlere göre pozitif (neşe, sevinç, mutluluk, sevgi-aşk) ve negatif (keder hüzün, kaygı-endişe, kızgınlık-öfke) olarak sınıflandırılmaktadır. Bizi bir fert olarak diğer insanlardan farklı kılan hususlardan biri, duygularımızın şiddeti (baskınlık ve çekiniklik seviyeleri) ile uyarılmak için gerekli olan eşik değerlerdeki farklılıklardır. Bedende olumlu ve olumsuz tesirlere yol açan duyguların önde gelenleri; öfke-kızgınlık-hiddet, kaygı-endişe-korku, hoşlanma-muhabbet, yaşama sevinci, hayret, mutluluk, huzur, iğrenme-nefret, utanma, kin ve intikamdır.
Öğrenmenin öğretildiği bağışıklık sistemi
Son 20 yıl içinde yapılan araştırmalarda, bağışıklık sistemine aynen beyin gibi öğrenebilme kabiliyeti verildiği keşfedilince, tıp dünyasındaki bazı görüşler temelinden sarsıldı. Tıpta o zamana kadar, davranış tarzlarının değişmesinde ve karşılaşılan durumlara tepki vermede sadece beynin ve merkezî sinir sisteminin vazife gördüğüne inanılıyordu. Ader ’in öncülüğünü yaptığı yeni araştırmalar neticesinde, merkezî sinir sistemiyle bağışıklık sistemi arasında güçlü bir bağlantının varlığı; düşünce, duygu ve davranışların ayrı ayrı iletişim kanalları hâlinde değil, girift iç içe iletişim kanallarıyla işletildiği görüldü.
Bir başka araştırmacı grubu ise, duyguların düzenlenmesinde vazife alan sinir alanlarında yoğun kimyevî habercilerin bulunduğunu, bunların beyinde ve bağışıklık sisteminde yaygın biçimde istihdam edildiğini ortaya koydu. Bir organın veya vücudun bir bölgesinin uyarılması gerektiğinde, beyin vasıtasıyla o organa bir sinir sinyali (impuls) gönderilir ve bir refleks hareketi yaratılır. Fakat bu uyarı bedenin bütünü ile alâkalı olduğunda, bu iş için birçok sinyal gönderilmez; hangi duygu veya refleks uyarılacaksa, o duygunun yaratılmasında vazifeli hormonların üretim merkezi olan salgı bezlerine bir sinyal gönderilir ve hormonlar hemen üretilip kan dolaşımına verilir. Böylece en geç altı saniye içinde o hormonun kullanıldığı yerde bir reaksiyon gerçekleştirilir. Bu kimyevî reaksiyonlar, bedende farklı duyguların hissedilmesine yol açar.
Araştırmalar, ruhun icraat santrallerinden biri olan beyindeki duygu ve düşünme merkezleri arasında kuvvetli bir münasebet olduğunu da göstermektedir. Beyne içerden ve dışardan gelen bütün bilgiler, düşünce ile ilgili olan kısımda işlemden geçirilmeden önce, duygu faaliyetleri ile ilgili bölgeye gönderilir ve burada değerlendirilir.Üzgün veya kızgın olduğumuz zaman yeterince iyi düşünemiyor olmamızın sebeplerinden birisi, sinyallerin duygu işleme bölgelerinde hapsedilmesidir. Beyinde duyguların işlendiği merkezler (limbik sistem-amigdala), beden üzerinde oldukça güçlü tesirlere yol açar. Öfke, kindarlık, saldırganlık, endişe-korku, keder-hüzün-depresyon gibi negatif duygular beyindeki yüksek dereceli mantıkî düşünme merkezlerini bloke ederek, kişinin bir konu üzerine odaklanmasını engelleyebilir.Bu da öğrenmeyi zorlaştırır, hattâ bazı durumlarda imkânsız hâle getirir. Duygu temelli problemler yaşayan ve bunlarla baş edemeyen çocuğun zihni, yaşadığı problemlerle meşgul olduğu için dikkat ve enerjisi negatif duygulara yönelir; dolayısıyla dikkatini derslere veremeyen çocuk bilgiyi kavrayamaz. Öte yandan, güven, sevgi, şefkat ve nükte gibi pozitif duygularla beslenen çocukta, düşünme kabiliyeti olumlu yönde harekete geçirildiğinden dolayı öğrenme de kolay olur.
Bilginin önemli bir kaynağı olan duygular, insanlara doğru karar almada yardım edebilir. Çünkü kararlar sadece mantığa dayanılarak alınmaz; karar alırken kişinin geçmiş tecrübelerinden derlenmiş duygu merkezli bilgeliğe de ihtiyaç vardır. Araştırmalar, kişinin his ve gönül bağlarının kopması durumunda, basit kararları bile alamadığını göstermektedir.Bunun sebebi, kişinin karar vermede zorlanmasıdır. Kişi, karşısındaki insanın davranışından rahatsız oluyorsa, duyguları onu hemen uyarır. Böylece, beden ve zihin sağlığını korumak için gerekli olan sınırlar kurulmuş olur. Bir kimse, üzgün veya incinmiş görünüyorsa, bu hâl, diğerlerine, ‘Sizin yardımınıza ihtiyacım var!’ mesajını verir. Meselâ, bir arkadaşımızı üzüntülü gördüğümüzde, hemen yanına gidip ‘iyi olup olmadığını’ sorar, bizimle “üzüntüsünü paylaşmasını” isteriz. Hissiyatını ve ruh durumunu sözlü olarak ifade etmede başarılı olanların, his ve gönül dünyalarının ihtiyaçlarını karşılama şanslarının daha yüksek olduğu bilinmektedir. Duygularını tanıyan ve buna uygun davranışlar sergileyen kişi, hayata daha müspet bakar.
Duyguların bir başka yönü, insanları belli noktalarda birleştirmeye vesile olma potansiyeline sahip olmasıdır. Duygular kişinin kendisi, başkaları ve durumlar hakkında çok değerli bilgiler verir. Meselâ, yapılması gereken bir seminerden endişe duymak, sunulacak bilgi ve veriler konusunda daha iyi hazırlanmak gerektiğini hatırlatır. Duygular üzerinden açığa çıkan ve hissedilen bilgileri kullanarak kendimizin ve çevremizdeki insanların davranışlarında yönlendirmelere sebep olmak mümkündür.
Duyguları açığa çıkarıcı süreçlerin öğrenmedeki rolü
Duyguların açığa çıkması; uyarılmaya eşlik eden biyolojik-psikolojik-zihnî ve ruhî hâdiselerin, beyindeki esnek ve dinamik sinir ağları desenlerini, yeni oluşan duruma göre yeniden yapılandırmada tetikleyici rol almasıyla gerçekleşir. Olumlu, pozitif duyguları tetikleyen güvenli bir ortam, öğrenmenin hızlı ve sağlıklı olmasına vesile olur. Ayrıca verimli öğrenme için his ve gönül dünyamızın itminan içinde olması gereklidir. Çocukta güven, merak, öğrenme zevki ve iç motivasyon arttıkça, zihnî süreçlerin işleyişi kolaylaşmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmalarda, okulda başarısız olan çocukların, duyguları işleyen ve değerlendiren zekâ potansiyeli bakımından bazı yetersizliklerinin olduğu görülmüştür. Bir öğrencinin başarısı, ‘nasıl’ öğrendiğine bağlıdır. Duyguları algılayıcı ve değerlendirici zekâ tipi yüksek bir öğrenci, şahsî ve sosyal kabiliyetlerini akademik hayata uygulamada daha başarılı olur. Bu kabiliyetlere misâl olarak, öğrencilerin meslek veya kariyer tercihlerini yapacakları zaman, hangi alanlarda başarılı olduklarını bilmeleri ve bunları doğru şekilde kullanabilmeleri; bilhassa hedeflerine ulaşmada kendilerine yardımcı olacak birikimi kullanarak yüksek motivasyon seviyesine kolayca ulaşabilmeleri verilebilir.
Bir çocuğun duygu ağırlıklı kabiliyetlerini kullanabilir hâle gelmesi için, eğitime onun kafasından değil, kalbinden başlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Rahmân ve Vedûd olan ALLAH’ın, varlığa maya gibi çaldığı evrensel bir duygu olan sevgi, verilenden kat be kat fazla olarak geri döner. Bu durum, eğitim vetirelerinde de böyledir.
Duygu süreçlerini inkişaf ettirme
Çocuklar bebekliklerinden itibaren sağlıklı-sağlıksız, olumlu-olumsuz pek çok şeyin tesirinde kalarak büyürler. Çevrelerinden gelen tepkilere göre kendileriyle, başkalarıyla ve içinde yaşadıkları dünyayla ilgili düşüncelere sahip olur ve bunlara göre davranış ve tutum geliştirirler. Farklı düşünce ve özelliklere saygı duyma ve değer verme, çocukların şahsiyetlerinin güçlü ve sağlıklı olma şansını artırır, kabiliyetlerini keşfetmesine yardımcı olur. Problem çözmede yol gösterecek öğrenme ortamları oluşturmak onlara güven verir. Öğrencilerin hissî ihtiyaçlarına önem veren, onların müspet duygular içinde olmasına vesile olan bir sınıf ortamı, çocukların kendilerini iyi hissetmelerini, öğretmen ve arkadaşları ile iyi münasebetler içinde olmalarını sağlar. Öğretmenlerin, çocukların hatalarını öne çıkarmadan tenkit yerine sevgiye dayalı yaklaşımda bulunmaları, hataları doğruyu öğretmek için bir fırsat olarak görmeleri, başarısızlıkların yenilebileceğine dâir olumlu yaklaşımları ve sınıf içinde mizah, müsabaka ve yardımlaşmaya yer vermeleri; öğrencilerin daha iyi öğrenebilmelerine yardımcı olur.
Bazı hastalara ‘ilâç’ diye, plasebo (ilâca benzer ama içinde müessir maddenin olmadığı yalancı ilâç) verilebilir. Bu durumda gerçek ilâcı almadığı hâlde kişide, belli bir pozitif gelişme görülebilmekte, hattâ kendisini tamamen iyileşmiş hissedenler bile olabilmektedir. Bu tecrübe, zihin ve duygular üzerine yapılan birçok araştırmada kullanılmış ve neticeler şaşırtıcı olmuştur. Meselâ, başarı durumu ortalamanın altında olan bir sınıf yeni bir öğretmene verilmiş; fakat ona, sınıftaki çocukların seçilmiş öğrenciler ve zekâlarının yüksek olduğu söylenmiştir. Öğretmen onlara çalışkan çocuklara davrandığı gibi coşkulu ve teşvik edici davranmış, öğrenciler de buna hayret edilecek seviyede olumlu karşılık vermişlerdir. Öğretmen, ders yılının sonuna doğru, kendisine başlangıçta verilen öğrenci notlarının gerçek not olmadığını öğrenmiştir; ama bu arada çocuklarda müspet bir gelişme meydana gelmiştir.
Öğretmenin, çocuğun zorlayıcı yanlarını, onun günlük hayatından bağımsız meseleler şeklinde görmesi ve patlamaya yol açtığında bunları bir disiplin meselesi olarak rehber danışmana veya müdüre havale etmesi yerine, çocuğun duygularını ve sosyal hayatını anlamaya çalışması çok daha doğru pedagojik bir yoldur. Bizlere emanet olarak verilen çocuklara hissiyatlarını, saldırganlık ve şiddete dönüştürmeden doğrudan doğruya ifade etmeleri öğretilmeli ve onların ilim denizinden müspet duygularla istifade etmesine yardımcı olunmalıdır. Önemli olan çatışmadan bütünüyle kaçmak değil, anlaşmazlıkları kavgaya dönüştürmeden gidermeyi öğretmektir.
Özetle, duygular ve otomatik davranışlar arasındaki bağlantıyı sezebildiğimizde, verilen kararlara duyguların ve düşüncelerin birlikte karıştığını bilmek, daha müspet davranmamıza vesile olacaktır. Bu bilgiler ışığında hayatta hiçbir şeyin gereksiz ve boş yere yaratılmadığını fark ediyor; duygu, düşünce, kalb, akıl ve iradesiyle insanın girift bir bütün olduğunu görüyoruz.
Betül RANA