"Siz âhiretin evlâtları olun, dünyanın evlâtlarından olmayın!" ne demektir? Nasıl anlamalıyız? Sahabenin dünya ve ahiret dengesi nasıldı? Birbirinden kıymetli örnekler...
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Hüdâyî nʼoldu bu denli peygamber?
Hani Ömer, Osman, Bû Bekr u Hayder?
Hani Habîbullâh, Sıddîk-ı Ekber?
Bunda gelen gider, bir cân eğlenmez!..
Kimse bu dünyada kalıcı değildir. Allâhʼın en sevgili kullarına bile yâr olmayan dünya, hiç kimseye de yâr olmayacaktır. Dolayısıyla dünya misafirhanesinde kalıcı edâsıyla oyalanmak ve oradaki câzibeli nakışlara gönül bağlamak, derin bir gaflet uykusuna dalmak demektir. Nasıl ki istasyonda uyuyan bir yolcu, treni kaçırırsa; kendisinin ebediyet yolcusu olduğunu unutarak fânî ve nefsânî hülyâlara dalanlar da âhirete eli boş giden müflislerden olurlar.
DÜNYA ARKASINI DÖNMÜŞ GİDİYOR ÂHİRET İSE YÜZÜNÜ DÖNMÜŞ GELİYOR
Bunun için Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu nasihatte bulunmuştur:
“Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Âhiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlâtları (tâlipleri) vardır. Siz âhiretin evlâtları olun, dünyanın evlâtlarından olmayın!..” (Buhârî, Rikāk, 4)
Unutmayalım ki bizler, dünyaya değil âhirete îman ettik. Dolayısıyla ehl-i dünyanın fânî varlıkları elde etmek için sarf ettiği gayretten daha fazlasını, esas ve ebedî hayat olan âhiretimiz için sarf etmemiz gerekir.
KİFAYET MİKTARI
Nitekim Cenâb-ı Hakkʼın bizlere “örnek nesil” olarak takdim ettiği Muhâcirler ve Ensâr da, âdeta âhiret merkezli bir hayat yaşadılar. Onlar, nebevî terbiye altında, yarın varacakları konağın kabir olacağı şuuruna erdiler. Bu yüzden dünyanın süsüne, câzibesine, rahatına aldanmadılar. Lüks, oburluk ve israf, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu. Fetihlerle ganimetler Medîneʼye akıp halkın refah seviyesi yükseldiği zaman bile, sahâbe evlerinin dekoru değişmedi.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti esnâsında dahî maddî sıkıntı içinde idi. Yamalı elbise giyiyor, zor geçiniyordu. Hâlbuki hazine ganimetlerle dolmuş durumdaydı. Ashâbın ileri gelenlerinden bazıları, Hazret-i Ömer’in kızı Hazret-i Hafsa -radıyallâhu anhâ-’ya giderek, babasının hazineden geçinecek kadar bir tahsîsat almasını teklif etmesini istediler. Hazret-i Hafsa da babasına bu teklifi yapınca, Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kızına:
“–Kızım, sen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesiydin. Bana söyler misin, Rasûlullâh’ın yemede-içmede hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarıydı.” cevâbını alınca da sözüne şöyle devam etti:
“–İki arkadaşım (yani Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebû Bekir) ve ben, üçümüzün hâli, aynı yolda giden üç yolcuya benzer. Biri (Hazret-i Peygamber) makamına vardı. Diğeri (Hazret-i Ebû Bekir), aynı yoldan giderek birinciye erişti. Üçüncüsü (ben) de arkalarından onlara ulaşmak isterim. Fazla yükle gidersem, onlara erişemem!..” buyurdu.[2]
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, fetihlerin çokluğuna, hazinenin zenginliğine bakmayıp; yaşadığı müddetçe, kifâyet miktarından fazla hiçbir şey kabul etmedi. Hiçbir zaman da dünya servetine meyletmedi.
Zira onun en büyük arzu ve iştiyâkı, bu dünyada Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile nasîb olan beraberliği, âhirette de devam ettirebilmekti. Bunun için; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[3] hadîs-i şerîfini, Rasûlullah Efendimizʼle her ahvâlde beraber olmaya çalışarak hayatına tatbik etti. Oʼnun gibi dünyaya îtibar etmeyip dâimâ âhireti tercih etti.
Yani sahâbe neslinin en büyük derdi, esas hayat olan âhiretti. Bu sebeple âhiretlerine zarar verme ihtimâli bulunan dünyevî menfaatlere aslâ îtibar etmedikleri gibi, âhiretlerine fayda verecek olan her türlü dünyevî ezâ ve cefâya da -canlarına minnet bilerek- katlandılar. Bu şuurla dünyanın dört bir tarafına gittiler. Efendimizʼin tebliğ mektuplarını, kelle uçurmaya hazır olan cellâtların önünde, büyük bir îman cesaretiyle krallara okudular.
AHİRETİ DÜNYAYA TERCİH ETTİLER
Şu hâdise de ashâbın dâimâ âhireti dünyaya tercih etme hususundaki gönül hassâsiyetini ne güzel sergilemektedir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin kapısında geceleyen, Oʼna abdest suyunu hazırlayıp lâzım olan şeyleri getiren[4] Rebîa bin Kâʻb (Ebû Firâs) t şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün (yaptığım hizmetlere mukâbil) bana:
“‒Benden bir şey iste, vereyim.” buyurdu. Ben de:
“‒Yâ Rasûlâllah! Müsaade buyurun, bir düşüneyim, durumuma bir bakayım.” dedim. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Peki, düşün, durumuna bak.” buyurdu.
Düşündüm ve kendi kendime;
“Dünyaya âit menfaatler çabuk bitip tükenir. Ben, kendim için, âhiretle alâkalı bir faydayı tercih etmekten daha hayırlı bir şey görmüyorum.” dedim. Sonra da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i âlîlerine çıktım. Bana:
“‒İhtiyacın nedir?” buyurdu.
“‒Yâ Rasûlâllah! Bana şefâat et de Rabbin U beni Cehennemʼden âzâd eylesin!” dedim. (Diğer bir rivâyette de âhirette Efendimizʼle beraber olmayı istedi.[5]) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Böyle demeni sana kim söyledi?” buyurdu.
“‒Vallâhi yâ Rasûlâllah, kimse söylemedi. Lâkin durumuma baktım ve gördüm ki; dünya, ehlinin elinde durmuyor, hemen zevâl buluyor. Bu sebeple âhiretim için bir şey istemek, bana daha sevimli geldi.” dedim.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“‒O hâlde çok secde ederek kendin için bana yardımcı ol!” buyurdu. (Ahmed, IV, 59)
Bizler, dâimâ âhireti dünyaya tercih eden sahâbe efendilerimizin bu hâllerini ne kadar tefekkür ediyoruz? Zira Cenâb-ı Hak onlara güzelce tâbî olan, yani onların fazîletlerini samimiyetle örnek alan müʼminleri, Tevbe Sûresiʼnin 100. âyetinde medhediyor. Bugün bir sahâbî olma imkânımız yoksa da onlara güzelce tâbî olarak Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına erme imkânı, kıyamete kadar gelecek her müʼmin için bâkîdir.
HANIM SAHABİNİN EŞİNE İLK SORUSU
Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- hanım sahâbîlerin gönül dünyasından bir manzarayı da bizlere şöyle sergilemektedir:
“Sahâbeden biri evine girdiğinde hanımı ona derhâl şu iki suâli sorardı:
–Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu?
–Allah Rasûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin?
Sahâbî evinden çıkacağı zaman da hanımı ona;
«–Allah’tan kork; haram kazanma! Zira biz dünyada açlığa sabrederiz fakat kıyamet gününde Cehennem azâbına sabredemeyiz.» diye nasihatte bulunurdu.” (Abdülhamid Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)
Yine hanım sahâbîler, evlâtlarını yetiştirirken, onların fânî dünya istikbâlleri için ebedî istikbâllerini ihmâl etme gafletinden titizlikle sakınırlar, evlâtlarının mânevî terbiyesine son derece ehemmiyet gösterirlerdi. Bu hususta Huzeyfe -radıyallâhu anh-ʼın şu hâtırası çok mânidardır:
“Annem bana sordu:
«–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?»
Ben de:
«–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.» dedim.
Bana çok kızdı ve fenâ hâlde azarladı. Ben de:
«–Dur, kızma anneciğim! Hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem benim hem de senin için istiğfâr etmesini O’ndan talep edeyim.» dedim…” (Tirmizî, Menâkıb, 30/3781; Ahmed, V, 391-392)
Düşünmeliyiz ki ashâb-ı kirâm evlâtlarını nasıl yetiştiriyordu, biz nasıl yetiştiriyoruz? Evlâtlarımızın maddî rahatlarını ve dünyevî istikbâllerini düşündüğümüz kadar, onların mânevî durumlarını ve ebedî istikbâllerini de düşünebiliyor muyuz?
Elbette her anne-baba, üşüyen yavrusunun üstünü örter. Onu en güzel kıyafetler içinde görmek ister. Fakat âhiret inancına sahip bir anne-baba, evlâdını öbür âlemde Cennet ipeğinden atlas kaftanların mı, yoksa Cehennemʼin yalaz yalaz ateşinin mi saracağı endişesiyle daha fazla meşgul olur…
Bir anne-baba, evlâdını gerçekten seviyorsa, çocuklarına gerçekten merhametliyse, onları küçük yaşlarından itibâren namaza alıştırmalı, Allah ve Peygamber sevgisini kalplerine nakşetmeli, Kurʼân tahsiline ehemmiyet vermelidir.
Şu hakîkati hiçbir zaman unutmamak gerekir:
İnsanın bir yakını vefat etse, çok üzülür, o ayrılık sebebiyle âdeta yüreği yanar. Fakat zamanla o yara kapanır, acısı hafifler. Fakat en büyük ayrılık acısı, kıyamet gününde olacak. Cennetlik olan sâlih kullara:
“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, büyük bir ikram ve iltifatla “Cennet’e buyrun” denilecek.
Fakat bunun zıddına Cehennemlik olan mücrimlere ise:
“Ey mücrimler! Siz ayrılın bugün!” (Yâsîn, 59) denilecek.
Belki orada nice karı-koca birbirinden ayrı düşecek. Nice evlâtla anne-baba farklı yolların yolcusu olacak. Dünyada beraber yaşayanların bir kısmı bir tarafa, bir kısmı diğer tarafa gidecek. Çok hazin bir ayrılık günü olacak!..
Ne ibretlidir ki Hazret-i Nûhʼun ikinci karısı ve oğullarından Kenan, Hazret-i Lûtʼun karısı, Hazret-i İbrahimʼin babası Âzer, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin amcası Ebû Leheb, hazin bir âkıbete dûçâr olarak Cehennem yolcusu oldular. Peygamber yakını olmak bile onları kurtaramadı.
Bunun içindir ki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbûl ameller işleyiniz! Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14)
Bizler de kıyamet günü mahzun olmamak için, bugün hem kendi istikâmetimize dikkat etmeli, hem de bilhassa ciğerpârelerimiz olan evlâtlarımıza sahip çıkmalıyız. Onları Allâhʼın birer emâneti bilmeli, ufak yaşlarından itibaren mânevî terbiyeleriyle yakından alâkadar olmalıyız.
[2] Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367.
[3] Buhârî, Edeb, 96.
[4] Bkz. İbn-i Sa‘d, IV, 313.
[5] Bkz. Müslim, Salât, 226.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş,