Doğu ve Batı muhasebesi | Necep Fazıl KISAKÜREK

ceylannur

Yeni Üyemiz
Doğu ve Batı muhasebesi-Necip Fazıl KISAKÜREK
portre.jpg




Doğu ve Batı muhasebesi



[FONT=Palatino
Linotype]DOĞUNUN KENDİSİNE BAKIŞI


İslam’ın, kıt’a ifadesiyle kendisini görüşü kainat görüşüne eş, kıt’a, ırk veya kavim çerçeveleri hasisliğinin üstünde, bütün insanlığı bire irca edici ana kıymet olarak tek gaye etrafında halkalananlara “millet” ismini veren ölçüdür. Evet, dillerde süründürüle süründürüle gitgide öz delalet çerçevesinden çıkarılıp kavim manasına kullanılan “millet” mefhumu, gerçekte, İslam bayrağının altında toplananlara mahsus isim…Nitekim bütün dünyada, İslam görüşünce, iki millet vardır: Müslümanlarla Müslüman olmayanlar… “Küfür tek bir millettir” düsturu, İslam milletinin, kendi zıtlarına da topyekun ve tek millet gözüyle bakışındaki esası, aslında kendi nefsine bakış olarak billurlaştırır. “Ümmet” Allah Rasulunun tabirleri, “millet” ise tabiler topluluğunun mücerret kütle ismi olduğuna göre, İslamın bu mefhum zaviyesinden kendisini görüşü. Hazret-i İsa’ya atfedilen bir sözün hikmeti içinde belirtilebilir: “Bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle cemetmeyenler dağıtır.” Bu ölçüyle İslam zaviyesinden Doğunun Doğuyu görüşü de, onun 15 inci Asra kadar sürmüş yekpare bir aksiyon çizgisi halinde, fezanın dibine ve Arş’ın üstüne kadar her meselenin hesabını verici mutlak kemal hamlesine beşik saha olmasıdır.


Yine bu ölçüyle İslam, Doğuya, kendi zıtlarıyle beraber tam olarak dünyayı irca etmekle mükellef olduğu sonsuzluk vahidinin, manası madde üstü, ilk mekanı diye bakar. Bu bakışta, Ortaçağ boyunca yaban domuzu hayatı yaşayan Garplının sefaletine karşı, dünya ve ahiret hayatının bütün madde ve mana şartları ve ayrıca Garbın eski Yunan ve Roma tecrübelerindeki kaybedilmiş hikmetler, aklın sınırları ve ruhun hakkı bir ışık demeti halinde kümelenmiştir.


Böylece kainat boyu bir aksiyona yataklık etmek bakımından Doğunun asli ve galip rengi, Adem Peygamberlerden beri gelen Allah Resulleri ve nihayet bütün zaman ve mekanın şahabiyle İslamiyet’te gerçekleşince, İslamiyetin temsil kadrosunda zaafa uğramasını ve nefsinden şüpheye düşmesini de, son zamanlarda doğunun kendisine en nazik bakışı olarak ele almak borcunda oluruz. Şöyle ki: (Rönesans’a) kadar, halısından kağıdından, ipekli kumaşından, bütün dilleri birleştiren kütüphanesinden, kubbesine,kalyonuna, silahına minyatürüne kadar yeryüzüne ve buram buram ebedi tecrit helezonlarıyla ötelere hakim nefs görüşü birdenbire tersine dönmüştür. (Rönesans)tan bu yana, şu veya bu ruhi ve içtimai müessirler yüzünden Garbın akıl harikası önünde hezimetinin sebebini bir türlü kestiremeyen, eşya ve hadiselere yeniden hakim olma cehdine tırmanamayan ve bazı fertlerini bu yüzden öte tarafa kaptırdığı halde, mahzun ve mütevekkil, şuursuz ve bilgisiz bir sadıklar topluluğunu, her ne pahasına olursa olsun, devam ettiren muzdarip ve mütevahhis nefs bakışı…


Bu ikinci bakışın karşı tarafa kaptırdığı, tarihi bir asırlık köksüzler kadrosu da Doğuya, yani kendisine, öz evine annesine ve babasına; çamaşırcı Hatçe hanımın oğlu olup da derken vezirliğe yükselen bir türedinin utanç ve hakaret nazarıyla bakar.


Bu son sınıfın türemesinde birinci amil, ham yobaz ve kaba softa sınıfı da, körü körüne müdafaa ettiği kısır değerlerinin bütün hikmetinden gafil, önüne hangi yenilik çıkarsa din adına küfür yaftasını vurur ve Peygamberinin “Hikmet müminin malıdır; nerede bulursa alır!” Emrine yüzde yüz aykırı, kaybolmaya başlamış vecd ve aşkı Sopa kuvvetiyle iadeye çalışmaktan başka bir şey yapamaz. Nitekim adamakıllı belirmeye yüz tutan ricat ve bozgun çığırı da, ruhları kaybedilmiş hikmet yaftasıyla önlenemez. Bunlardan, burnu halkalı Batı esiri yenilik maymunu Doğuya örümcek kafalıların yatağı, geri adam tarlası diye bakarken, sözde dindar da “ben bunlardan hiçbiri değilim!”gibi bir protesto tavrı içinde, fakat ne olduğundan gafil, sadece hırçın ve yalçın, baskı altında gizli bir nefs şüphesini ihtar etmekten kaçınamaz.



DOĞUYA İNANALIM

Her şey doğudan geldi; her şey her şey, yani ruhumuz… Doğu, insanın yağmur suyu kadar saf ve aydınlık olduğu çağlarda, yürekleri ve kafaları dört köşe madde hendesesi körletmezden evvel, ruhumuzun ilk ve büyük marifetlerine sahne olan vatan… Asıl vatandan yere düşünce onu bulduk.
İlahi beyana göre, insan tohumu Adem, Doğu planında bir yere ayağını bastı. Bütün nevilerin kurtarıcısı Nuh Peygamber, gemisini, orada bir noktaya oturttu. Resuller atası İbrahim, Doğunun maddi ve manevi çerçevesi üzerinde ateşi gül bahçesine çevirdi. Büyücüleri büyüleyen Musa, ümmetine vaadedilen toprağı orada aradı.Meleklerden merhametli İsa, ölüleri dirilten nefesini, Batı istikametinde Doğudan üfledi Ve… Ve nihayet Allah’ın Sevgilisi ve alemlerin yaratılış hikmeti baş Resul, Doğunun bir kenarında, bir nefhada kum tanelerinin içine mermer kubbeler yerleştirdi.

Kudüs orada, Mekke orada, Kâbe orada…

Ne kadar insan yüzü varsa hepsinin birden yöneleceği istikamet sırrı orada… Yeryüzü ve bütün insanlık tek bir vahit olduğuna göre, Doğuyla batı arasında hiçbir sınır yobazlığına düşmeyeceğimizi, baştan beri tekrarlamaktayız. Doğuyu, Batıya nisbetle, sadece belli başlı ruh ve kafa şartlarına ilişik bir vakıa kabul ettikten ve onun hakim ve hakiki rengini de İslamlığa bağladıktan sonra, hemen belirtelim ki, insanoğlunda maddenin ötesini kurcalama ve ötelerin rüyasını yaşama cehdi, mucizeler bahçesinin renk ve ışık yüklü ufkunu yalnız Doğuda buldu… Ruh, mucize, masal, büyü, şiir; ve ötelerin, giriftlerin, sarmaş dolaşların, bilmecelerin varılmazların ilmi ve ruhu, mizacı ve şahsiyeti, bütün hak ve batıl kutuplarıyla Doğudadır…Yine belirtelim ki, ilk ve derin insan örneğine hayat veren ihtişam ve azamet kaynağı Doğunun, ihtişam ve azametine eş, bir zaafı oldu. Bu zaaf onda, (Aşil)in topuğundaki nokta gibi, ölüm okunu kendi üzerine cezbedici bir hususilik yaşattı. Ve okun ucu işte bu topuğa gömülüp Doğuyu boylu boyunca yere serdi. Doğunun katili olan ok, maddeye seyislik eden basit akıldan ve onun emrettiği miskin icaplardan ibaretti. Doğunun fark etmediği bir sır olarak, öyle bir cüceydi ki, akıl, kendisine devi yere yıkmak fırsatı da verilmişti. İlahi cilve, boyuna sırtı yere gelecek olan akla, hisarsız ruhun sırtını yere getirmek imtiyazını vermiştir. Mutlak kemal Allah’ındır.

DOĞU VE BATI BİR ARADA

Doğu, ruha, Batı da maddeye, dürbünün doğru tarafıyla bakmış; Doğu maddeye, Batı da ruha, aynı dürbünün tersini çevirmiştir…Doğunun gidiş ve usulü, bütün hak ve batıl kollarıyla, bu dünyanın ötesini; Batının gidiş ve usulü de, bütün şubeleriyle bu dünyayı fethetmek oldu. Böylece, biri yumruğunu çözüp bu dünyayı elden düşürürken, öbürü, yumruğunu sıkıp bu dünyayı avucunun içine aldı… Bu dünya çerçevesinde Batının kazancı besbelliyse de, ebedilik alemindeki zararı, bu dünya gözüyle belli değildir. Davaların davası da, işte bu belli olmayandadır. Öyle ki, besbelli bir dış kazanç, derinin yalnız üstünü gören gözlere, belirsiz bir iç zararı feda edebilir bir şey gibi gösterdi.


Ne olduysa oldu; iki ayrı hedef, iki ayrı usul, iki ayrı seciye halinde, bütün tarih ve coğrafya hususilikleriyle, sadece mücerret “cins ismi” planında iki ayrı alem yaşadı: Madde fetihlerinin çocuk oyuncağı tesellilerine yapışanlarla; büyük teselliye ait iman kutbu ellerinde olduğu halde bu çocuk oyuncaklarına mahkum, sürünenler… İşte biri ve işte öbürü!…
Doğu, bütün peygamberleri, velileri ve sanatkarlarıyla, maddeye tahakküm oyununun miskin manivelasına kurban, muazzam bir tiyatro dekoru gibi sahnenin altına inerken; Batı, Eflatun’da ses verip (Bergson) da sesini hatırlatan mağlup ruhçuluğu bir tarafa, Aristo’da gürleyip şoförlere kadar nakaratı yayılan müsbet ve riyazi kafanın muhteşem kadro perdesi halinde, sahne üstüne çıkmanın kolayını buldu ve bir daha indirilemez oldu.


Doğuyla batı arasında, siyaset, askerlik, felsefe, ilim, fen, sanat, iktisat, her planda olup bitenler, Doğunun kaydettiğimiz gibi eşya ve hadiseleri derinliğine doğru, Batının da sığlığına doğru tefsir etmesinden doğan hazin bir usul ve bünye farkından başka hiçbir müessire dayanamaz. Biri, Doğu, derinliğine iner ve sığlıkta kaybolurken, sığlığa serpili bütün dünyayı ihmal etmek gibi hayati ve esasi bir yanlışa sürüklendi; ve öbürü, Batı, sığlığına yayıla yayıla derinlikler içindeki köksüzlük ve temelsizliğinin birdenbire patlak vereceği Yirminci Asırdaki felaketine, bir zafer geçidi edasıyla adım adım yaklaştı. Ve böylece, birinin hakkı öbüründe, öbürününki diğerinde kaldı ve ulvi ahenk hiçbir tarafça büyük murakabe ve tefahhusa vardırılamadı.




Necip Fazıl KISAKÜREK
 
Üst Alt