TÜRKOĞLU
Aktif Üyemiz
Divanü Lügati’t-Türk, Türk dilinin, Göktürk Bengü taşlarından sonraki en büyük anıt eseridir. Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072-1077 arasında Bağdat’ta yazılan eser 8000 civarında Türkçe kelimenin Arapça karşılıklarını vermektedir. 11. yüzyıl için 8000 kelimelik bir sözlük fevkalade önemlidir. Üstelik Kaşgarlı, modern bir sözlükçü gibi kelimeler için örnek cümleler de vermiştir. Dörtlüklerden ve atasözlerinden oluşan pek çok örnek de vardır. Bu bakımdan Dîvânü Lügati’t-Türk, halk edebiyatımız için de eşsiz bir hazinedir. Kâşgarlı Mahmud eserini yüksek bir Türklük şuuru ile yazmıştı. Eserinin mukaddimesindeki şu sözleri bunun en önemli tanığıdır:“İmdi, bundan sonra Muhammed oğlu Hüseyin, Hüseyin oğlu Mahmud der ki:
Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların milkleri üzerinde göklerin bütün tegrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay (hâkim) kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin -ayak takımının- şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur.” (DLT I , 1941: 3-4).
Türk maddesinde naklettiği kutsi hadis ve bu hadis dolayısıyla Kâşgarlı’nın yorumları da onun nasıl şuurlu bir Türkçü olduğunu gösterir:
“Yüce Tanrı, benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri, o ulus üzerine musallat kılarım” diyor. İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır; onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara kendi ordum demiştir. Bununla beraber Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer, sayısız iyilikler görülmektedir”. (DLT I, 1941: 351-352).
Türklük duygu ve bilinciyle yazılan Dîvânü Lügati’t-Türk’ün Kâşgarlı’nın elinden çıkmış veya ona yakın dönemde istinsah edilmiş bir nüshası maalesef elimizde yoktur. Bugün elimizde bulunan biricik nüsha, Kâşgarlı Mahmud’dan aşağı yukarı 190 yıl sonra Sâveli Muhammed bin Ebî Bekr ibni Ebilfeth tarafından Şam’da istinsah edilmiş nüshadır.
Dîvânü Lügati’t-Türk’ün bu biricik nüshası bugüne nasıl ulaştı? Eserden bahseden yegâne Doğu kaynağı 17. yüzyılda yaşamış olan Kâtib Çelebi’ye aittir.
Keşfü’z-Zünûn’unda Kâtib Çelebi eserin adını Dîvânü Lügati’t-Türk olarak verir. Yazarını da Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed. Eserin Türk dillerinden bahsettiğini, 18 harf üzerine kurulduğunu ve Ebi’l-Kasım Abdullah bin Muhammed el-Muktedî bi-Emrillaha sunulduğunu belirtir. Kâtib Çelebi’nin gördüğü nüsha bize ulaşan nüshadan farklıdır; çünkü elimizdeki nüshad a eserin adındaki ‘lügat’ kelimesi uzun a ile, Çelebi’de ise kısa a ile yazılmıştır. (Atalay, DLT I, 1941: XIX-XX).
Mükrimin Halil Yınanç’a göre Kâtib Çelebi’den önce Bedreddin Mahmud bin Mûsâ el-Ayıntâbî ile kardeşi Şahâbeddin Ahmed de Divan’ı görmüş olmalıdırlar. Gerek Bedreddin Mahmud’un İkdü’l-Cümân fî Târîh-i Ehli’z-Zamân’ında, gerek Şahâbeddin Ahmed’in Târîhü’l-Bedr fî Evsâfı Ehli’l-Asr’ında yer alan Türk nesep ve boylarına ait bilgiler ve damgalar Divan’dakilere çok benzemektedir (Atalay, DLT I, 1941: XX-XXI).
Bu iki kardeşin gördüğü nüshanın da elimizdeki nüsha olup olmadığını bilmiyoruz. O hâlde Divan’ın elimizdeki biricik nüshası bugüne nasıl ve hangi kanaldan ulaştı, sorusunu bir daha sorabiliriz.
2003 baharında Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yaptığım vize sınavındaki sorulardan biri, “Dîvânü Lügati’t-Türk hakkında bildiklerinizi yazınız” şeklinde idi. Son sınıf öğrencilerinden Dursun Şalcıoğlu (şimdi mezun) verdiği cevapta kısaca Divan’ın bulunuşunu anlatıyor ve eserin, “eski Maliye Nazırlarından ve Vanioğullarından Nazif Beyin hısımı olan bir kadın” tarafından sahaf Burhan’a getirildiğini yazıyordu.
Kâğıt doğru cevaplarıyla 100 puanı hak etmişti. Bütün meslektaşlarım gibi ben de Türk Dili Tarihi dersinde Divan’ın bulunuşunu anlatıyordum. Bu çok hoş bir hikâye idi ve öğrencinin ilgisini çekiyordu. Fakat Vanioğlu Nazif Beyden ben hiç bahsetmemiştim.
Bahsedemezdim; çünkü bunu bilmiyordum. O halde Dursun bu bilgiyi nereden almıştı?
Birçok meslektaşım gibi ben de Kilisli Rifat’ın yazdığı Divan’ın bulunuş hikâyesini defalarca okumuştum. Karışık kitaplarım içinde Dr. Muhtar Tevfikoğlu’nun yazdığı Ali Emiri Efendi kitabını birkaç günde bulabildim. Daha doğrusu kitap eşimin Hacettepe Üniversitesi’ndeki odasından çıktı. Derhal kitabın ekler bölümüne alınmış olan Kilisli’nin yazısını okudum. Her halde Vanioğlu Nazif’i unutmuş olacaktım.
Gerçekten de unutmuşum. Yazıda kitabı getiren yaşlı hanımın, “eski Maliye Nazırı Nazif Beyin mensubatından” olduğu ifade ediliyordu. Fakat Vanioğullarından olduğuna dair bir kayıt yoktu. O hâlde Dursun, Vanîoğlu’nu nereden çıkarmıştı? Eğer bilgi doğru ise bu benim için çok önemli idi. Çünkü Nazif Bey, 17. yüzyılın ünlü bilginlerinden Vanî Mehmed Efendi ailesinden olabilirdi. Vanî Mehmed Efendi’yi Türkçülerin çoğu bilir, bilmelidir. Az sonra onun kim olduğunu anlatacağım. Fakat müsaade ederseniz önce biraz konu dışına çıkacağım. 35 yıllık meslek hayatımda birçok defa okuduğum hâlde Kilisli Rifat’ın yazısında geçen ve beni çok duygulandıran bir anekdotu da unutmuşum. Divan’ın bulunuş hikâyesinin sonunda yer alan bu anekdotu herkesle paylaşmak ve eseri bulan Ali Emîrî Efendi’yi bir daha hayırla yad etmek istiyorum.
“Malî 1333 senesi idi.* (Emîrî Efendi) bir gece yine bu kıraathaneye teşrif buyurdu. Biraz tarihten, edebiyattan bahsedildikten sonra:
– Beyler, efendiler! Bu gece size bir şey soracağım! dedi.
– Buyurun, dedik.
Sordu:
– Divanü Lügati’t-Türk isminde bir kitap gördünüz mü, ya da işittiniz mi?
İlk cevabı ben verdim:
– Kitabın kendisini görmedim, fakat Kâtib Çelebi bunu görmüş ve Keşfüzzünun’a yazmıştır, dedim.
Sonra Arif Bey ve arkadaşları Arapça tarihlerin birisinde bunun adını gördük, dediler. Bunun üzerine Emirî Efendi, Fuzulî’nin şu mısraını okudu:
“Eyledim tahkik, görmüş kimse yok cananımı.”
Söz sırası bize geldi. Bir ağızdan heyecanla sorduk:
– Siz gördünüz mü? dedik.
Sualimiz hoşuna gitti, kendisine mahsus olan tarzda gevrek gevrek, güle güle katıldı:
– Ne söylüyorsunuz? İnayeti bârî ile bugün o kitaba malik oldum, dedi. Cümlemiz tebrik ettik, fakat nasıl elde ettiğini, kimden aldığını sorduk.” (Tevfikoğlu, 1989: 175).
Bunun üzerine Emîrî Efendi âdeti vechile sahaflara uğradığını, kitapçı Burhan’a bir şey var mı, diye sorduğunu, onun da Dîvânü Lügati’t-Türk’ü kendisine gösterdiğini söyler ve devam eder: “Kitabı elime alınca bayıldım. Otuz lira değil, otuz bin lira değeri var. Dünyada eşi menendi görülmemiş bir Türk kamusu ve grameri. Fakat kitapçıyı şımartmamak, fiyatı artırmaya bırakmamak için nazlı davrandım: “Dağınık bir eser. Acaba tamam mı, değil mi? Hem de müellifi Kâşgarlı bir adam imiş, kimdir, necidir, belli değil. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa… Maamafih ne de olsa bir eserdir. Maarif 10 lira teklif etmiş ise, ben de 15 lira veririm” dedim. (Tevfikoğlu, 1989: 176).
Neticede Kitapçı Burhan yaşlı kadının istediği 30 altın lirada ısrar ediyor; Ali Emîrî’nin yanında ise 15 altın lira vardır. “Allahım bana bir dost gönder” diye içinden dua ederken oradan geçmekte olan dostu Faik Reşat Beyden paranın üstünü tamamlıyor ve kitabı alıyor.
Sonrasını yine Emîrî’den dinleyelim: “Burhan Bey – Pekâlâ, ya benim bahşişim yok mu”? dedi. Üç lira da ona verdim, vedalaştım. Dükkândan kalktım, Reşat Beyle konuşa konuşa çarşıdan çıktık. Fakat arkamıza baktım: ‘Acaba Burhan Bey pişman olup da arkamızdan koşmasın’? diye korku içindeydim. Neyse, baktım ki gelen yok: ‘Oh… Elhamdülillâh’! dedim. Kitabı aldım, eve geldim, yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalâa ile uğraştım. Arkadaşlar, size arz ediyorum: Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak. Arap dilinde Seyyibuyihin kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakikî kıymet verilmek lâzım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez. Bu kitap ile Hazreti Yusuf arasında bir müşabehet var. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere veremem”. (Tevfikoğlu, 1989: 177).
Ali Emîrî, kitabı kimselere göstermez. Bütün ısrarlarına rağmen Ziya Gökalp da kitabı göremez.
Kilisli şöyle anlatıyor:
“Ziya Gökalp Bey de Divanü Lügati’t-Türk’e kulaktan âşık olmuştu. Adı söylenince Leyla’sının adını duymuş zavallı Kays gibi ah çekiyordu. Kitabı duyduktan sonra kitabı görmek için yaptığı teşebbüslerin fayda etmediğini görünce bir gün bana geldi. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:
– Bahtiyar Rifat, sen bu kitabı hem gördün, hem okudun değil mi?
– Evet, gördüm de okudum da.
– Rifat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı, şu kadar var ki cezm ettim. Bu kitabı hem almalı, hem neşretmeliyiz.
Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi bana çaresini söyle!
– Evet, bir çare düşündüm. Fakat hem kolay, hem zor.
Bilmem ki yapabilir misin?
– Aman çabuk söyle. Emin olun ki, Ferhad gibi dağları delecek kudretim var.” (Tevfikoğlu, 1989: 179).
Kilisli Rifat düşündüğü çareyi anlatıyor. Buna göre Adliye Nazırı İbrahim Bey, dostu Ali Emîrî’yi iftara çağıracak; bir süre sonra Talât Paşa ve adamları tesadüfen aynı eve gelecekler; Emîrî’ye iltifatlar edecekler ve Divan’ın basılması için ona ricada bulunacaklardı. Plân uygulanır; Emîrî Efendi, Talât Paşa’nın ricasını kırmaz; basım işiyle Kilisli Rifat’ın meşgul olması şartıyla razı olur. Adliye Nazırı İbrahim Efendi’nin evindeki sözde tesadüfî karşılaşmada Talât Paşa, defterdarlıktan emekli Emîrî Efendi’ye valilik, nazırlık gibi makamlar da teklif eder; Emîrî Efendi, “Ben milletime edecek hizmeti yaptım. Ömrümün bakiyesini mütalâaya hasr için kendi arzumla tekaüt (emekli) oldum. Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur” diyerek Paşa’nın teklifini nezaketle geri çevirir.
Muhtar Tevfikoğlu’nun, “Bir Definenin Keşfi” adını verdiği bu hikâyenin beni duygulandıran son anekdotunu Kilisli Rifat şöyle anlatıyor: “Kitap bana (baskıya hazırlanmak üzere) teslim edildikten üç gün sonra Talât Paşa emniyet ettiği bir zata altın para olarak üç yüz lira vermiş; bir de Emirî Efendi’ye hitaben:
Zatıâlinize küçük bir mükâfat olarak üç yüz lira gönderdim, lütfen kabul buyurmanızı rica ederim’ diye kendi eliyle bir tezkere yazmış:
– Al bunu götür, Emîrî Efendi’ye ver! demiş , memur parayı getirmiş, tezkere ile birlikte takdim etmiş, fakat Emirî Efendi parayı kabul etmemiş, kendisi de bir tezkere yazmış:
“Lûtfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim, fakat parayı kabul edemem. Çünkü vatanî, millî bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir, bundan dolayı size teşekkür ile beraber parayı iade ediyorum. Siz parayı yardıma muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hak da memnun olur. Bu sadakanın adı da, Divanü Lügati’t-Türk sadakası olsun’ demiş.” (Tevfikoğlu, 1989: 184-185).
Emîrî Efendi’nin, “Dîvânü Lügati’t-Türk Sadakası” herhâlde bugün de devam ediyor olmalı. Divan’ı eline alan her araştırıcı bu sadakadan bol bol istifade ediyor, behreleniyor.
Şimdi artık Vanîoğlu’na dönebiliriz. Evet, öğrencim Dursun Şalcıoğlu, Vanîoğlu’nu nereden bulmuştu? Birkaç gün düşündükten sonra Divan’ın Besim Atalay neşri aklıma geldi. O neşrin birinci cildinde Atalay da eser hakkında bilgiler veriyordu. Gerçi onu da birkaç defa okumuştum ama öyle anlaşılıyor ki hafızam bana artık iyi hizmet etmiyor. Besim Atalay’ın yazdığı giriş kısmını okumaya başladım. Evet, işte buradaydı; Dursun’un kaynağı Besim Atalay’ın yazdıklarındaydı.
Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların milkleri üzerinde göklerin bütün tegrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay (hâkim) kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin -ayak takımının- şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur.” (DLT I , 1941: 3-4).
Türk maddesinde naklettiği kutsi hadis ve bu hadis dolayısıyla Kâşgarlı’nın yorumları da onun nasıl şuurlu bir Türkçü olduğunu gösterir:
“Yüce Tanrı, benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri, o ulus üzerine musallat kılarım” diyor. İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır; onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara kendi ordum demiştir. Bununla beraber Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer, sayısız iyilikler görülmektedir”. (DLT I, 1941: 351-352).
Türklük duygu ve bilinciyle yazılan Dîvânü Lügati’t-Türk’ün Kâşgarlı’nın elinden çıkmış veya ona yakın dönemde istinsah edilmiş bir nüshası maalesef elimizde yoktur. Bugün elimizde bulunan biricik nüsha, Kâşgarlı Mahmud’dan aşağı yukarı 190 yıl sonra Sâveli Muhammed bin Ebî Bekr ibni Ebilfeth tarafından Şam’da istinsah edilmiş nüshadır.
Dîvânü Lügati’t-Türk’ün bu biricik nüshası bugüne nasıl ulaştı? Eserden bahseden yegâne Doğu kaynağı 17. yüzyılda yaşamış olan Kâtib Çelebi’ye aittir.
Keşfü’z-Zünûn’unda Kâtib Çelebi eserin adını Dîvânü Lügati’t-Türk olarak verir. Yazarını da Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed. Eserin Türk dillerinden bahsettiğini, 18 harf üzerine kurulduğunu ve Ebi’l-Kasım Abdullah bin Muhammed el-Muktedî bi-Emrillaha sunulduğunu belirtir. Kâtib Çelebi’nin gördüğü nüsha bize ulaşan nüshadan farklıdır; çünkü elimizdeki nüshad a eserin adındaki ‘lügat’ kelimesi uzun a ile, Çelebi’de ise kısa a ile yazılmıştır. (Atalay, DLT I, 1941: XIX-XX).
Mükrimin Halil Yınanç’a göre Kâtib Çelebi’den önce Bedreddin Mahmud bin Mûsâ el-Ayıntâbî ile kardeşi Şahâbeddin Ahmed de Divan’ı görmüş olmalıdırlar. Gerek Bedreddin Mahmud’un İkdü’l-Cümân fî Târîh-i Ehli’z-Zamân’ında, gerek Şahâbeddin Ahmed’in Târîhü’l-Bedr fî Evsâfı Ehli’l-Asr’ında yer alan Türk nesep ve boylarına ait bilgiler ve damgalar Divan’dakilere çok benzemektedir (Atalay, DLT I, 1941: XX-XXI).
Bu iki kardeşin gördüğü nüshanın da elimizdeki nüsha olup olmadığını bilmiyoruz. O hâlde Divan’ın elimizdeki biricik nüshası bugüne nasıl ve hangi kanaldan ulaştı, sorusunu bir daha sorabiliriz.
2003 baharında Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yaptığım vize sınavındaki sorulardan biri, “Dîvânü Lügati’t-Türk hakkında bildiklerinizi yazınız” şeklinde idi. Son sınıf öğrencilerinden Dursun Şalcıoğlu (şimdi mezun) verdiği cevapta kısaca Divan’ın bulunuşunu anlatıyor ve eserin, “eski Maliye Nazırlarından ve Vanioğullarından Nazif Beyin hısımı olan bir kadın” tarafından sahaf Burhan’a getirildiğini yazıyordu.
Kâğıt doğru cevaplarıyla 100 puanı hak etmişti. Bütün meslektaşlarım gibi ben de Türk Dili Tarihi dersinde Divan’ın bulunuşunu anlatıyordum. Bu çok hoş bir hikâye idi ve öğrencinin ilgisini çekiyordu. Fakat Vanioğlu Nazif Beyden ben hiç bahsetmemiştim.
Bahsedemezdim; çünkü bunu bilmiyordum. O halde Dursun bu bilgiyi nereden almıştı?
Birçok meslektaşım gibi ben de Kilisli Rifat’ın yazdığı Divan’ın bulunuş hikâyesini defalarca okumuştum. Karışık kitaplarım içinde Dr. Muhtar Tevfikoğlu’nun yazdığı Ali Emiri Efendi kitabını birkaç günde bulabildim. Daha doğrusu kitap eşimin Hacettepe Üniversitesi’ndeki odasından çıktı. Derhal kitabın ekler bölümüne alınmış olan Kilisli’nin yazısını okudum. Her halde Vanioğlu Nazif’i unutmuş olacaktım.
Gerçekten de unutmuşum. Yazıda kitabı getiren yaşlı hanımın, “eski Maliye Nazırı Nazif Beyin mensubatından” olduğu ifade ediliyordu. Fakat Vanioğullarından olduğuna dair bir kayıt yoktu. O hâlde Dursun, Vanîoğlu’nu nereden çıkarmıştı? Eğer bilgi doğru ise bu benim için çok önemli idi. Çünkü Nazif Bey, 17. yüzyılın ünlü bilginlerinden Vanî Mehmed Efendi ailesinden olabilirdi. Vanî Mehmed Efendi’yi Türkçülerin çoğu bilir, bilmelidir. Az sonra onun kim olduğunu anlatacağım. Fakat müsaade ederseniz önce biraz konu dışına çıkacağım. 35 yıllık meslek hayatımda birçok defa okuduğum hâlde Kilisli Rifat’ın yazısında geçen ve beni çok duygulandıran bir anekdotu da unutmuşum. Divan’ın bulunuş hikâyesinin sonunda yer alan bu anekdotu herkesle paylaşmak ve eseri bulan Ali Emîrî Efendi’yi bir daha hayırla yad etmek istiyorum.
“Malî 1333 senesi idi.* (Emîrî Efendi) bir gece yine bu kıraathaneye teşrif buyurdu. Biraz tarihten, edebiyattan bahsedildikten sonra:
– Beyler, efendiler! Bu gece size bir şey soracağım! dedi.
– Buyurun, dedik.
Sordu:
– Divanü Lügati’t-Türk isminde bir kitap gördünüz mü, ya da işittiniz mi?
İlk cevabı ben verdim:
– Kitabın kendisini görmedim, fakat Kâtib Çelebi bunu görmüş ve Keşfüzzünun’a yazmıştır, dedim.
Sonra Arif Bey ve arkadaşları Arapça tarihlerin birisinde bunun adını gördük, dediler. Bunun üzerine Emirî Efendi, Fuzulî’nin şu mısraını okudu:
“Eyledim tahkik, görmüş kimse yok cananımı.”
Söz sırası bize geldi. Bir ağızdan heyecanla sorduk:
– Siz gördünüz mü? dedik.
Sualimiz hoşuna gitti, kendisine mahsus olan tarzda gevrek gevrek, güle güle katıldı:
– Ne söylüyorsunuz? İnayeti bârî ile bugün o kitaba malik oldum, dedi. Cümlemiz tebrik ettik, fakat nasıl elde ettiğini, kimden aldığını sorduk.” (Tevfikoğlu, 1989: 175).
Bunun üzerine Emîrî Efendi âdeti vechile sahaflara uğradığını, kitapçı Burhan’a bir şey var mı, diye sorduğunu, onun da Dîvânü Lügati’t-Türk’ü kendisine gösterdiğini söyler ve devam eder: “Kitabı elime alınca bayıldım. Otuz lira değil, otuz bin lira değeri var. Dünyada eşi menendi görülmemiş bir Türk kamusu ve grameri. Fakat kitapçıyı şımartmamak, fiyatı artırmaya bırakmamak için nazlı davrandım: “Dağınık bir eser. Acaba tamam mı, değil mi? Hem de müellifi Kâşgarlı bir adam imiş, kimdir, necidir, belli değil. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa… Maamafih ne de olsa bir eserdir. Maarif 10 lira teklif etmiş ise, ben de 15 lira veririm” dedim. (Tevfikoğlu, 1989: 176).
Neticede Kitapçı Burhan yaşlı kadının istediği 30 altın lirada ısrar ediyor; Ali Emîrî’nin yanında ise 15 altın lira vardır. “Allahım bana bir dost gönder” diye içinden dua ederken oradan geçmekte olan dostu Faik Reşat Beyden paranın üstünü tamamlıyor ve kitabı alıyor.
Sonrasını yine Emîrî’den dinleyelim: “Burhan Bey – Pekâlâ, ya benim bahşişim yok mu”? dedi. Üç lira da ona verdim, vedalaştım. Dükkândan kalktım, Reşat Beyle konuşa konuşa çarşıdan çıktık. Fakat arkamıza baktım: ‘Acaba Burhan Bey pişman olup da arkamızdan koşmasın’? diye korku içindeydim. Neyse, baktım ki gelen yok: ‘Oh… Elhamdülillâh’! dedim. Kitabı aldım, eve geldim, yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalâa ile uğraştım. Arkadaşlar, size arz ediyorum: Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak. Arap dilinde Seyyibuyihin kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakikî kıymet verilmek lâzım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez. Bu kitap ile Hazreti Yusuf arasında bir müşabehet var. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere veremem”. (Tevfikoğlu, 1989: 177).
Ali Emîrî, kitabı kimselere göstermez. Bütün ısrarlarına rağmen Ziya Gökalp da kitabı göremez.
Kilisli şöyle anlatıyor:
“Ziya Gökalp Bey de Divanü Lügati’t-Türk’e kulaktan âşık olmuştu. Adı söylenince Leyla’sının adını duymuş zavallı Kays gibi ah çekiyordu. Kitabı duyduktan sonra kitabı görmek için yaptığı teşebbüslerin fayda etmediğini görünce bir gün bana geldi. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:
– Bahtiyar Rifat, sen bu kitabı hem gördün, hem okudun değil mi?
– Evet, gördüm de okudum da.
– Rifat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı, şu kadar var ki cezm ettim. Bu kitabı hem almalı, hem neşretmeliyiz.
Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi bana çaresini söyle!
– Evet, bir çare düşündüm. Fakat hem kolay, hem zor.
Bilmem ki yapabilir misin?
– Aman çabuk söyle. Emin olun ki, Ferhad gibi dağları delecek kudretim var.” (Tevfikoğlu, 1989: 179).
Kilisli Rifat düşündüğü çareyi anlatıyor. Buna göre Adliye Nazırı İbrahim Bey, dostu Ali Emîrî’yi iftara çağıracak; bir süre sonra Talât Paşa ve adamları tesadüfen aynı eve gelecekler; Emîrî’ye iltifatlar edecekler ve Divan’ın basılması için ona ricada bulunacaklardı. Plân uygulanır; Emîrî Efendi, Talât Paşa’nın ricasını kırmaz; basım işiyle Kilisli Rifat’ın meşgul olması şartıyla razı olur. Adliye Nazırı İbrahim Efendi’nin evindeki sözde tesadüfî karşılaşmada Talât Paşa, defterdarlıktan emekli Emîrî Efendi’ye valilik, nazırlık gibi makamlar da teklif eder; Emîrî Efendi, “Ben milletime edecek hizmeti yaptım. Ömrümün bakiyesini mütalâaya hasr için kendi arzumla tekaüt (emekli) oldum. Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur” diyerek Paşa’nın teklifini nezaketle geri çevirir.
Muhtar Tevfikoğlu’nun, “Bir Definenin Keşfi” adını verdiği bu hikâyenin beni duygulandıran son anekdotunu Kilisli Rifat şöyle anlatıyor: “Kitap bana (baskıya hazırlanmak üzere) teslim edildikten üç gün sonra Talât Paşa emniyet ettiği bir zata altın para olarak üç yüz lira vermiş; bir de Emirî Efendi’ye hitaben:
Zatıâlinize küçük bir mükâfat olarak üç yüz lira gönderdim, lütfen kabul buyurmanızı rica ederim’ diye kendi eliyle bir tezkere yazmış:
– Al bunu götür, Emîrî Efendi’ye ver! demiş , memur parayı getirmiş, tezkere ile birlikte takdim etmiş, fakat Emirî Efendi parayı kabul etmemiş, kendisi de bir tezkere yazmış:
“Lûtfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim, fakat parayı kabul edemem. Çünkü vatanî, millî bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir, bundan dolayı size teşekkür ile beraber parayı iade ediyorum. Siz parayı yardıma muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hak da memnun olur. Bu sadakanın adı da, Divanü Lügati’t-Türk sadakası olsun’ demiş.” (Tevfikoğlu, 1989: 184-185).
Emîrî Efendi’nin, “Dîvânü Lügati’t-Türk Sadakası” herhâlde bugün de devam ediyor olmalı. Divan’ı eline alan her araştırıcı bu sadakadan bol bol istifade ediyor, behreleniyor.
Şimdi artık Vanîoğlu’na dönebiliriz. Evet, öğrencim Dursun Şalcıoğlu, Vanîoğlu’nu nereden bulmuştu? Birkaç gün düşündükten sonra Divan’ın Besim Atalay neşri aklıma geldi. O neşrin birinci cildinde Atalay da eser hakkında bilgiler veriyordu. Gerçi onu da birkaç defa okumuştum ama öyle anlaşılıyor ki hafızam bana artık iyi hizmet etmiyor. Besim Atalay’ın yazdığı giriş kısmını okumaya başladım. Evet, işte buradaydı; Dursun’un kaynağı Besim Atalay’ın yazdıklarındaydı.