ceylannur
Yeni Üyemiz
Emirdağ Lahikası’nın sayfaları arasında dolaşırken, Bediüzzaman’ın ısrarla üzerinde durduğu hususlar bir bir nazarımıza çarpar.
Bu hususlardan biri, onun, ‘baki bir davanın fani şahıslara bağlanması’na yönelik itirazıdır. İmana ve Kur’ân’a hizmet gibi bir dava, fani şahıslara mal edilemez, onlarla kaim görülemez, onlara bağlanamaz, onlarla kayıt altına alınamaz; alındığı takdirde büyük hata olur. Çünkü, imanın ve Kur’ân’ın hakikatlerini kavramak, bir şahsın inhisarında değildir öncelikle. İkincisi, böyle bir durumda, o kudsî hizmet, o fani şahsın ölümü veya hayatta iken yaşadığı olumsuz bir değişim ve dönüşüm ile akamete uğrama riskine maruz kalmaktadır.
Bediüzzaman’ın kendisinin hayatta iken Risale-i Nur’daki bir hakikatin zıddına birşey söyler duruma düşmesi riskine karşı talebelerini uyaran, “Said de bir talebedir” kaydını düşerek Risale-i Nur’un Kur’ân’dan tereşşuh eden hakikatlerini şahsından azade ve üstte tutarak bu riski bertaraf etmeyi gaye edinen harikulâde mektubu, bu açıdan bilhassa kayda değerdir.
Yine böylesi mektupların birinde ise, Bediüzzaman, Risale-i Nur’da sıklıkla karşımıza çıktığı şekilde, satır aralarını sıkışmış kalmış gibi görünen bir ibarede bir büyük hakikat ve hizmet dersini ve davetini ifşa eder bizim için. Bu mektup, yine, kudsî ve büyük bir hizmetin âlemler Rabbinin Kelam-ı Ezelîsine dayanan ebedî ve baki bir davanın fani şahıslara bağlanamayacağına temasla, bu büyük ve kudsî hizmeti “her cihette devam ve kemalde olan” diye tarif etmektedir:
“Baki bir hakikat, fani şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.”
Emirdağ Lâhikası’nın birinci cildinde yer alan bir mektubun bu paragrafında bir cümlenin içine dercolmuş bu kısacık ‘kemâl ve devam’ ifadesi, hakikat yolcusu ve hak âşığı için geniş dersler ve derin hikmetler barındırır.
En başta, bu ifade, Bediüzzaman’ın tâ Muhakemat’tan başlayarak eserlerinde sıklıkla ifade ettiği ve “Yirmidördüncü Mektub”da ALLAH’ın esmâ ve sıfatlarından öte ‘şuunat-ı ilâhiye’ye dayandırdığı “Âlemde meylü’l-istikmal var” kevnî hakikatiyle tam bir uyum içindedir. Demek ki, gördüğü hakikati en başta kendi dünyasına tatbik eden, iman ve Kur’ân hesabına inşa ettiği hizmet yoluna bu hakikatin ışığıyla bakan biridir Bediüzzaman. “Âlemde meylü’l-istikmâl var” derken, Risale-i Nur hizmetinin şahsına bağlanmasına ve şahsının hayatı ve idrakiyle kaim ve mahdut kılınmasına razı değildir. Nitekim, Kastamonu Lâhikası’ndaki bir mektubunda, “Risale-i Nur’un telifinden talebelerin de hissedar olması”na atıfla Risale-i Nur’u ‘bitmiş’ değil ‘başlamış’ bir telif olarak sunması ve böylece onu bir ‘kapalı metin’ olarak değil, bir ‘açık metin’ olarak tarif etmesi bu sebeptendir. Keza, İşârâtü’l-İ’caz tefsirinin başına Kur’ân’ı hakkıyla tefsirin bir kişinin kârı değil, hepsi tefsir için gerekli vasıfları haiz ve ayrıca farklı farklı ilimlerde temayüz etmiş bir mü’minler topluluğunun kârı olduğunu ifade ederek, kendi harikulâde tefsirinin böyle bir tefsire bir ‘nümune’ ve ‘mukaddime’ mahiyetinde olduğunu belirtmesi de…
İkincisi, kemâl ve devam, bir hayatiyet alâmetidir. Birşey artık olduğu gibi duruyorsa, gelişmiyor, genişlemiyor, devam etmiyorsa, hayatiyetini yitirmişliğine alâmettir bu. ‘Cansız’ nesneler ya olduğu gibi durur ya içinde bulunduğu çevre şartlarına tâbi ve teslim olur. Olduğu gibi durmayıp gelişiyor olmak, çevreyle bir alışveriş içerisinde bulunmak, hayat alâmetidir. Kur’ân ise, âlemler Rabbinin Kelâm-ı Ezelîsidir, içerdiği anlamlar bitimsizdir, ‘lâfzı’ itibarıyla nüzulu Peygamber aleyhissalâtu vesselam hayatta iken tamamlanmış olmakla birlikte mânâları mü’minlerin kalbine inmeye hâlâ devam etmektedir. Aynı şekilde, imanın hakikatleri, meselâ esmâ-i hüsnâ, nihayetsiz tecellileri ile daima yeni yeni keşifleri ister ve iktiza eder bir keyfiyettedir. Durum bu iken, imana ve Kur’ân’a adanmış bir hizmet, fani bir şahsa bağlanmakla ‘kemâl ve devam’ yolundan alıkonulup dondurulamaz, manen öldürülemez.
Üçüncüsü, devam kemâli içeriyorsa anlamlıdır ve sürdürülebilir haldedir. Tohumun fidana, fidanın ağaca yolculuğu ve en sonunda meyve verir hale gelmesi, meyvenin ise içinde taşıdığı tohumla yeni ağaçlara önsöz olması gibi; bu hizmetin devamı için ‘her cihetle’ kemâli şarttır. Tohum, meyveler veren bir ağaç haline gelmelidir ki, kabuğunu çatlatıp kendini çürütmesi bir hayra yaramış olsun.
İşte, iman hizmetinin devam ve kemâli için de, şahısların ona tâbi olması, ama onun şahıslarla bağlanmaması gerekmektedir. Yok eğer böyle bir hizmet şahıslarla bağlanmış ise, o hizmetin devamı gelmez; faraza devam etse bile, asla kemâl bulamaz.
Bediüzzaman’ın ilgili mektubundaki bu ‘her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife’ ifadesi, bu mânâları zımnında taşırken, Risale-i Nur hizmetinde Bediüzzaman’dan sonra yaşanan inkıta ve inkıbazların bir sebebin de herhalde izah ediyor. Zira, bu kudsî vazifenin ‘her cihetle kemâlde ve devamda olması’ için fani şahıslarla bağlanmaması lüzumuna dikkat çekerken, mefhum-u muhalifiyle ‘kemâl ve devam’ cihetinde yaşanan bir arızanın ‘fani şahıslarla bağlanma’ ile irtibatına dikkat çekiyor. Buradan anlıyoruz ki, hakikat yolunda olsa bile akamete uğrayan bir hizmet sözkonusuysa, orada bu hizmetin fani şahıslara bağlanması gibi bir büyük arıza vardır.
Ve bu arızadan, iki taraf beraberce sorumludur: hem kudsî ve büyük bir hizmeti şahıslarıyla bağlayanlar, hem de bu hizmeti o şahıslarla bağlayanlar…
Metin Karabaşoğlu