İnanan insanlar, sürekli tekâmül peşinde bulunmalı, kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla hep "diriliş"ler yaşamalı; fakat aynı zamanda kendi öz değerlerine bağlı, değişme fantezisinden uzak ve durdukları yerde "sabit-kadem" olmalıdırlar.
Onlar, her gün yeni bir duyuş, yeni bir seziş, âfak ve enfüse ait yeni bir keşif ve yepyeni tahlil ve terkiplerle imanlarını bir kere daha derinden duymalı, Hak tevfîkine dayanarak inançlarını yeniden inşa etmeli ve sonra da irfanlarının derinliği ölçüsünde bir aksiyon sergilemelidirler. Ne var ki, kendi kimliklerinden uzaklaşma, farklı kültürlerin tesirlerinde kalarak başkalaşma ve öze yabancı bir hal alma anlamlarına gelen bir "değişim"den korkmalı; bu manadaki bir değişikliği bozulma saymalı ve kendilerini ondan korumak için farklı vesilelere sığınmalıdırlar.
BAŞKALAŞMA MARAZI
Zira böyle bir deformasyon, nimetlerin bütün bütün kesilmesine ve hem insanların hem de toplumun İlahî azaba uğramasına sebebiyet verebilir. Kur'an-ı Kerim, "Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez." (Enfal, 8/53); "Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali tağyir etmez." (Ra'd, 13/11) buyurarak bu hususa dikkat çekmektedir. Bir toplum, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki iman, marifet, safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik gibi yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -İlahî âdete göre- o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla söz konusu değildir.
Aksine, bir heyet-i içtimaiye kendini yücelten ve ayakta tutan bu üstün vasıfları kaybedince, orta sütun çökmüş ve toplum çatısında tamiri imkânsız yıkıntılar meydana gelmiş demektir. Şayet, insanlar, kendilerine bahşedilen nimetlere vesile olan güzel ahlâk ve sâlih amel gibi meziyetlerden uzaklaşır, bir deformasyona uğrar ve inanmışlığa yakışan iyi huylarını değiştirirlerse, Cenâb-ı Allah ilahî âdeti muktezasınca o topluluğa ihsan ettiği nimetlerini keser ve onların kötü hale duçar olmalarını hükme bağlar. İçten içe çürüyen, bozulan ve adeta mahiyet değiştiren bir toplum kıymetli bir emanetin emanetçisi olamayacağından dolayı, Allah Teâlâ İslamiyeti yüreklerinde taptaze duyacak yeni bir kavim getirir ve emanetini değişikliğe uğramış kimselerden alıp onlara teslim eder.
Bu itibarla, değişmemek ve hatta değişikliğin en küçüğüne karşı dahi tavır almak çok önemlidir. Unutulmamalıdır ki, bir çeşit başkalaşan her çeşit başkalaşabilir. Diğer bir vesile ile zikrettiğim gibi; İmriü'l-Kays'a isnad edilen bir sözde, "İki şey vardır ki, onları başlatanlar da nerede durduracaklarını bilemezler: Bunlar, savaş ve yangındır." denilir. Bu söze üçüncü bir hususun daha ilave edilmesi gerektiğini düşünüyorum ki, o da "başkalaşma"dır; evet, bir türlü başkalaşan her türlü başkalaşabilir, dolayısıyla, o kapı hiç aralanmamalıdır.
Bazen başlangıçtaki çok küçük bir değişim, ileride pek büyük başkalaşmalara sebep olabilir. Bu mevzuda bir sızıntının meydana gelmesine bile fırsat vermemek lazımdır. Evet, atalarımızdan tevarüs ettiğimiz dinî ve millî değerlerimizden herhangi biri ile alâkalı en küçük bir kayma, daha sonraları önü alınamaz inhiraflara dönüşebilir. Şayet, insan bu mevzuda nefsiyle hesaplaşırken, vazifeleri icabı bir zaruret bulunmamasına rağmen, kendi üzerinde başkalaşma emareleri ve başkalarına benzeme temayülleri görüyorsa, nimetlerin zevalinden çok korkmalı ve henüz fırsat varken yeniden kendi kimliğine ait hususiyetlere bürünmeye çalışmalıdır.
TEŞEBBÜH VE İLTİHAK
Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, "Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardan sayılır." buyurmuştur. Bu hadis-i şerifin metninde "başkalarına benzemek" ile alâkalı olarak "teşebbehe" fiili kullanılmıştır ki, bu kelime tefa'ul babındandır. Bu babın hususiyeti de tekellüf ifade etmesidir. Bu açıdan, kerih görülen ve yasaklanan "teşebbüh", insanın başkalarının âdetlerine, geleneklerine, göreneklerine özenmesi; kendini sürekli onlara benzemeye zorlaması ve onlar gibi yaşamak için özel çaba harcaması demektir. Diğer bir ifadeyle, "teşebbüh", insanın, kendi kültürünün ve tabiatının dışına kayarak, hatta öz değerlerini hafife alarak, saç-baş, kılık-kıyafet, yeme-içme ve günlük hayat bakımından olduğundan farklı görünmesi, zorla başkalarına benzemeye çalışmasıdır ve sonuç itibarıyla "iltihak"a varıp dayanabilecek bir marazdır. Bu mevzuda, biraz esnek ve gevşek davranan bir insanın, ilk çıkış noktasını unutacak kadar merkezden kopması, zamanla kendinden bütün bütün uzaklaşması, hiç farkına varmadan özendiği ve benzediği o kimselere katılması ve Hak nezdinde de onlardan biri addedilmesi söz konusudur. Binaenaleyh, Nur Müellifi, teşebbüh ve taklit hastalığına yakalananlara şöyle seslenmiştir: "Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalâlete düşer, boğulursunuz."
Moderatör tarafında düzenlendi: