MURATS44
Özel Üye
ÇANAKKALE ZAFERİ ve ADSIZ KAHRAMANLAR
Alman ve İngilizler’in sanayî rekâbetinden doğan I. Cihân Harbi başladığı zaman Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakkî istibdâdı altındaydı. Bu kadro, millî târihimizin en büyük şahsiyetlerinden biri olan Sultan Abdülhamîd Han’ı yahûdî güdümlü bir entrika sonunda tahtından indirerek işbaşına gelmişti. Ancak çok geçmeden kısmen gaflet, kısmen de müteselsil ihânetler neticesi olarak devleti felâketten felâkete sürüklemişler ve geniş ülkesiyle harp sahâsı dışında kalması zor olan Osmanlı Devleti’ni askerî ve ahlâkî bakımdan tehlikeli bir noktaya getirmişlerdi.
Oysa 1911 Trablusgarb ve 1912 Balkan Harpleri fâciâlarının açtığı yaralar henüz sarılmamıştı. İç siyâsette hasımlarını dehşetli bir terörle bertaraf etmek yoluna giden İttihat ve Terakkî kadrosu, harplerin doğurduğu iktisâdî sıkıntıları da istismâr etmek sûretiyle zengin olma yolunu tutmuştu. Diğer yandan, taraflar arasında kendi içlerinde bir birlik de yoktu. Talat ve Enver Paşalar, Almanlar’a taraf olurken, Cemâl Paşa Fransızlar’ın dâhil olduğu îtilâf grubunu tercîh etmekteydi. Fakat bu grupta yahûdî güdümlü İngilizler vardı. Bunlar harp neticesinde Filistin’i ele geçirip yahûdîye ciro etmek husûsunda kararlıydılar. Aynı grupta bulunan Ruslar’ınsa, topraklarımız üzerinde târihî emelleri vardı. Bu yüzden Cemâl Paşa’nın teşebbüsleri netice vermedi.
Harp başladıktan kısa bir müddet sonra Rusya’da başgösteren açlık, 1904 ihtilâl tecrübesinden bakıyye kalan komünistlere yeni bir fırsat oluşturdu. Komünistler, bu iktisâdî sıkıntıları istismâr ederek Çarlık idâresini sarsmaya başladılar. Durumun bir komünist ihtilâline dönüşmemesinin yegâne çâresi, müttefiklerince Rusya’ya gıdâ ve sâir yardımlarda bulunmaktı. Ancak bunun için Romanya üzerindeki Galiçya cephesini geçmek, askerî bakımdan oldukça güçtü. Fakat bu sırada Alman istihbaratının tertîbi olan esef verici bir hâdise, düşmanın ekmeğine yağ sürdü; Goben ve Breslaw (sonradan Yavuz ve Midilli) adındaki iki Alman zırhlısı, gûyâ düşman takibinden kaçıyormuş gibi bir görünüşle Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girdi. İttihat ve Terakkî hükûmeti, müttefiklerince protesto edilen bu hareketi, gemilerin satın alındığı yolunda bir cevapla geçiştirmeye çalıştı. Böyle bir tavrın Osmanlı Devleti’ni gereksiz ve vaktinden önce harbe sokacağını hesap edemeyen gâfiller, bir de Türk sancağı çektikleri bu gemilerin kumandan ve personelini değiştirmek ihtiyâcını dahî hissetmediler. Sadece onları Osmanlı kıyafetine büründürmekle yetindiler. Birkaç gün sonra bu iki zırhlı, gûyâ bir gezinti maksadıyla Karadeniz’e açıldı. Çok sonradan sâbit olduğu üzere Enver Paşa’nın tâlimatıyla önce bir Rus nakliye gemisine saldırdı ve sonra da Sivastopol’u bombardıman etti. Böylece yahûdî asıllı Alman amirali Suşon’un oldu bittiye getirmesiyle Osmanlı Devleti, cihân harbi yangınına itilmiş oldu.
İşte bu sebepledir ki müttefikler, boğazları geçerek Rusya’ya yardım götürmek ve muhtemel bir komünist ihtilâlini önlemek gâyesiyle Çanakkale’ye saldırdılar.
Cihân târihinin en azametli harplerinden biri olan Çanakkale muhârebeleri, İngiliz, Fransız ve İtalya gibi üç büyük devletin buraya yığdığı en modern zırhlılar ve üçyüzbin kişiden ziyâde askere rağmen başarımızla sonuçlanmıştır.
Ama ne pahâsına!.. 250.000 harp sahâsında, takrîben 150.000 de hastânelerde olmak üzere 400.000 vatan evlâdının şehâdet şerbetini içmesi neticesi…
İttihatçıların kötü idârelerine ve askerî bakımdan binbir noksanlığa rağmen Mehmedçik, silâh kifâyetsizliğini îmânıyla telâfî ederek Osmanlı’nın târihine en son altın sayfalarından birini Çanakkale’de ilâve etmiştir.
Aşağıdaki beyitler, Çanakkale’nin hakîkî şehîd cengâverlerini ne güzel dile getirir:
Neslindeki geçmiş şühedânın adedinden,
Erkam utanır zîr-i zemînler utanırken!
Ön safta koşar ilk ölü şevkıyle ölürsün;
Arzın yaşayanlardaki zevkıyle ölürsün!
Tâvîz-i bekâ etmeyerek öyle tese’ül,
Eltâfını, şânın şerefin addederek zül;
İsminle de, cisminle de hep birden ölürsün,
Meçhûl olan eb’âda düşersin, gömülürsün!
Târîhe girersin de bilinmez nedir ismin,
Târîhi yapan sen, senin efsânedir ismin..
Yâdın, haberin son nefesinden de küçük, az;
Öldükte peyâm-ı ademin halka yayılmaz!
Âfâkı tutan velveleler, arbedelerle,
Gökten ebediyyet dilenen âbidelerle,
Meçhûlün o hodgâm, o şeref-âver ölümler,
Meçhûlün o te’yîd-i hayât eyler ölümler…
Yoktur cesedin, zıll-i zevâlin bile bâzen,
Yoktur o avâm âbidesi tahta cenâzen!
Kabrin! O da yok.. Varsa da tek bir taşı yoktur;
Nâşın gibidir; sînesi yoktur, başı yoktur!..
Çanakkale Zaferi’nin maddî silâhdan ziyâde îmân kuvvetiyle kazanıldığının sayısız misâli vardır. Bunlardan biri olarak bu cepheye gönüllü katılmış yedek subay Muallim Hasan Ethem merhûmun şehîdlik mertebesine ermeden az evvel anasına yazdığı ve oradaki askerin hepsine şâmil mânevî iklîmi aksettiren mektubunun bir parçasını dikkatlerinize aksettiriyoruz:
Vâlideciğim!
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasîhat-âmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sâyesinde (gölgesinde) otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş rûhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukadddes bir vazîfenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim; güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sadâ ile beni müjdeliyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim; cığıl cığıl akan dere, bana vâlidemden gelen mektupdan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sadâsıyla beni tebşîr ediyor ve hissiyâtıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
Sanki bülbül, bu terennümü ile benim duygularımı aksettiriyordu: «Vâliden kaderine küssün, ne yapalım! O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içeçek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin âheste akışını tedkîk edecek ve çıkardığı derûnî nağmeleri duyacak idi.»
Şu anda bu güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Dâvûdî sesli yiğit bir er ezân okuyordu.
Aman yâ Rabbî! Bu ovada bu lâhûtî ses, sanki başka bir âlemden geliyordu; ne kadar güzeldi! Bülbüller bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, herşey, bütün mevcûdât onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezân-ı şerîf bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemâat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Dünyânın bütün dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:
«Ey yerlerin ve göklerin Rabbi! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlıkı! Sen bütün bunları bizlere verdin. Yine bizlerde bırak! Böyle güzel yerler ve şu nîmetler, seni takdîs ve senin yüceliğini tasdîk eden bizlere âid olsun!
Ey benim ulu Allâh’ım! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, senin ism-i celâlini İngiliz ve Fransızlar’a tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsân eyle ve huzûrunda titreyerek, böyle güzel ve sâkin bir yerde sana duâ eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!..» diyerek duâ ettim ve kalktım.
Artık benim kadar mes’ûd, benim kadar mesrûr bir kimse tasavvur edilemezdi.
Anneciğim, diğer oğlun Hâlid de benim gibi güzel yerlerdedir.
Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor! İnşâallâh düşman askerini kahreder de zaferle yanına döner ve düğünümü yaparız, olmaz mı?
Vâlideciğim, bizleri duâlarından unutma! Allâh senden râzı olsun!..
Oğlun Hasan Ethem
4 Nisan 1331 - 17 Nisan 1915
İşte Çanakkale Zaferi, böyle büyük kahramanların canları mukabilinde bize sundukları bir muvaffakıyet, bir hediyyedir. Ve bu şanlı müdafaa harbinin her zafer hamlesinde bunun gibi bilinen ve bilinmeyen nice misâller mevcûddur. İşte ibret dolu misâller:
Bir Şehîdimizin Son Sözleri
2 Haziran 1916’da Kolağası (Yüzbaşı) Mehmed Tevfîk, Çanakkale Harbi’nde bir İngiliz mermisi ile yaralanmış ve şehîd olmadan önce şu mektubu yazmıştı:
Ovacık yakınlarındaki Ordugâhtan 18 Mayıs 1331 Pazartesi (1916)
Sebeb-i hayatım, feyz-i refîkım,
Sevgili babacığım ve vâlideciğim,
Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muhârebede sağ yanımdan ve pantolonumdan hâin bir İngiliz kurşunu geçti. Hamdolsun kurtuldum. Fakat, bundan sonra gireceğim muhârebelerden kurtulacağıma ümîdim olmadığından, bir hâtırâ olmak üzere, şu satırları yazıyorum.
Hamd ü senâlar olsun Cenâb-ı Hakk’a ki, beni bu rütbeye kadar ulaştırdı. Yine mukadderât-ı ilâhiyye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni vatan ve millete hizmet etmek için nasıl yetiştirmek lâzımsa öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz-i refîkım ve hayatım oldunuz. Hakk Teâlâ Hazretleri’ne nihâyetsiz hamd ve sizlere sonsuz teşekkürler ederim.
Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamânıdır. Vatanıma olan mukaddes vazîfemi yerine getirmeye çalışıyorum. Şehîdlik rütbesine kavuşursam, Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulu olduğuma kanâat edeceğim. Asker olduğumdan, bu her zaman benim için pek yakındır.
Sevgili babacığım ve vâlideciğim! Gözbebeğim olan hanımım Münevver’i ve oğlum Nezihciğimi önce Cenâb-ı Hakk’ın sonra sizin himâyenize bırakıyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen yapmaya çalışınız. Servetimizin olmadığı mâlûmdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem. İstersem de boşunadır. Refîkama (hanımıma) hitâben yazdığım kapalı mektubu lütfen kendi eline veriniz! Tabiî ağlayıp üzülecek; tesellî ediniz. Allâh Teâlâ’nın takdîri böyle imiş. İsteklerim ve borçlarım hakkında refîkamın mektubuna koyduğum deftere ehemmiyet veriniz! Münevver’in hâfızasında veyahut kendi defterinde kayıtlı borçlar da doğrudur. Münevver’e yazdığım mektubum daha geniştir. Kendisinden sorunuz.
Sevgili baba ve vâlideciğim! Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni afvediniz! Hakkınızı helâl ediniz! Rûhumu şâd ediniz! İşlerimizin düzeltilmesinde refîkama yardımcı olunuz!
Sevgili hemşîrem Lütfiyeciğim!
Bilirsiniz ki, sizi çok severdim. Sizin için gücümün yettiği nisbette ne yapmak lâzımsa isterdim. Belki size karşı da kusûr etmişimdir. Beni afvet, mukadderât-ı ilâhiyye böyle imiş. Hakkını helâl et, rûhumu şâd et! Yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih’e sen de yardım et!
Ey akrabâ ve dostlarım, cümlenize elvedâ! Cümleniz hakkınızı helâl ediniz! Benim tarafımdan cümlenize hakkım helâl olsun! Elvedâ, elvedâ! Cümlenizi Cenâb-ı Hakk’a tevdî ve emânet ediyorum. Ebediyyen Allâh’a ısmarladık, sevgili babacığım ve vâlideciğim…
Oğlunuz
Mehmed Tevfîk
Diğer bir cengâver şehîdden ibretli bir tablo:
Kolumu Kesiver Kumandanım!
Çanakkale muhârebelerinde kumandanlık etmiş, yaralanmış emekli bir subay hâtırâtında şöyle anlatıyor:
Çanakkale Harbi’nin devâm ettiği günlerden birindeyiz. O gün akşama kadar devâm eden savaş, bu nisbetsiz üstünlüğe karşı yine zaferimiz ile netîcelenmek üzereydi. Gözetleme yerinde muhârebenin son safhasını heyecanla takip ediyordum. Mehmedciklerin “Allâh Allâh…” nidâları ufku titretiyor, korkunç bir medeniyetin bütün heybetini temsil eden top seslerini bile bu müthiş haykırışlar bastırıyor gibiydi.
Bir aralık yanımda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Geriye dönünce Ali Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde müthiş bir ızdırap okunuyordu. Daha neyin var demeye kalmadan, o herşeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin dört parmak kadar yukarısından aldığı bir isâbetle hemen hemen tamamen kopacak hâle gelmişti ve elini yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerini sıkarak ızdırâbını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzattı:
“–Şunu kesiver kumandanım!” dedi.
Bu üç kelimelik cümle, öyle müthiş bir istek, öyle bir mecbûriyet ifâde ediyordu ki, gayr-i ihtiyârî çakıyı aldım ve derinin ucunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tüyler ürpertici vazîfeyi yaparken de:
“–Üzülme Ali Çavuş, Allâh vucûduna sağlık versin!” diye moral vermeye çalışıyordum.
Çok geçmeden Ali Çavuş, yalnız elini değil, vatan uğruna fânî vucûdunu da fedâ etti. Gözlerini hayata yumarken de:
“Vatan sağ olsun! Allâh îmândan ayırmasın!.. Canım vatana fedâ olsun!..” cümlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrâfı küçük bir kan gölü hâline gelmişti.
Çanakkale harbi nasıl bir îmân gücüyle kazanıldı? Bu husûsda, bizzat harbe iştirâk etmiş bulunan kahraman yiğitler, zaferin taktiğini şu şekilde anlatıyorlardı:
“Gönüllerimiz Allâh’a niyâz hâlindeydi. O’nun yardım ve istiânesine sığınmıştık. Kumandanlarımız da sürekli olarak bize «Salât-ı Nâriyye»yi okutturuyorlardı… Böylece ilâhî yardıma nâil olduk…”
Te’yîd-i İlâhî (İlâhî Yardımlar)
Çanakkale mühtahkem mevkî kumandanı Mirlivâ Cevat Paşa, Boğaz’a çöreklenen düşman donanmalarının bombardımanları karşısında melûl ve mahzûn bir halde iken aşırı yorgunluktan dolayı hafîf bir uykuya dalmıştı. Rü’yâsında hâtiften bir ses işitti:
“–Ey Cevat! Sizler Allâh Teâlâ’nın yüce kelâmına hürmet ve tâzim edersiniz. Bunun için Cenâb-ı Hakk’ın yardımı size müjdeler olsun! Şu denizin üzerine bir bakıver!”
Cevat Paşa, denizin üzerine baktığında, bir nûr cümbüşü arasında «kef» ve «vav» harflerini gördü. Ardından uyandı.
Ertesi gün Cevat Paşa, bir mezarın başında Fâtiha okurken rü’yâsındaki sesi bir daha işitti:
“–Ey Cevat! Depolardaki 26 mayını denize döşe!”
Heyecana kapıldı. Mânevî bir muammâ ile karşı karşıya idi. Bunu nasıl çözeceğini düşünürken az ilerde kendisini süzen nûr yüzlü bir zâta rastladı. O zât, Paşa’ya yaklaştı ve bir derdi olup olmadığını sordu. Paşa da, olup bitenleri anlattı. O Allâh dostu, Paşa’nın anlattığı muammâyı derûnî bir vukûfiyetle açıkladı:
“–Evlâdım! Deniz üzerinde gördüğün nûr, zaferimize alâmettir. Kâfirlerin bu topraklara sahip olamayacağını gösterir. «Kef» ve «vav» harfleri ise, “ebced” hesabına göre 26 eder. O halde deponuzdaki 26 mayını döşemeniz, zaferin en büyük hamlelerinden biri olacaktır.”
Bu sözlerinin ardından o nûr yüzlü zât, gözden kaybolup gitti.
Artık mes’eleyi iyice idrâk etmiş bulunan Cevat Paşa, vakit geçirmeden mezkûr mayınların döşenmesi için derhal emir verdi. Nusret Mayın Gemisi ile döşenen mayınlar, Yüzbaşı Hakkı Bey’in kumandasında vazîfesini mükemmel bir şekilde yerine getirdi. Gece yarısı denize salınan mayınların her biri tekbîr ile suya yerleştirilmişti. O sabah Yüzbaşı Hakkı Bey, vazîfesini tamamladıktan sonra geçirdiği bir kalb krizi ile şehîd oldu.
Ertesi gün, düşman zırhlıları Boğaz’a girdiğinde, gece döşenmiş olan mayınlar, vazîfelerini îfâ etmeye başladı. Neticede düşman donanmasının birkısım mühim zırhlıları bu mayınlarla Boğaz’ın sularına gömüldü. Böylece düşmanın hücûmu akâmete uğradı.
Büyük bir te’yîd-i ilâhîye mazhar olunmuştu. İhlâsın ve Allâh’a samîmî ilticânın fütûhâtı, çok bariz bir şekilde müşâhede edilmekteydi. Zîrâ Çanakkale’nin îmânlı ordusu, dîn-i mübîn ve vatanları uğruna çarpışıyordu. Bunun için onlar ilâhî yardıma muhâtab oldular. Allâh Teâlâ buyurur:
“Siz Allâh’ın dînine (onu muhlisler olarak yaşayarak ve başkalarına da ileterek) yardım ederseniz, Allâh da size yardım eder.” (Muhammed, 7)
Bu yardıma mazhar olan Koca Seyyid’in hâtırâsı, unutulmayan gerçeklerdendir.
Koca Seyyid
Rumeli Mecidiye Tabyası, korkunç bir düşman saldırısı neticesinde neredeyse tamamen imhâ edilmişti. Cephaneliğin büyük kısmı havaya uçmuş, onaltı topçumuz şehîd olmuştu. Koca Tabya’dan ayakta kalabilen bir yüzbaşı, iki nefer, bir de vinci kırılmış, ağzına mermi alamayan tek bir top idi.
Yüzbaşı, etraftaki birliklere durumu haber vermek için uzaklaşmıştı ki, erlerden Koca Seyyid, denizin üzerinde ateş ve ölüm püskürerek ilerleyen düşman gemilerine bakarak derin derin içini çekti. Gözleri doldu. Acziyyet içinde çırpınan yüreğinin mahzûniyetiyle ellerini yüce Mevlâ’ya kaldırdı ve:
“Yâ Rab! Ey kudret sâhibi Allâh’ım! Bana şu an öyle bir kuvvet ver ki, hiçbir kulun benden daha güçlü olmasın!” diyerek Rabbine sığındı, O’ndan yardım istedi.
Koca Seyyid, dünyâ âleminden sıyrılmıştı ve sadece Rabbinin huzûrunda idi. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından aşağı süzülüyordu. Vird hâlinde bir müddet:
dedi.
Sonra birden «Yâ Allâh» diye haykırdı ve arkadaşının hayret ve şaşkınlık dolu nazarları arasında 215 okkalık (yaklaşık 276 kiloluk) mermiyi kavrayıp kaldırdı. Demir basamakları üç kez inip çıktı. Göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtıları duyuluyordu. Sel gibi ter döküyordu. Koca Seyyid, çatlamış dudaklarıyla:
“Allâhım! Benden kuvvetini esirgeme!” duâsına devâm ediyordu.
Nihâyet topun ağzına sürdüğü meşhûr üçüncü mermiyle savaşın kaderi değişti. İngilizler’in “Oşin” isimli zırhlı gemisi vurulmuş ve denizin üzeri cehennemî bir aleve bürünmüştü.
Hâdiseyi öğrenip Cenâb-ı Hakk’a şükreden Cevat Paşa, Koca Seyyid’i tebrîk ederken ondan aynı ağırlıkta bir başka mermiyi tekrar kaldırmasını istediğinde Koca Seyyid, şu cevabı verdi:
“–Paşam! Ben bu mermiyi kaldırırken gönlüm Allâh’ın feyziyle dopdolu ve te’yîd-i ilâhîye mazhar idi. Kendimde bir başkalık hissetmekteydim. Bu ağırlığı kaldıracak bir makama ulaşmışsam, Cenâb-ı Hakk’a yaptığım duâların mukâbilinde O’nun nusret ve inâyetinin tecellîsi idi ki bu, o âna mahsûstur. Şimdi kaldıramam kumandanım; mâzur görün!..”
Seyyid’in bu sözleri üzerine Cevat Paşa:
“–Evlâdım! Büyük bir iş başardın. Bir mükâfât iste benden?” dedi.
Allâh’a kulluktan başka her şeyi gönlünden silmiş bulunan fedâkâr yiğit, rûhundaki ikinci kahramanlığı da:
“–Kumandanım! Hiçbir talebim yoktur; lâkin ben pehlivan yapılı olduğumdan dolayı günde bir somun yetmiyor. Düşman karşısında daha güçlü olmam için emretseniz de bana iki somun verseler!..” diyerek sergiledi.
Bu isteğe tebessüm eden Cevat Paşa, onu onbaşılıkla mükâfatlandırdı.
Koca Seyyid’in bu hâli, kalbinin samîmiyyet ve saflığını ne güzel ifâde etmektedir.
Dâimâ mâneviyyât, maddeden üstün gelince, onu te’sîri altına alır. Nitekim Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı târihçi Hamilton da, bu hakîkati şöyle îtiraf etmiştir:
“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..”
Yine Hamilton’un bir kâbus diyerek anlattığı şu rü’yâsı da ibretlidir:
“… Korkunç bir rü’yâ gördüm. Bu, rü’yâdan ziyâde bir kâbus idi. Helles kıyılarında boğulmak üzere idim. Boğazımı demir kıskaç gibi sıkan bir el beni suyun dibine doğru çekiyordu. Uyandığım zaman ter içerisinde idim ve titriyordum. İçimde, çadırımda yabancı birisi varmış gibi bir his vardı…
Şimdiye kadar böyle korkunç bir rü’yâ görmemiştim. Çanakkale’nin meş’um (uğursuz) olduğu fikri aklımda yer etmeye başladı. Bu histen saatlerce kurtulamadım. Sanki biz daha buralara gelmeden âkıbetimiz kararlaştırılmıştı ve şimdi de üzerimizde icrâ ediliyordu…”
O sırada İngiliz Harbiye Nâzırı olan ve müttefiklerin, husûsiyle mütereddid İngiliz hükûmetinin Çanakkale’ye saldırma kararı almasını:
“–Merak etmeyin! Ben üzerimdeki şu bahriye kıyafetiyle Türkler’in payitahtına oturacağım!” şeklindeki sözlerle te’mînat üstüne te’mînat vererek sağlamış bulunan Churcill, muhârebe sonrası niçin mağlûb olduğu sebebiyle muhâkeme edilirken itâb edici ağır suâller karşısında iyice darlandığı bir sırada mahkeme hey’etine şöyle haykırmıştır:
“Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler’le değil, Allâh ile harbettik!.. Tabiî ki yenildik…”
Düşman kumandanlarına bu itirafları yaptıran Çanakkale harbinde yaşanan ulvî hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve inâyetini açıkça sergilemektedir:
Bulut İçinde Bayram Namazı
Çanakkale harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tümen’in genç imâmını çağırarak mahzûn bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi:
“–Hâfız! Yarın Ramazan bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Ancak böyle bir şey, pek tehlikeli, yâni düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imhâ fırsatı olur. Münasip bir dille bunu erata sen anlatıver!..”
İmâm Efendi, Paşa’nın yanından henüz ayrılmıştı ki, karşısına nûr yüzlü bir zât çıktı ve:
“–Oğlum! Sakın ola askerlere bir şey söyleme! Gün ola hayır ola; Allâh ne derse, öyle olur..” dedi.
Ertesi sabâh, herkesi hayrette bırakan ilâhî bir tecellî yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allâh’a kulluk aşkıyla dopdolu olan mü’min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözleyen düşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabâh bambaşka bir mânevî heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbîrler, dalga dalga semâya yükseliyordu. Nûr yüzlü ihtiyâr zât, Fetih Sûresi’nden bir kısım âyetleri tilâvet ederken askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhîd sesleri, birer îmân sayhası hâlinde düşman saflarından bile duyulmaktaydı.
İşte bu esnâda İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa başgösterdi. Zîrâ çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan birkısım müslüman askerler, yine kendileri gibi müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbîr ve tevhîd seslerinden anlamışlar ve bunun üzerine isyân etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran zâlim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi, diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldı.
Düşmanı Yutan Bulut
Düşmanın Çanakkale’de müthiş bir taarruza geçtiği bir gündü. Hamilton’un kumanda ettiği harekâtta İngilizler hiçbir netice alamamıştı. Husûsiyle 29. Tümen’leri ağır zâyiat vermişti.
Ancak o gün Kraliyet Norfolk Alayı’nın bir bölümü, az bir mukâvemetle karşılaştığı için içerilere doğru ilerlemeye muvaffak olmuşlardı. Alay, Azmak Deresi’nin kuru yatağını geçmiş, Kayacık Ağılı mevkiinden Damakçı Bayırı’na doğru yavaş yavaş yürüyordu. Karşılarında küçük bir tepe vardı. Üzerinde de garip, soluk renkte bir bulut durmakta idi. Alay tepeye doğru ilerledi ve bulutun içine girip kayboldu.
Şâhid olanların imzalarıyla İngiliz kaynaklarında da yer alan bu hâdise, düşman birlikleri arasında dehşet uyandırdı. Zîrâ tepenin üzerindeki bulut, 267 kişilik İngiliz askerlerinin son neferini alıncaya kadar beklemiş, sonra da sanki yükünü almış gibi havalanmıştı. Yine o esnâda ortaya çıkan yedi-sekiz kadar bulutla birleşerek kuzeye, yâni Trakya istikâmetine doğru uçup gitmişti.
Bugün hâlâ o İngiliz askerlerinin âkıbetlerinin ne olduğu bilinmemektedir. Ne esîr, ne de ölüm kayıtları, iki tarafta da mevcûd değildir.
Bu hâdise de, Çanakkale savaşlarında fiziken çözülemeyen ve dünyevî ölçülere göre meçhûl kalan, ancak hakîkati tesbît edilmiş bulunan ilâhî yardımlardan biridir.
Bir Testi Su
Çanakkale gâzîlerinden merhûm Lâdikli Ahmed Ağa’nın şâhid olduğu şu hâdise de, o sıkıntılı günlerdeki ilâhî yardımın bir tezâhürüdür:
Cehennemî bir ateş altında askerlerin damarlarını kurutacak derecede bir susuzluk yaşanıyordu. Tam bu esnâda nûr yüzlü bir zât, elinde bir testi su olduğu halde siperlerin arasında peydâ oluverdi. Bütün askere buz gibi su dağıttı; yine de testisindeki su bitmedi. Lâdikli Hacı Ahmed Ağa da, bu zâtın testisinden su almıştı. O zât, Ahmed Ağa’ya:
“–Evlâdım! Yaralanırsan, matarana aldığın sudan sürüver!” dedi.
Nitekim bir iki defa yaralanan Ahmed Ağa, yaralarına bu sudan sürdü ve kısa zamanda şifâ buldu.
İsminin Kaşıkçı Dede olduğunu söyleyen bu zât ise, Kilitbahir’de medfûn, yıllar önce vefât etmiş bir Allâh dostu idi.
Bu hâdise gösteriyor ki, Allâh’ın izniyle evliyâullâhın Çanakkale harbinde büyük yardımının olduğu muhakkaktır.
Hayâl Ötesi Bir Ferâgat
Çanakkale harbindeki îmân ordusunun erleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesinde yetişmiş bulunan ashâb-ı kirâmın ahlâkını kendilerine nümûne bilmiş ve onların mâneviyâtına gönül vermiş kimselerdi. Bunlardan biri olan er Hüseyin, çok ağır yaralanmış, tedâvî görmekteydi. Ancak durumu içaçıcı değildi. O da bunun farkındaydı. Bunun için arkadaşlarının kendisine verdikleri ekmeği eline almış, tam ısırmak üzereydi ki, âniden durakladı. Ve ashâbın gösterdiği ferâgat nümûnelerinden birinin âdetâ yeniden tekerrürü sadedinde mü’min kardeşini kendi nefsine tercîhen büyük bir îmân vecdiyle:
“–Can dostlarım! Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Çünkü benim ölümüm iyice yaklaşmış bulunmaktadır. Alın bunu yaşayacak olan yiğitlere verin!..” diye haykırdı ve elindeki ekmeği silâh arkadaşı Mustafâ’ya uzattı.
Ne kadar ısrâr ettilerse de, kabûl ettiremediler. Nihâyet bir müddet sonra bu îmân ve ferâgat âbidesi müstesnâ şahsiyet, kendisine nasîb olan mânevî gıdâların haz ve neşvesi içinde şehîden vuslat-ı Mevlâ ile şereflendi.
İşte Çanakkale harbinde, ancak peygamberlere ve yüksek velîlere âid olan infâkın en üst noktasındaki îsâr yaşanıyordu. İlâhî rahmet, bir bahar yağmuru hâlindeydi.
Zâbit Muzaffer
Yüksek tahsîl talebesi olan zâbit Muzaffer, Çanakkale harbinin sürüp gitmesi üzerine ihtiyaca binâen gönüllü asker olarak ordu saflarına katıldı. Üç aylık bir tâlimden sonra Çanakkale’ye sevkedildi. Ancak harp bitmişti. Birliklerin büyük bir kısmı doğu cephelerine sevkedilecekti. Bunun için de harpte yıpranmış bulunan nakil araçlarının lastik v.s. ihtiyaçlarının giderilmesi gerekiyordu. Bu işle, İstanbullu zâbit Muzaffer’i vazîfelendirdiler.
Zâbit Muzaffer, elindeki tezkere ile derhal İstanbul’a gitti. Aradığı malzemeleri bir yahûdî tüccarında bularak erkân-ı harbiyye kaymakamına çıktı. Fakat kaymakam, askerin ayağına postal, sırtına kaput bulamadığı gerekçesini ileri sürdü ve istenilen meblağı vermeyi kabûl etmedi.
Kaymakamın yanından melûl ve mahzûn bir şekilde ayrılan zâbit Muzaffer, ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Birliğine eli boş olarak nasıl dönebilecekti? Cephede çekilen sıkıntıları düşünerek sonunda kararını verdi ve yahûdî tüccarın yanına varıp, siparişlerini hazırlamasını, sabah namazından sonra almaya geleceğini ve parasını da o zaman ödeyeceğini bildirdi. O gece, sabaha kadar çalışarak bir yüz liralık kağıt para hazırladı. İlk bakışta anlaşılamayacak kadar aslına benzeyen bir kağıt paraydı bu.. O zamanlar kağıt paraların üzerinde:
«Bedeli Derseâdet’te altın olarak tesviye olunacaktır.» ibâresi yazılırdı.
Zâbit Muzaffer de, kendi hazırladığı yüz liralığın üzerine:
«Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.» yazdı.
Sabahleyin erkenden yahûdî tüccarından mallarını aldı ve bu parayı vererek bir gemiyle Çanakkale yolunu tuttu.
Üç gün sonra yahûdî tüccar, elindeki parayı bozdurmak için Osmanlı bankasına gittiğinde, mes’ele ortaya çıktı. Para sahte idi. Paranın üzerinde kasdedilen altın ise, Çanakkale’de dökülen ve altından daha kıymetli olan şehîd kanlarıydı. Her nedense yahûdî, bu duruma sükût etti ve hiçbir aksülamelde bulunmadı. Ancak hâdise, bütün İstanbul’a yayıldı ve bundan Şehzâde Abdülhalîm Efendi’nin de haberi oldu. Şehzâde, derhal alâka gösterdi. Mâlûm taklîd parayı, yahûdîden bedeli olan altını vererek aldı ve bunu zarîf bir mahfaza içinde emniyet müzesine hediye etti.
Bu hâdisenin kahramanı olan zâbit Muzaffer ise, gelişen durumdan habersiz birliğiyle birlikte doğu cephesine geçmişti. Orada büyük bir cesâret ve fedâkârlıkla vatan müdâfaasında idi. Kanlı bir çarpışma esnasında ağır bir şekilde yaralandı. Ardından gelecek nesle, ikinci ve ulvî bir hâtırâ daha bırakarak şehâdet şerbetini içti. Şöyle ki:
Ateş hattında çarpışan ve vazîfesi başında şehîd olan zâbit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin birşey anlatamadığı dakîkada cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı:
“–Kıble ne tarafta?..”
Etrâfındakiler, rûhunu, beytullâha dönerek Allâh’a teslîm etmek isteyen Muzaffer Bey’in bu arzusunu yerine getirip onu kıbleye çevirdiler. Ölüm ânında, bir yandan yüzü vuslat neş’esiyle dolan zâbit, diğer yandan da mukaddes gâyenin ulvî müdâfaasının kaygısı içerisinde yazısına son bir hamleyle kahraman askerlerine şu mesajı verdi:
“–Bölük Allâh için cihâda devâm etsin; kanım yerde kalmasın!..”
Üçüncü bir mesaj daha yazacaktı ki, vakti elvermedi ve muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi.
Bir Fransız Generali’nin İtirâfı
Îmânlı askerimizin ulvî hasletlerinin nümûneleri, sadece mü’min kardeşlerine değil, kendilerini öldürmeye gelmiş bulunan düşman askerlerine karşı dahî tezâhür etmekteydi. Bu gerçeği, 1930’da kendilerine âid bir anıt mezarın açılışına gelen Fransız Generali Guro, şehîd Türk askerlerinin kabirlerini de ziyâret etmek isteyerek, etrafındaki çoğu Fransız olan topluluğa karşı yaptığı bir konuşmada şöyle itiraf eder:
“Efendiler! Müslüman Türk askeri, ender bulunan bir askerdir. Bu husûsta size dimağımda hâlâ taptaze kalan canlı bir hâtırâ nakletmek istiyorum.
Bir sabah günün ilk ışıkları ile birlikte Türkler’le süngü harbine başlamıştık. Onlar, çok ama çok mâhir dövüşüyorlardı. Kendileriyle başa çıkmak mümkün değildi. Akşam geç vakte kadar süren bir çarpışmadan sonra yaralılarımızı toplamak üzere karşılıklı bir anlaşma yaptık. Her iki taraf da yaralılarını almaya başladıklarında, ben de harp sahasına çıktım. O karışık hengâmda gördüğüm bir manzara, değme ressamların fırçalarından bile çıkmayacak bir tablo oluşturmaktaydı. Her şeyi bir kenara bırakıp büyük bir şaşkınlık ve hayrânlıkla seyre koyuldum.
Bir Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağında taşıdığı yaralı için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya çalışıyordu.
Efendiler! Kendi yarasına toprak bastırdığı halde kucağındaki yaralı için gömleğinden parçalar koparan bu fedâkâr, kahraman ve asîl askerin kucağındaki yaralı kimdi biliyor musunuz?..”
Sözlerinin burasında hıçkırmaya başlayan General, gözyaşlarını mendiliyle silmeye çalışarak derin bir iç çekti ve boğuklaşan sesiyle:
“Efendiler! O Türk yiğidinin kucağındaki yaralı, bir Fransız askeriydi, bir Fransız askeri!..” dedi.
Ardından yere çöktü; elini yüzüne kapatıp ağladı, ağladı, ağladı…
Bu hâl, bir mü’minin rûhundaki ufku göstermeye kâfîdir. Yaradandan dolayı yaradılanlara şefkat ve merhamet…
Buna benzer bir başka hâdise, Çanakkale destânının yıllar sonra ortaya çıkan hikmet ve ibret dolu bereketli bir neticesidir:
Yıllar Sonra
Yıl 1957.. Çanakkale harbine katılan Josef Miller isimli bir Anzak, yakalandığı kanser hastalığı sebebiyle Amerika’da hastahanede bir Türk doktoru tarafından tedâvî edilmekteydi. Bunu öğrenen yaşlı Anzak, Türk doktora:
“–Târihin cilvesine bakın ki, Çanakkale’de ölmek üzereyken beni tedâvî edenler Türkler idi. Şimdi de yıllar sonra bir Türk’ün elinde tedâvî görüyorum..” dedi.
Ardından kendilerinin nasıl kandırılarak Çanakkale harbine getirildiklerini anlattı. Sonra gözleri doldu ve hiç unutamadığı bir hâdiseyi şöyle nakletti:
“Sahip olduğumuz bütün teknolojik imkânlara ve sayı üstünlüğüne rağmen Türkler’in cesaret ve gayretleri karşısında durmadan geri püskürtülüyor, tekrar taarruz ediyorduk. Bu taarruzlardan birinde başımdan yediğim şiddetli bir dipçikle yaralanıp bayılmışım. Kendime geldiğimde Türkler’in arasında olduğumu anladım. Önce çok korktum. Çünkü İngilizler, bize Türkler’i çok vahşî ve barbar insanlar olarak tanıtmıştı. Fakat iyice kendime gelince gördüm ki, yaralarımı sarmış, beni tedâvî etmişler. Hiç birinin yüzünde bana karşı öfke yoktu. Üstelik bana çantalarındaki yiyeceklerden ikrâm ettiler. İyi biliyordum ki, yiyecekleri yok denecek kadar azdı. Şok derecesinde bir şaşkınlık yaşadım. Burada âdetâ bir misâfir gibiydim. Artık içimden «Yazıklar olsun bana! Yazıklar olsun yalancı İngilizler’e!» diyordum. Nihâyet serbest bırakıldım ve memleketime döndüm…”
Yaşlı Anzak ağlamaya başlamıştı. Türk doktorun adını sordu. “Ömer” cevabını alınca, yıllardır karar verdiği, fakat bir türlü bir vesîle bulup da ortaya çıkaramadığı bir niyetle yatağından doğruldu. Bir müddet Doktor Ömer Bey’in yüzüne dalgın dalgın baktı. Sonra derin bir nefes alarak o ana kadar tadamadığı bir haz ve vecd içinde:
“–Evlâdım! Ne güzel bir ismin var! Şimdiden sonra benim adım da Ömer olsun; Anzaklı Ömer olsun!..” dedi.
Ardından, kendisini büyük bir şaşkınlık içerisinde dinleyen Ömer Bey’e tekrar seslendi:
“–Müslüman olmak istiyorum!..”
Doktor Ömer Bey’in yardımıyla kelime-i şehâdet getirdi. Sonra bir tesbih ve seccâde ricâ ederek şöyle dedi:
“–Evlâdım! Ben bunları sizin dedelerinizde görmüştüm. Onlar, harbin en zor anlarında iken, hattâ ölüme adım atarlarken bile dillerinden Allâh’ın zikrini düşürmüyorlardı. Onlar, tesbihlerini çekerken, yüzlerinde bambaşka hâller ve güzellikler sezerdim. Ömrümün şu son günlerinde ben de o hâli yaşamak istiyorum..”
Doktor Ömer Bey, derhal onun taleblerini yerine getirdi. Anzaklı Ömer, gücü tükenmiş parmaklarını zorlayarak tesbih tanelerini «Allâh, Allâh» nidâlarıyla çekmeye koyuldu. Gönlüne ve yüzüne inen nûr-i ilâhî ve huzûr dışarıdan bile hissediliyordu. Sanki hastalığından kurtulmuş, dünyevî hiçbir ızdırabı kalmamıştı.
O, gücü yettiği kadar dînini de Doktor Ömer Bey’den öğrenme gayretiyle son günlerini mânevî bir haz ve neşve içinde geçirdi. Yaklaşık bir-iki ay sonra da elinde tesbih Allâh’ın ismini zikrede ede rûhunu Rabbine teslîm etti. O, öldürmeye gittiği kimseler tarafından gerçek diriliğe erişmiş bir bahtiyar olmuştu..
Mühim olan, yaşayan, duygulu ve seviye kazanmış bir kalbe sahip olabilmektir ki, bütün ümmet, istifâde etsin ve hidâyet bulsun!
İşte Çanakkale’de çarpışan mü’min ordumuz, sadece kahramanlık ve cesâret destânı değil, aynı zamanda sahip oldukları mânevî kemâl bereketiyle bir fazîlet destânı yazmıştır.
Bugün Anadolu’da tüten her evin kudsî hâtırâsında bir Çanakkale şehîdinin olduğu muhakkaktır. Her âile bir Çanakkale yetîmidir. Bu hâl, nesilden nesile intikâl eden bir şeref madalyasıdır. Çanakkale, târihe müşahhas şehîdlik mefhûmunu bir daha nakşetmiştir. Bu şehîdlerin kabirleri sîne-i millettedir. M. Âkif bunu ne güzel ifâde eder:
Ey şehîd oğlu şehîd! İsteme benden makber;
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber!..
Yâ Rabb! Bizleri iki cihânda Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şefâat-i uzmâsına nâil eyleyip O’na yakın olan bahtiyârlardan eyle!
Âmîn!..