Horasan’daki bereketli ve kadim kökten taze bir dal uzanır Anadolu’ya yüzyıllar önce. Babasının elinden tutarak Konya’ya gelmiş olan 11 yaşında bir çocuk, Moğol ordularının maddî ve manevî bir harabeye çevirdiği Anadolu’nun ortasında bahar rüzgârı gibi esecek ve kıvılcımları asırların labirentinden geçerek günümüze kadar sönmeden gelen manevî aydınlanma kandilinin sönmeye yüz tutmuş fitilini, kan yerine damarlarında akıttığı alevlerle tutuşturacaktır.
Çölleşmiş gönüllere aşkın en hâlis, en yakıcı, en dipsiz ve en kalıcı suretlerini kalemiyle çizecek ve alevden satırlarla kaleme aldığı kitaplarını geleceğin insanlarına birer muştulu mektup olarak gönderecektir.
Dinmek bilmez bir aşk ve coşku volkanı halinde kelimelerini çağımıza yollamaya devam eden bu büyük ruhun sırrına dokunmak isteyenlere uzatılmış değerli birer ipucudur onun şiirleri. Bugün yazılmışcasına canlı ve renkli ama aynı zamanda tarihin bütün katmanlarının hararetini içinde dürülü bulduğumuz birer yanık tomar onlar. Tutanın elini, okuyanın dilini yakması da bundan zaten.
Paramparça olmuş gönlüm her gece yıldız yıldız semaya dağılıyor
Kendinden başkasını düşünmeyen sevgilimin büyüsüne tutulmuşum ben.
Bırak da güneş gibi ateşten bir kaftan giyineyim üzerime,
Bu ateş denizi içinde yanarken cihanı güneş gibi süsleyeyim.
Onun her şiirinde, kozmik haritadan devşirilmiş "akla zarar" manzaralar dökülür gönül soframıza:
Kâh güneşe benziyorum, kâh incilerle dolu bir denize.
Gönlümün içinde bir gökyüzü var, dışında bir yeryüzü.
Dünya küpünün içinde bir bal arısı gibi uçup duruyorum.
Söz ne kadar dayanabilir ki bu hararete? Kelimeler erimeye, imajlar buharlaşmaya koyulur, mecazlar bile bu ağırlığı taşırken zorlanır. Söz infilak eder ve nihayet kelâm tükenir. Madenlerin "ergime noktası"na gelinmiştir artık.
Harf nedir harf? Üzüm bağının çiti değil mi?
Harfi, sesi, sözü birbirine çarpıp paramparça edeyim de,
Onlar olmadan konuşmaya başlayayım seninle.
Sözün tükendiği yerde musiki ve sema başlar. Ney’dir dile gelen, dertlerini sayıp döken; benlikten geçmiş, ruha teslim olmuş bir başka bedendir.
"Burada her şey yaratıcı aydınlığın ve aşkın kendisi olan Allah’ın etrafında döner, ona doğru yükselir, onda kaybolur, ondan doğar ve ayrılır, tekrar onunla ve birbiriyle birleşir. Her şey burada birbirini özler, birbirinin aynıdır, birbirine cevap verir." Tanpınar Beş Şehir’de, Mevlevîlerin sema merasimlerini bu müthiş söz oyunlarıyla yansıtabilir ancak.
*
"Hamdım, piştim, yandım" demiştir Mevlânâ. Bu söz, onun bütün düşüncesinin olduğu kadar bütün bir tasavvuf yolunun da mükemmel özeti gibidir.
Benlik kat kattır. İlk katta ham, henüz işlenmemiş bir cevher halindedir, arıtılmaya, saflaştırılmaya muhtaçtır nefs. Aramak ise dairenin merkezine doğru çetin bir yolculuğa çıkmaktır. Yolculuk, merkeze doğru daralan ve giriftleşen halkalar boyunda sürüp gider.
Ancak çetin sınavlarla dolu bu tuzaklarla dolu yolculukta yalnız başına yürünmez. Bir kılavuz, daha önce aynı tecrübeleri yaşamış bir Şeyh olmadan çıkılan yolculuklarda nefsi kurtlara ziyafet olarak takdim etmek de vardır çünkü. "Yol"daki sınavlar, yolcunun içindeki cevherin olgunlaşmasına, daha doğrusu hakikî hüviyetini bulmasına yardımcı olmak için vardır aslında.
Yanmak, eksiklerle, kusur ve hatalarla dolu beşer’den mükemmel insan’a (insân-ı kâmil’e) doğru yükselebilmektir. Ölmek ve yeni bir insan olarak yeniden vücut bulmaktır. Ruhun, misafir olarak bulunduğu bu dünyadan evine, özüne, "yitik cennet"ine dönüşüdür.Yanan, ham olan her şeydir; yabancılaşmış ve uykuda olan benliğin gördüğü bütün rüyalar ve yalanlardır. Aşkın ateş sofrasına bütün bu sevgili yalanlarını olanca cömertlikleriyle dökmeyenler, hamlıktan hayat boyu kurtulamazlar.
Azığı aşk olan ruhlardır sema sırasında tennûrelerin içinde erimişçesine savrulanlar. Ancak onlar bir elleriyle gökyüzünden aldıklarını öbür elleriyle insanlara dağıtabilirler. Ancak onlar gönüllerini gerçek birer gökyüzü, vücutlarını gerçek birer yeryüzü haline getirebilir, yanaklarını bir gülün yapraklarına dayamış gibi boyunları bükük, dünyanın gamından telâşından uzak, can şerbetini içmişçesine sarhoş, dönebilirler
ben dönerim
gökler döner
benzimde güller açar
yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar
*
Yer döner, boşluk döner, âlem döner. Işığın etrafında dönmeye mahkûm pervaneler gibi Hakikatın etrafında döner aşk şerbetini içen canlar.
Gezegenlerin, güneşin, ayın, dünyanın dönüşüne katılırlar. Artık yer ve gök, ışık ve karanlık, dünya ve ahiret birbirine geçer. Birlik arayışı başlamıştır.
Diller susar, Akıl susar, Dünya susar.
Konuşan, yanık sesinden çıkan sırlarıyla neydir, kudümdür, cezbedir. Bir de "Gönüller Sultanı" Mevlâna:
Ben hâcetler kıblesiyim.
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
İnsanlık mescidiyim ben.
Ben saf bir aynayım,
Sırrım dökülmemiş, paslanmamışım.
Ben kin dolu bir gönül değilim,
Sina Dağı’nın gönlüyüm ben.
Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum
Benim sarhoşluğumun sonu yok.
Tarhana çorbası içmem ben,
Can yemeği yerim, can şerbeti içerim.
MUSTAFA ARMAĞAN
Çölleşmiş gönüllere aşkın en hâlis, en yakıcı, en dipsiz ve en kalıcı suretlerini kalemiyle çizecek ve alevden satırlarla kaleme aldığı kitaplarını geleceğin insanlarına birer muştulu mektup olarak gönderecektir.
Dinmek bilmez bir aşk ve coşku volkanı halinde kelimelerini çağımıza yollamaya devam eden bu büyük ruhun sırrına dokunmak isteyenlere uzatılmış değerli birer ipucudur onun şiirleri. Bugün yazılmışcasına canlı ve renkli ama aynı zamanda tarihin bütün katmanlarının hararetini içinde dürülü bulduğumuz birer yanık tomar onlar. Tutanın elini, okuyanın dilini yakması da bundan zaten.
Paramparça olmuş gönlüm her gece yıldız yıldız semaya dağılıyor
Kendinden başkasını düşünmeyen sevgilimin büyüsüne tutulmuşum ben.
Bırak da güneş gibi ateşten bir kaftan giyineyim üzerime,
Bu ateş denizi içinde yanarken cihanı güneş gibi süsleyeyim.
Onun her şiirinde, kozmik haritadan devşirilmiş "akla zarar" manzaralar dökülür gönül soframıza:
Kâh güneşe benziyorum, kâh incilerle dolu bir denize.
Gönlümün içinde bir gökyüzü var, dışında bir yeryüzü.
Dünya küpünün içinde bir bal arısı gibi uçup duruyorum.
Söz ne kadar dayanabilir ki bu hararete? Kelimeler erimeye, imajlar buharlaşmaya koyulur, mecazlar bile bu ağırlığı taşırken zorlanır. Söz infilak eder ve nihayet kelâm tükenir. Madenlerin "ergime noktası"na gelinmiştir artık.
Harf nedir harf? Üzüm bağının çiti değil mi?
Harfi, sesi, sözü birbirine çarpıp paramparça edeyim de,
Onlar olmadan konuşmaya başlayayım seninle.
Sözün tükendiği yerde musiki ve sema başlar. Ney’dir dile gelen, dertlerini sayıp döken; benlikten geçmiş, ruha teslim olmuş bir başka bedendir.
"Burada her şey yaratıcı aydınlığın ve aşkın kendisi olan Allah’ın etrafında döner, ona doğru yükselir, onda kaybolur, ondan doğar ve ayrılır, tekrar onunla ve birbiriyle birleşir. Her şey burada birbirini özler, birbirinin aynıdır, birbirine cevap verir." Tanpınar Beş Şehir’de, Mevlevîlerin sema merasimlerini bu müthiş söz oyunlarıyla yansıtabilir ancak.
*
"Hamdım, piştim, yandım" demiştir Mevlânâ. Bu söz, onun bütün düşüncesinin olduğu kadar bütün bir tasavvuf yolunun da mükemmel özeti gibidir.
Benlik kat kattır. İlk katta ham, henüz işlenmemiş bir cevher halindedir, arıtılmaya, saflaştırılmaya muhtaçtır nefs. Aramak ise dairenin merkezine doğru çetin bir yolculuğa çıkmaktır. Yolculuk, merkeze doğru daralan ve giriftleşen halkalar boyunda sürüp gider.
Ancak çetin sınavlarla dolu bu tuzaklarla dolu yolculukta yalnız başına yürünmez. Bir kılavuz, daha önce aynı tecrübeleri yaşamış bir Şeyh olmadan çıkılan yolculuklarda nefsi kurtlara ziyafet olarak takdim etmek de vardır çünkü. "Yol"daki sınavlar, yolcunun içindeki cevherin olgunlaşmasına, daha doğrusu hakikî hüviyetini bulmasına yardımcı olmak için vardır aslında.
Yanmak, eksiklerle, kusur ve hatalarla dolu beşer’den mükemmel insan’a (insân-ı kâmil’e) doğru yükselebilmektir. Ölmek ve yeni bir insan olarak yeniden vücut bulmaktır. Ruhun, misafir olarak bulunduğu bu dünyadan evine, özüne, "yitik cennet"ine dönüşüdür.Yanan, ham olan her şeydir; yabancılaşmış ve uykuda olan benliğin gördüğü bütün rüyalar ve yalanlardır. Aşkın ateş sofrasına bütün bu sevgili yalanlarını olanca cömertlikleriyle dökmeyenler, hamlıktan hayat boyu kurtulamazlar.
Azığı aşk olan ruhlardır sema sırasında tennûrelerin içinde erimişçesine savrulanlar. Ancak onlar bir elleriyle gökyüzünden aldıklarını öbür elleriyle insanlara dağıtabilirler. Ancak onlar gönüllerini gerçek birer gökyüzü, vücutlarını gerçek birer yeryüzü haline getirebilir, yanaklarını bir gülün yapraklarına dayamış gibi boyunları bükük, dünyanın gamından telâşından uzak, can şerbetini içmişçesine sarhoş, dönebilirler
ben dönerim
gökler döner
benzimde güller açar
yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar
*
Yer döner, boşluk döner, âlem döner. Işığın etrafında dönmeye mahkûm pervaneler gibi Hakikatın etrafında döner aşk şerbetini içen canlar.
Gezegenlerin, güneşin, ayın, dünyanın dönüşüne katılırlar. Artık yer ve gök, ışık ve karanlık, dünya ve ahiret birbirine geçer. Birlik arayışı başlamıştır.
Diller susar, Akıl susar, Dünya susar.
Konuşan, yanık sesinden çıkan sırlarıyla neydir, kudümdür, cezbedir. Bir de "Gönüller Sultanı" Mevlâna:
Ben hâcetler kıblesiyim.
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
İnsanlık mescidiyim ben.
Ben saf bir aynayım,
Sırrım dökülmemiş, paslanmamışım.
Ben kin dolu bir gönül değilim,
Sina Dağı’nın gönlüyüm ben.
Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum
Benim sarhoşluğumun sonu yok.
Tarhana çorbası içmem ben,
Can yemeği yerim, can şerbeti içerim.
MUSTAFA ARMAĞAN