faruk islam
Özel Üye
BİR İNSAN VE BİR PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)
RASÛLULLAH (A.S.)'A BAĞLILIK VE İTAAT
İslâmiyeti kabul etmiş ve müslüman topluluğa girmiş olanlar için Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in durumu sadece bir elçi veya haberci gibi değildir. Aksine, Rasûlullah onlar için hem hoca hem velidir. Rasûlullah (a.s.) hem İslâm şeriatı ve hayat tarzının canlı misali, hem de kendisine her devirde itirazsız sadakat gösterilmesi ve itaat edilmesi gereken hâkim ve önderdir.
İslâmiyetin Canlı Örneği
Muallim, hoca veya öğretmen olarak Rasûlullah (a.s.)'in görevi,
'ın kelâmı, emirleri, talimatı ve kanunlarını kullara anlatmak, ulaştırmak ve açıklamak olmuştur. Bir velî ve terbiyeci olarak vazifesi, Kur'ân-ı Kerim'in talimatı ve
'ın kanunlarına göre müslümanları yetiştirmek, eğilmek ve yaşantılarını değiştirmek olmuştur, İslâm dininin bir örneği olarak da Hz. Peygamber (a.s.)'in amacı ve hedefi, Kitabullah'a göre muteber ve makbul olan hayatın bir simgesi, canlı bir misali haline gelmek olmuştur. Hz. Muhammed bu hüviyetiyle, söylediği her söz ve yaptığı her hareket bakımından İslâmiyeti!) canlı bir timsalidir. O'na bakan herkes, Kitabullah'a göre nasıl konuşulması, nasıl hareket edilmesi ve nasıl bir hayat sürülmesi gerektiğini hemen anlamak durumundadır. Bunun yanı sıra, Rasûlullah (a.s.) müslümanların hâkimi, önderi ve lideridir de. Bu öyle bir liderdir ki, kendisine tam itaat edilmeli ve emirleri hiç itiraz edilmeden, derhal ve eksiksiz yerine getirilmelidir. O'na inanmak ve O'nun emirlerine uymak, Kur'ân-ı Kerim'in ayet ve hükümlerine inanmak ve uymak demektir. Bu, bildiğimiz sıradan emir ve önderlerden değildir ki, yaşadığı veya iktidarda kaldığı sürece ona itaat edilsin. Aksine, kıyamete kadar müslümanların önderi, serdârı ve lideri olarak kalacak ve emirleri her zaman ve her şart altında geçerli olacaktır.
Sadece Bir Elçi Değil
"İnne aleyke ille'l-belâğ" ayetine bakarak, peygamberin sadece bir elçi ve haberci olduğunu ileri sürenler mühim bir noktayı unutuyorlar. Bir peygamberin tebliğ edici veya telkin edici hüviyeti, ancak onun dinine insanların girmesine kadar sürer. Yeni dine girip bir ümmet oluşturduktan sonra iman edenler için peygamber kimliği, tebliğ ve telkin edicilikten çıkar, bir lider, hâkim, bir hükümdar, bir hukukçu, bir kadı, bir hoca, bir veli ve bir kumandan haline gelir. Artık ümmetinin O'na sadakatini bildirmesi, O'na itaat etmesi şarttır.
Bazı kimseler, bir insan olarak Muhammed bin Abdullah (a.s.) ile, bir vaiz ve peygamber olarak Muhammed Rasûlullah (a.s.) arasında ayırım yapmaya çalışmışlardır. Ancak Kur'ân-ı Kerim böyle bir ayırım yapmıyor. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece bir tek kimliğini bildirmektedir. O da, rasûl veya peygamber oluşudur. Cenabı
'ın, kendisini peygamberlik mertebesine çıkarmasından başlayarak verdiği son nefesine kadar, Hz. Muhammed (a.s.) her ân
'ın Rasûlü sayılmıştır. Her sözü ve fiili
'ın peygamberi olarak yapılmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz (a.s.) bir peygamber olmasının yanı sıra aynı zamanda bir vaiz, muallim, hoca veli, eğitimci, kadı, hâkim, İmam, emir ve hükümdardı. Hatta, özel, ailevî ve vatandaşlık hayatını da aynı hüviyetiyle sürdürdü. Bütün bu kimliklere bürünmesine rağmen, mübarek hayatı, mükemmel bir insan ve dindar bir mü'min olarak öylesine temiz öylesine nezih idi ki, O'nu taklit etmek,
'ın rızası ve ahiretle şefaat ve selâmetin vazgeçilmez bir kuralı olarak ortaya çıktı.
Nitekim, Ahzab sûresinin 21. ayetinde şöyle buyurulmuştur:
"Sizin için
'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır. Bu haslet,
'ın rızasını ve ahiret sevabını ümid edip,
'ı zikredenlere mahsustur".
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in peygamberlik, insanlık ve devlet başkanlığı hüviyetlerinde ayırım yapıldığını gösteren en ufak bir işaret ve kaydı Kur'ân-ı Hakim'de görmek mümkün değildir. Zaten, ayırım yapılmaya, fark gözetmeye ihtiyaç da yoktu. Zira, Hz. Muhammed (a.s.)
'ın şeriatına göre harekat etmek, bu şeriatın gerçek bir temsilcisi olmakla mükellefti ve dolayısıyla
'ın emrine aykırı herhangi bir söz söyleyemez, herhangi bir hareketle bulunamazdı.
Nefsin Kötülüklerinden Arınmış
Aynı noktaya, Necm sûresinin ilk ayetlerinde de temas edilmiştir. Meselâ 2. ayette şöyle deniliyor: "Sahibiniz (Hz. Peygamber) ne dalâlete düştü ve ne de azdı." Üçüncü ayette, "O, (Hz. Muhammed), hevasından söylemez" deniliyor. Dördüncü ayette de, "O, kendisine (
tarafından) vahiy olunan bir vahiydir" ve bundan sonraki ayette de, "O'na, O'nu en güçlü olan öğretti" deniliyor. Bazı kimseler bu ayetlerde sadece Kur'ân-ı Kerim'in vahiylerden ibaret olduğunun anlatıldığını söylüyorlar. Çünkü bilindiği gibi, kâfirler Kur'an-ı Kerim'in vahiy olmadığını iddia ediyorlardı. Ama bence burada Kur'ân-ı Kerim'e en ufak bir işaret yoktur. Dördüncü ayette kullanılan "huve" zamiri, açıkça Rasûlullah'ın nutkuna işarettir ki, bundan üçüncü ayette bahsedilmiştir. Bu ayetlerde, Rasûlullah'ın nutkunun, Kur'an'a mahsus olduğunu gösteren herhangi bir şeye rastlanmıyor. Yani burada denilmek isleniyor ki, işbu ayete göre, Resul’ün nutku veya konuşması olma mahiyetindeki her söz vahiy olacak ve nefsin hevasından arınmış olacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de bu noktanın önemle belirtilmesinin amacı, Hz. Peygamber (a.s.)'in gönderildiği insanları, kendisinin masum olduğu ve dalâlete düşmediği konusunda ikna etmekti. Böy*lece Mekkeliler, Araplar ve diğer milletlerden olanlar, Hz. Muhammed (a.s.)'in, nefsin hevasından arınmış, tertemiz bir şahsiyete sahip olup, yaptığı her işin
'ın emrine uygun olduğunu anlayabilirlerdi. Zâten, bir peygamberin bir tek sözcük veya hareketinin, nefsinin isteklerine bağlı olduğu anlaşıldığı takdirde İnsanlar o peygambere itibar ve itimat etmezler. Kâfirlerin asıl bocaladığı mesele buydu. Onlar Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve hareketlerinin
'tan değil, hâşâ kendi kişiliği içindeki aksaklıktan doğduğunu sanıyorlardı. Onlara göre Hz. Peygamber (a.s.) ya aklî dengesini kaybetmişti ya da bir kişi O'na bazı şeyler öğretmiş olmalıydı. Yüce
işte bu ayetleri indirmek suretiyle bu tür tereddüt ve şüpheleri tek kalemle ortadan kaldırmış oldu.
Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)'in dalâlete de, kötü yola da düşmediğini, hiçbir sözünü nefsinin hevasından söylemediğini, ağzından çıkan her sözün hak olduğunu ve Hak'tan geldiğini, kendisine ne herhangi bir kişinin ne de şeytanın bir şey öğrettiğini, aksine en kuvvetli olan, Rabbi'nin O'na her türlü bilgiyi verdiğini açıkça ifade etmiştir. Aynı şeyi Hz. Nebiyi Kerim (a.s.) de kendi mübarek ağzıyla şöyle söylemiştir: "Elinde canım olan Zât'a yemin ederim ki, bundan (dilimden) çıkan her şey Hak'tır."
Her Zaman ve Her Yerde Örnek Hayat
Maalesef, bazı kimseler, Hazreti Muhammed (a.s.)'in yaşantısının her ânının örnek alınması gerekmediğini, bilhassa, özel yaşantısına karışılmaması gerektiğini söylerler. Bu şahıslara göre, Hz. Peygamber'in, evinde, ailesi içinde ve bazen dışarıda özel sohbetlerde söylediği sözlerin vahiy olmadığını, bunun için ne kendisinin herhangi bir iddiada bulunduğunu, ne de kâfirlerin bunu tartışma konusu yaptıklarını belirtirler. Ben diyorum ki, Rasûlullah (a.s.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya ne yapmışsa bir peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve altığı her adım, dalalet, kötülük ve sapıklıktan uzaktı. Bütün söz ve fiilleri, Cenabı
'ın çizdiği çizgi üzerinde olmuş, O'nun gösterdiği sınırlar içinde kalmıştır. Dolayısıyla, bütün İnsanlar Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatının her ânını kendilerine örnek almalıdırlar. Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatı, canlı bir Kur'ân-ı Kerim ve İlahi Nizamnamedir. Neyin caiz, helâl, mübah, geçerli, yararlı ve neyin mekrûh, haram, geçersiz ve zararlı olduğunu Peygamber Efendimiz'in mübarek hayalından anlayabiliriz. Nelerin
'ı hoşnut edebileceğini, nelerin O'nun gazabını gerektirdiğini, hangi konularda içtihâd edebileceğimizi, hangi meselelerde Rabbimize itaat edeceğimizi ve ne gibi meseleleri birbirimize danışmak suretiyle halledebileceğimizi ve dinimizde özgürlüğün yerinin ne olduğunu, kısacası her şeyi, Hz. Muhammed (a.s.)'in örnek hayalından öğrenebiliriz.
'ın Tâyin Ettiği Önder ve Hükümdar
Rasûlullah (a.s.) kendi kendini lider ilân etmemişti. O'nu İnsanlar da hâkim seçmemişti. O,
'ın seçtiği ve tayin ettiği bir lider ve hâkimdi, iktidarı ve hakimiyeti, O'nun peygamberliğinden ayrı bir şey değildi. Aslına bakılırsa kendisi zâten
'ın Rasûlü olmak itibariyle lider ve hükümdardı. Şüphesiz kendisine, insanlara danışma fikirlerini alma öğüdü verilmişti. Ama bu istişare, ümmetine bir örnek vermek amacıyla gerekli görülmüştü. Maksat, Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi görüş ve davranışlarıyla İslâmiyet'in allın kurallarını ümmetine gösterme imkânını oluşturmaktı. Bu itibarla, Hz. Muhammed (a.s.)'in sıradan lider veya hükümdarlardan biri olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü başka emîr ve hâkimlere "birbirine danışma" emri verilmiştir. (Bk. Şûra Sûresi, ayet: 39). Ayrıca istişare konusunda herhangi bir ihtilaf söz konusu olunca Hz. Peygamber (a.s.)'e müracaat edilmesi tavsiye edilmiştir (Nisa Sûresi: 59). Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’e insanlara danışma öğüdü verilmesine rağmen bir şeye azmettiği zaman,
'a tam güvenerek harekete geçmesi de tavsiye edilmiştir. (Bk. Al-i İmran: 59). Bundan anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber (a.s.) için aslında herhangi bir istişareye gerek yoktu, ama kendisi bunu yapmıştır; zira insanlara İslâmî hükümetin örneğini vermek istemiştir.
6.1.6. Peygamber (a.s.)'e Bir Hükümdar Olması İtibariyle İtaat Etmek
Bir lider ve hâkim olması itibariyle Hazreti Peygamber (a.s.)'e itaat etmenin yalnızca yaşadığı devre kadar sınırlı olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu hususta ileri sürülen ayetten aslında böyle bir mânâ çıkmıyor. Enfâl sûresinin 20. ayetinde yer alan "ve entüm tesme'ûn" sözlerinden, bazı kimseler, Hazreti Peygamber (a.s.)'e itaatin sadece O'nu kendi kulaklarıyla dinlemiş olanlara vacip olduğunu iddia ederler. Fakat, Enfâl sûresinin daha ilk ayetinde şu sözlere rastlıyoruz: "Ve eğer mü'minlerden iseniz
'a ve Rasûlüne itaat edin". Ayet 5'te ise Rasûlullah (a.s.)'ın cihâda daveti üzerine canları sıkılanlar azarlanıyor. 13. ayette de şöyle buyurulmuştur:
ve Rasûlüne karşı gelenlere,
'ın cezası cidden pek çetindir". 20. ayette şu sözlere rastlıyoruz: "Ey mü'minler,
ve Rasûlüne, itaat edin. Kur'ân'ı dinleyip dururken ondan yüz çevirmeyin." Gördüğünüz gibi bu ayette ve yukarıdaki ayetlerde Rasûlullah (a.s.)'a itaat edilmesi için defalarca emir verilmiştir. Bunun amacı,
'ın peygamberine itaat etmenin, Cenabı
'a itaat etmek demek olduğunu müslüman*lara iyice anlatmaktır. Ayrıca, her yerde "rasûl" kelimesi kullanılmış, emir veya hükümdar kelimesi kullanılmamıştır. Bunun dışında, burada, rasûl veya peygamberin liderlik ve hükümdarlık hüviyetinin, peygamberlik sı*fatından ayrı olduğunu gösteren en küçük bir işaret de yoktur. Daha sonra, kullar, peygamberin emirlerine karşı gelmekten men edilmiştir. Peygamber (a.s.)’e karşı gelmenin büyük bir günah olduğu ve cezasının çok ağır olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan, "ve entüm tesme'ûn" deyiminin,
'ın emirlerini duyduktan sonra Rasûlullah (a.s.)'a itaatsizlik etmemeleri anlamında kullanıldığı akıl ve mantığa da yakındır. Yani, Hz. Peygamber (a.s.)'e sadece yaşadığı çağda değil, ondan sonra da ve kıyamete kadar, Kur'ân-ı Kerim'i dinledikçe itaat etmek gerekiyor.
Tuhaf Bir İddia
"Diğer lider ve hâkimler gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)'in iktidarı ve hükümdarlığı da geçiciydi. O kendi çağının şartlarına göre lider ve hâkim sayılabilirdi. Ama bugün, devlet ve siyasetle O'nun kullandığı metod ve yaptığı icraata uyulamaz. Bugün şartlar çok değişiktir ve Bedir ile Uhud savaşlarında kılıç ve kalkanlarla yapılan muharebe artık tarihe karışmıştır". Bu gibi iddialar sık sık ortaya atılıyor. Bu saçma bir iddiadır ve biz bunun sadece son satırlarını ele almak istiyoruz. Şüphesiz, Hz. Peygamber (a.s.)'in zamanında kullanılan silâh, araç ve gereç o çağın ürünüydüler. Ama biz burada zahiri şeylerle uğraşmıyoruz. Bizim ilgilendiğimiz şey, Hz. Muhammed (a.s.)'in savaş ve barışla ilgili getirdiği altın kurallardır, önemli olan; askeri bilgisi, orduyu yönetme ve komuta etme kabiliyeti, çarpışmalarda kullandığı taktik, savaşırken dikkat ettiği ahlâk kuralları esirlere uyguladığı insancıl muameledir. Hazreti Muhammed (a.s.)'in hazırladığı ve uyguladığı savaş yasaları sadece kendi dönemi için değil, bütün çağlar için geçerlidir. Kanun ve şeriat açısından önemli olan; Hz. Peygamber (a.s.)'in kılıç, kalkan, top veya tüfek kullandığı değil, bu kılıç, top ve tüfekleri nasıl ve hangi amaçlar için kullandığıdır. Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek gazve(savaş)lerinde bu konuda koyduğu kurallar ve gösterdiği örnekler, İslâm'da savaş ve barış yasalarını vücuda getirmişlerdir, İslam'da Cihad'ın ne olduğunu biz Rasûlullah'tan öğrenmişizdir ve Server-i Alem (Cihan Önderi) manevî bakımdan kıyamete kadar bütün İslâm ordularının Başkomutanı'dır.
Hz. Peygamber (a.s.)'in Hâkimiyetinin Kendine Mahsus Özelliği
Yazarlarımızdan biri, bir peygamber ile bir hâkim arasında fark olduğunu belirtmiş, müslümanların kendi hâkim ve hükümdarlarıyla ihtilâfa düşme hakkına sahip olduklarını, ama peygamberlerine karşı çıkma hakkına sahip olmadıklarını savunmuştur. Şimdi ben kendisine sormak istiyorum, eğer sizce Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) diğer emir ve hükümdarlar gibi bir hâkim ise, O'nunla ihtilafa düşme hakkına sahip misiniz? Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik hüviyetini, O'nun devlet ve siyaset adamlığından ayrı sayan bu zât'a sorabilir miyim; herhangi bir müslüman O'nun söz ve davranışlarına karşı gelebilir mi? Unutulmamalıdır ki, Hz. Muhammed öyle bir hâkim ve liderdi ki, O'nunla konuşurken sadece sesini yükseltenlerin bile, bütün amellerinin ve iyi işlerinin hiçe sayılacağı belirtilmişti (Hucurat, ayet: 2). bu öyle bir liderdi ki, O'nunla kavga edenin cehennem ateşine atılacağı ikâzı yapılmıştı (Nisâ, ayet: 115). Eğer kendisiyle ihtilâfa düşemez, O'na karşı çıkamazsak, O'nu başka hâkim ve hükümdarlarla nasıl bir tutabiliriz? ALINTI
RASÛLULLAH (A.S.)'A BAĞLILIK VE İTAAT
İslâmiyeti kabul etmiş ve müslüman topluluğa girmiş olanlar için Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in durumu sadece bir elçi veya haberci gibi değildir. Aksine, Rasûlullah onlar için hem hoca hem velidir. Rasûlullah (a.s.) hem İslâm şeriatı ve hayat tarzının canlı misali, hem de kendisine her devirde itirazsız sadakat gösterilmesi ve itaat edilmesi gereken hâkim ve önderdir.
İslâmiyetin Canlı Örneği
Muallim, hoca veya öğretmen olarak Rasûlullah (a.s.)'in görevi,
Sadece Bir Elçi Değil
"İnne aleyke ille'l-belâğ" ayetine bakarak, peygamberin sadece bir elçi ve haberci olduğunu ileri sürenler mühim bir noktayı unutuyorlar. Bir peygamberin tebliğ edici veya telkin edici hüviyeti, ancak onun dinine insanların girmesine kadar sürer. Yeni dine girip bir ümmet oluşturduktan sonra iman edenler için peygamber kimliği, tebliğ ve telkin edicilikten çıkar, bir lider, hâkim, bir hükümdar, bir hukukçu, bir kadı, bir hoca, bir veli ve bir kumandan haline gelir. Artık ümmetinin O'na sadakatini bildirmesi, O'na itaat etmesi şarttır.
Bazı kimseler, bir insan olarak Muhammed bin Abdullah (a.s.) ile, bir vaiz ve peygamber olarak Muhammed Rasûlullah (a.s.) arasında ayırım yapmaya çalışmışlardır. Ancak Kur'ân-ı Kerim böyle bir ayırım yapmıyor. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece bir tek kimliğini bildirmektedir. O da, rasûl veya peygamber oluşudur. Cenabı
Nitekim, Ahzab sûresinin 21. ayetinde şöyle buyurulmuştur:
"Sizin için
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in peygamberlik, insanlık ve devlet başkanlığı hüviyetlerinde ayırım yapıldığını gösteren en ufak bir işaret ve kaydı Kur'ân-ı Hakim'de görmek mümkün değildir. Zaten, ayırım yapılmaya, fark gözetmeye ihtiyaç da yoktu. Zira, Hz. Muhammed (a.s.)
Nefsin Kötülüklerinden Arınmış
Aynı noktaya, Necm sûresinin ilk ayetlerinde de temas edilmiştir. Meselâ 2. ayette şöyle deniliyor: "Sahibiniz (Hz. Peygamber) ne dalâlete düştü ve ne de azdı." Üçüncü ayette, "O, (Hz. Muhammed), hevasından söylemez" deniliyor. Dördüncü ayette de, "O, kendisine (
Her Zaman ve Her Yerde Örnek Hayat
Maalesef, bazı kimseler, Hazreti Muhammed (a.s.)'in yaşantısının her ânının örnek alınması gerekmediğini, bilhassa, özel yaşantısına karışılmaması gerektiğini söylerler. Bu şahıslara göre, Hz. Peygamber'in, evinde, ailesi içinde ve bazen dışarıda özel sohbetlerde söylediği sözlerin vahiy olmadığını, bunun için ne kendisinin herhangi bir iddiada bulunduğunu, ne de kâfirlerin bunu tartışma konusu yaptıklarını belirtirler. Ben diyorum ki, Rasûlullah (a.s.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya ne yapmışsa bir peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve altığı her adım, dalalet, kötülük ve sapıklıktan uzaktı. Bütün söz ve fiilleri, Cenabı
Rasûlullah (a.s.) kendi kendini lider ilân etmemişti. O'nu İnsanlar da hâkim seçmemişti. O,
6.1.6. Peygamber (a.s.)'e Bir Hükümdar Olması İtibariyle İtaat Etmek
Bir lider ve hâkim olması itibariyle Hazreti Peygamber (a.s.)'e itaat etmenin yalnızca yaşadığı devre kadar sınırlı olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu hususta ileri sürülen ayetten aslında böyle bir mânâ çıkmıyor. Enfâl sûresinin 20. ayetinde yer alan "ve entüm tesme'ûn" sözlerinden, bazı kimseler, Hazreti Peygamber (a.s.)'e itaatin sadece O'nu kendi kulaklarıyla dinlemiş olanlara vacip olduğunu iddia ederler. Fakat, Enfâl sûresinin daha ilk ayetinde şu sözlere rastlıyoruz: "Ve eğer mü'minlerden iseniz
Tuhaf Bir İddia
"Diğer lider ve hâkimler gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)'in iktidarı ve hükümdarlığı da geçiciydi. O kendi çağının şartlarına göre lider ve hâkim sayılabilirdi. Ama bugün, devlet ve siyasetle O'nun kullandığı metod ve yaptığı icraata uyulamaz. Bugün şartlar çok değişiktir ve Bedir ile Uhud savaşlarında kılıç ve kalkanlarla yapılan muharebe artık tarihe karışmıştır". Bu gibi iddialar sık sık ortaya atılıyor. Bu saçma bir iddiadır ve biz bunun sadece son satırlarını ele almak istiyoruz. Şüphesiz, Hz. Peygamber (a.s.)'in zamanında kullanılan silâh, araç ve gereç o çağın ürünüydüler. Ama biz burada zahiri şeylerle uğraşmıyoruz. Bizim ilgilendiğimiz şey, Hz. Muhammed (a.s.)'in savaş ve barışla ilgili getirdiği altın kurallardır, önemli olan; askeri bilgisi, orduyu yönetme ve komuta etme kabiliyeti, çarpışmalarda kullandığı taktik, savaşırken dikkat ettiği ahlâk kuralları esirlere uyguladığı insancıl muameledir. Hazreti Muhammed (a.s.)'in hazırladığı ve uyguladığı savaş yasaları sadece kendi dönemi için değil, bütün çağlar için geçerlidir. Kanun ve şeriat açısından önemli olan; Hz. Peygamber (a.s.)'in kılıç, kalkan, top veya tüfek kullandığı değil, bu kılıç, top ve tüfekleri nasıl ve hangi amaçlar için kullandığıdır. Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek gazve(savaş)lerinde bu konuda koyduğu kurallar ve gösterdiği örnekler, İslâm'da savaş ve barış yasalarını vücuda getirmişlerdir, İslam'da Cihad'ın ne olduğunu biz Rasûlullah'tan öğrenmişizdir ve Server-i Alem (Cihan Önderi) manevî bakımdan kıyamete kadar bütün İslâm ordularının Başkomutanı'dır.
Hz. Peygamber (a.s.)'in Hâkimiyetinin Kendine Mahsus Özelliği
Yazarlarımızdan biri, bir peygamber ile bir hâkim arasında fark olduğunu belirtmiş, müslümanların kendi hâkim ve hükümdarlarıyla ihtilâfa düşme hakkına sahip olduklarını, ama peygamberlerine karşı çıkma hakkına sahip olmadıklarını savunmuştur. Şimdi ben kendisine sormak istiyorum, eğer sizce Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) diğer emir ve hükümdarlar gibi bir hâkim ise, O'nunla ihtilafa düşme hakkına sahip misiniz? Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik hüviyetini, O'nun devlet ve siyaset adamlığından ayrı sayan bu zât'a sorabilir miyim; herhangi bir müslüman O'nun söz ve davranışlarına karşı gelebilir mi? Unutulmamalıdır ki, Hz. Muhammed öyle bir hâkim ve liderdi ki, O'nunla konuşurken sadece sesini yükseltenlerin bile, bütün amellerinin ve iyi işlerinin hiçe sayılacağı belirtilmişti (Hucurat, ayet: 2). bu öyle bir liderdi ki, O'nunla kavga edenin cehennem ateşine atılacağı ikâzı yapılmıştı (Nisâ, ayet: 115). Eğer kendisiyle ihtilâfa düşemez, O'na karşı çıkamazsak, O'nu başka hâkim ve hükümdarlarla nasıl bir tutabiliriz? ALINTI
Moderatör tarafında düzenlendi: