Babacığım…evde misin

ceylannur

Yeni Üyemiz
ugur-bocegi.jpg



Babacığım…evde misin?

Çok güzel yapmışsın, aferin.. Eve gidince, bu resmi babana göster, tamam mı?
-Ama, öğretmenim…
-Evet?
-Anneme göstersem olur mu?

Minik parmaklarıyla çizip kalbiyle boyadığı uğur böceği resmini babasına
gösterememekten korkan o çocuğun öğretmenini yeni tanıdım. Adı Fazilet.
Güler yüzlü, idealist bir anaokulu öğretmeni. Evliliğine dair de idealleri
var şüphesiz. “Nişanlımla birlikte yazılarınızı hiç kaçırmıyoruz.” diyor.
Sıra anne-baba olmaya gelince, biraz endişeli… “Yuvamı büyük şehirde
kurmak istemiyorum!” diyor. Alıp başını gitmek istiyor. Minik
öğrencileriyle yaşadıkları, Fazilet öğretmene, evlerde giderek büyüyen,
büyüdükçe normal karşılanan, normalleştikçe de fark edilmeyen “anne-baba”
boşluğunu hatırlatır olmuş. O genç kafada devâsâ bir endişe büyümeye
başlamış. Bense bütün yüreğimle, Fazilet öğretmeni haksız çıkarmak
istiyorum. Yıllar sonra şöyle bir bakıp “Nasıl da hata etmişim!” dedirtmek
istiyorum. “Boş yere endişelenmişim!” desin arzu ediyorum.

Kabul edelim; evlerde bir uğur böceği resminin salınıp duracağı bir
boşluk var. Çocuklarımızın çocukluğunu ıskalıyoruz. Hele de babalar, hele
de babalar… Yanı başımızdan geçen cennet kokulu kelebeğe neredeyse dönüp
bakmıyoruz bile… Her defasında ilkbahar heyecanlara boğar beni… Nereye
koşacağımı, hangi köşede durup hangi çiçeği seyredeceğimi şaşırırım. Fakat
sonunda bakarım ki, güller tomurcuklarını açmış, ağaçlar çiçeklerini
savurup meyveye durmuş… Bazen olur ki, ancak güzün fark ederim baharı
ıskaladığımı. Acaba evimizin neşe dolu tomurcuklarını da ıskalıyor olamaz
mıyız?

Anneler, her şeye rağmen, canhıraş bir çabayla anne olmanın boşluğunu
doldurmaya çalışırken, babalar sanki koşmaktan yorulmuş gibi. Fazilet
öğretmen, “Demek ki babasını göremiyor.” diyor minik öğrencisi için. Ben
içimdeki daha kötü ihtimali söylemeye korkuyorum: Ya babasını görüyor da,
resmini gösteremiyorsa… O küçük bedende saklı büyük ruhun, sevdalarıyla
gökleri sarıp sarmalamaya hazırlanan masum kalbin kendini ortaya
koymasıdır resim aslında. Kâğıda düşen bir çocuk kalbidir; renklere renk
katan bir sonsuz bir çocuk hayâlidir. Uğur böceği resmi, “Ben buradayım;
bak artık bir şeyler yapabiliyorum” deyiştir. Gel gör ki, varlığın
vadilerine duygu duygu taşan, hayatın denizine coşkulu bir ırmak gibi
biriken minik ruhun yankılarına karşılık veren olmuyor. “Hoş geldin!”
“Şükür ki, buradasın! Seni seviyorum. Varlığını anlamlı buluyorum.”
diyecek baba bulunamıyor. Çocuğun hayata uzanan damarlarında nabız
yavaşlıyor. Çocuk kalbinin kıpırtıları boşlukta sönüyor. Bu boşluğu bir
ömür içinde taşımaya hazırlanıyor. Ve daha acısı, şimdiden boş yanının
farkında. Babanın eksikliğini biliyor ama kendisinden ummadığımız bir
nezaketle eksikliği içine atıyor. Biliyor ki baba eksikliği öyle ulu orta
söylenmez. Fazilet öğretmenden sakladığım bir ihtimal daha var ve daha da
acı: Ya babasına resmini gösteriyor da, babası resmini gördüğünü
göster(e)miyorsa… Çok tatlı bir yüzün aynasız ve ışıksız bırakılması
gibi… Güzeller güzeli bir tablonun duvardan indirilip mahzene atılması
gibi… Kalbini sevinçlere açacak bir gövdeden yoksun oluyor çocuk. Baba
var, resim var, resmi gören baba var; resmi yapanı görecek niyet ve
incelik yok…

Uzmanlar söylüyor. Çocukların yetim ve öksüz büyüdüğü bir çağda yaşıyoruz. Öyle bildiğimiz türden bir yetimlik ve öksüzlük değil söyledikleri.
Çocuklar annelerinin varlığına rağmen öksüzler. Çocuklar, babalarının
varlığına rağmen, hatta babalarının varlığı yüzünden yetim imişler.
Yokluğu hissedilmeyen ve dolayısıyla hiç aranmayan şeyden daha acı bir
kayıp var mıdır? Kimsenin yitiği değilseniz, kim bulur sizi? Evde fiziksel
olarak var oldukları halde, duygusal olarak yok olduklarını fark etmeyen
anne-babaların çocuklarını hangi yetimhane kabul eder? Yetimhanelerin
kabul etmediği çocuklardan daha yetimi var mı? Paranız yoksa, bilirsiniz
ki parasızsınız; para ararsınız, bulamazsınız ya da bulursunuz, ona göre
davranırsınız. Peki ya çok paranız olduğunu bilirken, birden, son anda
paralarınızın hepsinin sahte olduğunu fark ederseniz, ne yaparsınız?
Varmış gibi duran, ama aslında yok olan bir anne-baba daha çok yetim ve
öksüz etmez mi çocuklarını? Sokak çocuğu olduğu fark edilmiyorsa
çocuklarımızın, kim tutar ellerinden? Saçlarını okşamamız eksik kalıyorsa,
bakışımız gözlerinden uzakta duruyorsa, ellerinin sıcağı avuçlarımıza
dokunmuyorsa, çocuğumuzu kelimenin tam anlamıyla sokakta bırakmış olmuyor
muyuz? Köprü altına terk edilmiş gibi sevincini paylaşmamızdan uzağa mı
koyduk çocuğumuzu? Evden kaçmış bir çocuğu düşünün. Nasıl da pencere önüne
sessizce sokulur da, evinin sıcağını özler; anne-babasından sıcak bir
çağrı bekler… Vardığı her kapıda, için için beslediği ama kendine bile
itiraf etmekten çekindiği yuva özlemi içinde nasıl kaynayıp durur?

İlk fırsatta pencereden bir bakın; okuldan dönen çocuğunuz nasıl giriyor
eve? İtilip kakıldığı, unutulup sıradanlaştırıldığı bir yetimhaneye girer
gibi mi? Özene bezene çizdiği, parmaklarının arasına bütün bir ruhunu
akıtarak boyadığı uğur böceği resmine babasının kocaman ruhuyla karşılık
vereceğinden şüphe mi ediyor yoksa? Duyuyor musunuz minik dudaklarından
neler döküldüğünü: ?Baba burada mısın? Baba benimle misin? Baba benim
misin??

Tatlı mı tatlı bir yüzün kıpır kıpır kıvrımlarında, umut dolu gözlerin
ışıl ışıl bakışlarında kendimize yer edinemiyorsak, neredeyiz biz, ne
ederiz biz?

Nerede babalar… Yok da yok musunuz? Yoksa, var da yok musunuz?

Uğur böceği resminin üzerine tebessümünüzle kocaman bir güneş gibi doğup renklere renk katmaya, çocuğunuzu parmaklarınızın ucunda uğur böceği gibi geleceğe uçurmaya var mısınız?

Yok da yok musunuz?

Yoksa, var da yok musunuz?
 
Üst Alt