Allah'tan Uzak Gündemler

yakup

Aktif Üyemiz
Kitabı da uzağımıza koyduk. Ta tozlanıncaya kadar. Tozlanıp kabuk bağlayıncaya...

Korktuk kitaptan. Hâlâ korkuyoruz. Kelimelerin ürpertisine, gözlerini gözlerimize dikişine dayanamadık. Kelimesiz, ruhsuz, cansız, cemalsiz kaldık. Cehaletimiz kemale erdi.

Paraya pula taptık. ALLAH’a kul olacaktık; kullara kul olduk. Kitapla aramız açıldıkça ALLAH’la aramız açıldı. O, yirmi dört saat bizimle ilgileniyordu. Bizse ALLAH’la ilgiyi kestikçe kestik. ALLAH, gündemimizden eksileli, gayr adına ne varsa onlar doldu doluştu odalarımıza, ruhumuza... Adımlarımız, bakışlarımız, hanelerimiz menfaate ayarlandı/uyarlandı. Firavun ölmüştü gerçi; ama "Firavun âdetleri"nden vazgeçemedik.

Hürriyet baş köşede olmalıydı; vazgeçilmezimiz... Nice putların karşısında el pençe divan durduk; adımlarımızı, yarınlarımızı verdik... Karşılığında bir dilim ekmek alacaktık. Ondan da olduk. Hürriyeti çalınınca sus pus olanlar; ekmeği azalınca sokaklara döküldü. Zaten sokaklara dökülmeden döküldüydük.

Düşünmeyen, okumayan, yazmayan insanların sesini sözünü kimseler duymaz. Adam olmak okumakla başlar. Hürriyet okumakla dalga dalga yayılır. Amansız düşmanların amansız takipçisi okumaktır. Okumak sırdır, sihirdir, berekettir. Bizi denizlere, denizlerin sükûnetine bırakacak nehirdir.

Biz kelimeyi, kalemi, kitabı -dahası- kalbimizi kaybettik. Bu kayıpların ortasında ancak "şikayet" vardır. Sonsuz sızlanışlar, serzenişler vardır.

Zannettik ki, okullar açmakla cehalet silinecekti. Bir okul açmakla bin hapishane kapatacaktık! Heyhat! Okullarla beraber zindanlar çoğaldı. Öğrencilerimize "Hapishane Diploması" veriyormuşuz meğer!

Otobanlar, “iletişim” araçları bizi, dünyayı birbirine bağlayacaktı! Dünya küçülecekti! Dünya büyüdü, öyle büyüdü ki... görüşemez, konuşamaz, anlaşamaz olduk. Çok şeyimiz vardı. Ancak, ALLAH’la, kitapla barışık değildik. Para, pul, çul, mal, mülk, kriz, çerez şeyler nice şeylerin önüne geçti. Din; belli mekanlarda imiş! Halbuki iman hayatın her anındaydı. Düğünde, bayramda, ölümde... Bizse sıkıştığımızda, karanlıkta, savaşta, enkaz altında çağırdık ALLAH’ı. Sonra işimize gücümüze yine daldık.

Bahar gelirken hayretimizden çığlıklar atmayı yine unuttuk. Yine unuttuk Karac’oğlan’ın “Elif Elif yağar” dediği kar seyrini. Unuttuk aynanın karşısında kendimizi bile seyretmeyi. Ne titrek bir kelebeğin, ne ürkek bir kuşun farkındaydık. Bakışlarımız krizin ta kendisiydi. Yaşadığımız, ekonomik değil; imanî/insanî bir krizdi.

Ne çok unuttuk öyle! Unuta unuta yaşamalara alışırken savaşlar, krizler vuruyordu bizi. Şaşkınlıkla akletmeleri de unuttuk. Mesela, hicret etmişti Efendimiz aleyhisselatü vesselam.

Bize ne oluyordu! Ya esir olacaktık ya hür. Esaret bizim tanıdığımız değildi. Madem ki her nefes bir ümitti… Hicret; tarihten, sözlüklerden çıkıp gözlerimizin içine bakarken elimizden tutmalıydı…

Bizi sürüklüyorlar; farkında mıyız. Her saat önümüze bir “gündem” atıyorlar. Ve ruhlarımız “geveze” oluyor; çok zikretmemiz gereken ölümü “ölümlerin içinde bile” hatırlamıyoruz. Dünyevîleşmek başka ne ola ki… Bak; dünyanın gözyaşını silemiyoruz. Az da malımız mülkümüz yok. Yok da… “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.” diyor Yunus. Şimdi hicret zamanı…


Ali Hakkoymaz -

 
Üst Alt