AHZÂB SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Ahzâb Sûresi Hakkında
Ahzâb sûresi Medine’de hicrî beşinci yılın sonlarında inmiştir. 73 âyettir. İsmini, 20. âyette geçen اَلأحْزَابُ (ahzâb) kelimesinden alır. “Ahzâb” topluluk, grup, parti, bölük gibi mânalara gelen اَلْحِزْبُ (hizb) kelimesinin çoğuludur. İnsanın her gün okumayı mutat hale getirdiği dua demetine ve Kur’an’da bir cüz’ün dörtte birine de hizb denilir. Bu sûrede “ahzâb” kelimesiyle, müslümanlara karşı savaşmak için birleşen müşrik Arap kabileleri ve onlara katılan diğer düşman güçleri kastedilir. Mushaf tertîbine göre 33, iniş sırasına göre 97. sûredir.
Ahzâb Sûresi Konusu
Resûlullah (s.a.s.)’in şahsında tüm mü’minlere Allah’tan korkup kâfirlere ve münafıklara itaat etmeme, Kur’an’a ittibâ ve Allah’a tevekkül gibi temel ahlâkî esaslara yer vererek başlayan sûrede üç mühim tarihî hâdiseden bahsedilir:
› Hicrî 5. yılın Şevvâl ayında vuku bulan Hendek, diğer ismiyle Ahzâb savaşı ve bu vesileyle münafıkların iç dünyalarının ortaya konması, ruh hallerinin tasvir edilmesi.
› Hicrî 5. yılın Zilkâde ayında yapılan Benî Kurayza gazvesi, bu vesileyle mü’minlere zafer ve ganimetlerin müjdelenmesi.
› Yine Hicrî 5. yılın Zilkâde ayında meydana gelen Peygamberimiz (s.a.s.)’in Hz. Zeynep’le evlenmesi ve bu hâdise esas alınarak evlatlıkla alakalı hükümlerin düzenlenmesi.
Bu hâdiseler Ahzâb sûresinin ne zaman indiği hususunda net bir fikir verdiği gibi, sûrede temas edilen diğer konular da bu üç ana hâdise etrafında döner durur. Hususiyle Resûlullah (s.a.s.)’in müstesnâ şahsiyeti, Allah katındaki değeri, kendisine ve hanımlarına mahsus evlenme, boşanma, örtünme hükümleri; mü’minlerin Efendimiz (s.a.s.) ve hanımlarıyla olan içtimâî münâsebetlerine dâir edep kâideleri beyân edilir. Allah ve Rasûlü’ne karşı saygısız davranan kimselerin hem dünya, hem de âhiretteki fecî sonlarından birer manzara sunularak, mü’minlerin bu hususta daha dikkatli olmaları istenir. Sûre din ve kulluk emânetini taşımanın ehemmiyeti ve zorluğunu dile getirerek nihâyete erer.
Ahzâb Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada otuz üçüncü, iniş sırasına göre doksanıncı sûredir. Âl-i İmrân sûresinden sonra, Mümtehine sûresinden önce Medine’de inmiştir. İbn İshak’a göre hicretten sonra nâzil olmuştur; geliş tarihi bakımından Medine’de nâzil olan sûrelerin dördüncüsüdür.
AHZÂB SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Ey Peygamber! Sana yaraşır bir takvâ ile Allah’a karşı vazîfelerini yerine getirmeye devam et ve O’nun korumasına sığın. Dîne aykırı tekliflerinde kâfirlere ve münafıklara asla itaat etme! Şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
2. Rabbinden sana vahyedilene uy! Muhakkak ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.
3. Yalnız Allah’a güvenip dayan. Çünkü, güvenip dayanılacak ve işlerin kendine havale edileceği makâm olarak Allah yeter!
Bu âyetlerin indiği dönemde Resûlullah (s.a.s.), bir taraftan İslâm’ın gelişmesini engelleyip İslâm toplumunu ortadan kaldırmaya çalışan kâfir ve münafıkların saldırıları ile mücâdele ediyor, bir taraftan da daha ziyâde muamelât, haram ve helâller konusunda peş peşe gelen Kur’an hükümlerini tatbik edip topluma yerleştirmeye çalışıyordu. 37. âyette geleceği üzere, toplumda bir gelenek halinde iyice yerleşmiş bulunan “evlât edinme” âdetinin kaldırılması ve buna bağlı olarak evlilik ve miras konularında yeni bir hukûkî düzenlemenin yapılması buna bir misaldir. Zira toplum hayatında bir kısım yeni düzenlemeler yaparken münafıkların dedikodularını göğüslemenin yanında mü’minlerin de bu hususlarda eğitilmeleri ve yönlendirilmeleri gerekiyordu. Ayrıca siyâsî açıdan son derece hassas noktalarda kâfir ve münafıkların barış adı altında bazı teklifleri oluyor, bunlar karşısında da dikkatli davranmak lazım geliyordu. Dolayısıyla böyle bir ortamda başarılı olabilmek için büyük bir ciddiyet, titizlik ve hassâsiyetle gayret gösterilmesi zaruri bir durumdu. Bu sebepledir ki, bütün bu mevzuların yoğunluklu bir şekilde işlendiği bu sûre söze başlarken, bizzat Peygamberimiz (s.a.s.)’e hitap ederek şunları emreder:
› Kalbin Allah’a karşı saygı ve korku hissiyâtıyla dopdolu olması. Böyle bir takvâ ile O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak suretiyle güzel bir kulluğun sergilenmesi. Çünkü takvâ; kişiyi caiz olmayan şeylerden dizginleyen bir gem, Allah’ın sevdiği şeylere çekip sürükleyen bir yular, emredilen şeyleri yapmaya sevk eden bir kamçı, Allah’ın hukûkunu yerine getirmeye teşvik eden bir sâik, düşmanların kişiye ulaşmasını engelleyen bir kalkan ve hata yapma hastalığını tedâvi eden bir tılsımdır.
› Kâfir ve münafıkların dine aykırı isteklerine ve tekliflerine asla itaat etmemek.
› İçinde bulunulan siyâsî ve içtimâî şartlar gereği zâhiren bir kısım problemlere, sarsıntılara ve dedikodulara sebep olacak gibi gözükse de Allah Teâlâ vayhettiği Kur’an’la neyi talep ediyorsa ona kayıtsız şartsız uymak.
› Başarılı olabilmek için de, gönlü yaratılmışlara dayanmaktan kurtarıp yalnızca Allah’a güvenip dayanmak.
Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biri olan اَلْوَك۪يلُ (Vekîl), kulların menfaat ve maslahatlarını üstlenen, her işte onlara yeten, belâları giderip ihtiyaçları karşılayan demektir. Bu sebeple Allah’ın hakiki vekîl olduğunu bilen kişi, her işinde O’na dayanır, O’na güvenir, sadece O’nunla yetinir ve O’ndan başka şeylere iltifatı terk eder. Fânî sevdaları bırakarak kalbini sadece Allah’ın sevgisine tahsis eder:
4. Allah, bir adam için onun göğüs boşluğunda iki kalp yaratmadı. Kendilerine “Sen bana annemin sırtı gibisin!” demekle annenizin yerine koyup nefsinize haram ettiğiniz eşlerinizi de sizin gerçek anneleriniz kılmadı. Bunun gibi, evlatlık edinip “evladım!” diye çağırdığınız kişileri de sizin öz çocuğunuz yapmadı. Bunlar ağzınıza doladığınız ama hiçbir gerçekliği olmayan boş lâflardan ibârettir. Allah gerçeği söyler ve uyulması gereken doğru yolu gösterir.
5. Evlatlıklarınızı öz babalarına nispet ederek çağırın; çünkü Allah katında doğru olan budur. Eğer öz babalarını bilmiyorsanız, onlar zâten sizin din kardeşleriniz ve aranızda karşılıklı haklar ve vazîfeler bulunan yakın dostlarınızdır. Onları çağırırken yanılarak düşeceğiniz hatalardan dolayı size bir vebâl yoktur; fakat bilinçli ve kasten yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
İslâm geldiği zaman Araplarda iyice kökleşmiş iki âdet vardı:
› Zıhâr,
› Tebennî.
Zıhâr, bir adamın hanımına “senin sırtın bana annemin sırtı gibidir” dediğinde, o kadının kendi anası gibi sayılması ve artık erkeğin o hanıma yanaşamaması demekti. Bu durumdaki bir kadın ne sıhhatli bir evlilik hayatı sürdürebilir, ne boşanabilirdi. Çözümü olmayan zor bir durumda kalırdı.
Tebennî ise, başkasının çocuğunu evlât edinmek, böylece miras ve evlilik konularında ona öz evladı gibi davranmaktı. Buna göre yabancı bir çocuğu evlâtlık almak isteyen bir adam, halkın önünde o çocuğu evlât edindiğini söyler, artık o çocuk onun öz evlâdı sayılırdı. Onun adına çağrılır, baba ile oğul arasındaki hukûkî durumlar bunlar arasında da geçerli olurdu. Birbirlerine vâris olurlar, baba ile oğul arasındaki nikâh yasakları, bunlar arasında da kurulurdu. Evlâtlık, evlât edenin kızını, kızkardeşini, halasını, teyzesini alamaz; evlât edinen de evlâtlığının dul veya boşanmış hanımıyla evlenemezdi. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) de Zeyd b. Hârise’yi bu şartlar içinde evlâtlık edinmişti ve insanlar onu “Muhammed’in oğlu Zeyd” diye çağırıyorlardı. (Buhârî, Tefsir 33/2; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 62)
Bu âdetler, İslâm’ın tesis etmeye çalıştığı âile nizamına uygun olmayıp en tesirli bir yolla kaldırılmaları gerekiyordu. Burada “bir adamın iki kalbi olamayacağı” örnek verilir. Bu örnekle ilk olarak insanın, birisiyle iman, sevgi, ibâdet ve taatle tek Allah’a yöneldiği, diğeri ile de başkalarına yöneldiği iki kalbi olmadığı; aksine insanda sadece tek kalbin bulunduğu ve bunu hangi şeye bağlarsa diğerlerini bırakmak mecburiyetinde kalacağı anlatılır. İkinci Sultan Selim der ki:
“Âşık-ı sâdıkda dil birdir olur mu yâr iki
Hiçbir taht üstüne mümkün müdür hünkâr iki.”
“Bir taht üzerine iki hükümdarın oturması ne kadar imkânsız ise, hakiki bir âşıkın, ancak bir sevgilinin muhabbetiyle dolu olan gönlünde de ondan başkasının aşkı barınamaz. Eğer aksi olabiliyorsa, o âşık tam mânasıyla bir âşık değildir.”
Bununla birlikte, aralarında bulunması gereken çok kuvvetli sevgi bağına işaretle, bir kadının aynı şahıs için hem eş hem de anne olamayacağı, bir çocuğun da iki babası olamayacağı belirtilir. Böylece bu iki câhiliye âdetinin kaldırıldığı haber verilir. Ayrıca evlâtlıkların öz babalarına nispet edilerek çağrılmaları, eğer babaları bilinmiyorsa onlara kardeşçe ve dostça hitap ve muamele edilmesi istenir.
Bu sûrenin 37. âyetinde geleceği üzere “evlatlık”la, özellikle evlatlığın boşadığı kadınla evlilik hususundaki düzenleme, evlatlığı Zeyd b. Hârise’nin boşadığı Hz. Zeynep’le evlenmek sûretiyle ilk defa bizzat Resûlullah (s.a.s.)’in eliyle tatbik edilmiştir. Zıhar ise Mücâdile sûresinin 1-4. âyetlerinde açıkça haram kılınmış ve bu uygulamayı devam ettirmek isteyenlere ceza olmak üzere “kefâret” hükmü getirilmiştir.
İşte böylece ferdî, âilevî ve içtimâî hayatımızın her alanını Rabbimizin istediği şekilde düzenleyen hükümleri bize getiren ve bu hükümleri uygulamamız sâyesinde Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmamıza vesile olan Resûlullah (s.a.s.), elbette bize bizden daha yakın, bize bizden daha merhametlidir:
6. O Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır; onun hanımları da mü’minlerin anneleridir. Şu kadar ki, aralarında kan bağı bulunanlar, Allah’ın kitabına göre miras ve yardımlaşma hususunda birbirlerine diğer mü’minlerden ve muhâcirlerden daha yakın ve karşılıklı daha çok hak sahibidirler. Bununla birlikte, her zaman dostlarınıza iyilikte bulunabilir ve onlara vasiyetle mirasınızdan bir miktar mal ayırabilirsiniz. Bu hükümler, kitapta bu şekilde kaydedilmiştir.
Âyet-i kerîmede üç mühim husus beyân edilir:
Birincisi; Peygamberimiz (s.a.s.)’in mü’minlere kendi canlarından daha yakın olmasıdır. Âyet-i kerîmenin bu kısmının iniş sebebi şöyledir:
Allah Resûlü (s.a.s.), Tebük gazvesine çıkmak istediğinde müslümanlara lâzım gelen hazırlığı yapıp bu sefere çıkmalarını emir buyurdu. İçlerinden bazıları:
“- Annelerimiz ve babalarımızdan izin isteyelim” dediler.
Bunun üzerine “O Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır” (Ahzâb 33/6) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXI, 151)
Bu ifadede aynı zamanda şöyle bir işârî mâna hissedilmektedir:
“Allah Resûlü (s.a.s.)’in sünnetini kendi arzu ve isteklerinizin önüne geçirin. Kendi istediğiniz şeye değil, Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine uyun. Kendiliğinizden hiçbir fikir ve düşünce karıştırmaksızın, Allah Resûlü (s.a.s.)’in işaret buyurduğu yerde durun. Onun ne ilerisine geçmeye çalışın, ne de gerisinde kalın. Sizi ona yaklaştıracak vesile ve sebepleri, kendinizin kıymet verdiği şeylere ve size dostluk gösterisinde bulunan kimselere tercih edin.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, III, 32)
Çünkü Rasûlüllâh (s.a.s.), bir kişinin değil bütün ümmetin babası mesâbesindedir. Onlara kendi ailelerinden, hatta öz canlarından daha yakın, daha müşfik, yumuşak ve merhametlidir. Belki ailesi, eşleri ve çocukları insana zarar verebilir, onu yanıltıp hata ve günah işlemesine sebep olabilir ve onu cehenneme sürükleyebilir. Yüce Rabbimiz bu hususta bizleri şöyle ikaz buyurur:
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar çıkabilir; onlara karşı dikkatli olun! Bununla beraber eğer affeder, hoş görür ve kusurlarını örterseniz bu sizin için bir fazilettir. Hiç şüphesiz Allah da, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Teğâbün 64/14)
Yine mü’minler, çoğu kere kendi nefislerinin kötülüğünden bile emin olamazlar. Zira Rabbimiz:
“Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder.” (Yûsuf 12/53)
Fakat Peygamberimiz (s.a.s.)’in ümmetine olan muamelesi bambaşkadır: Onlara hep iyilikleri emreder, zararlı şeyleri yasaklar. Onları sadece ebedi saadet ve huzura istikâmetlendirecek davranışlarda bulunur.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Fezâil 19)
Rasûlüllâh (s.a.s.)’in bizi davet ettiği şeylerin hepsi, bize hayat veren ve içinde kurtuluşumuzun olduğu şeylerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman onlara uyun.” (Enfâl 8/24)
Bu bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’den, değil çok sevdiği ümmetine, hiç kimseye bir zarar gelmesi mümkün değildir. Çünkü onun mübârek kalbi tüm mahlukata karşı nihayetsiz bir rahmet, şefkat ve merhametle doludur. Onun rahmet ve bereketinden hayvanlar, bitkiler, dağlar ve taşlar da nasibini almıştır.
Rasûlüllâh (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Hiçbir mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. İsterseniz «Peygamber müminlere kendi canlarında daha yakındır» âyetini okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar. Eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun yakınıyım.” (Buhârî, Tefsir 33; Müslim, Ferâiz 14-15)
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada iman etmiş olmaz.” (Müslim, İman 69-70)
Durum böyle olduğuna göre, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in müminler tarafından ailelerinden, çocuklarından, hatta kendi canlarından bile önde tutulmaya hakkı vardır. Müminler, onu dünyadaki herkesten, her şeyden daha çok sevmeli; onun hükmünü kendilerinkine tercih etmeli ve onun verdiği her emre boyun eğmelidir. Zira onun emirlerine tereddütsüz, cân ü gönülden teslim olmayanlar kâmil mü’min sayılmazlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Hayır! Hayır! Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında baş gösteren anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümlere, içlerinde hiçbir sıkıntı ve itiraz duymadan tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça gerçek mü’min olamazlar.” (Nisâ 4/65)
İkincisi; Resûlüllâh (s.a.s.)’in hanımları ümmetin erkeklerinin anneleridir. Yani onlar, hürmet ve saygıda müminlerin anneleri mesâbesindedir. Onlarla evlenmek haram, kendilerine hürmet etmek farzdır. Bunun dışındaki hususlarda ise, öteki yabancı kadınlar gibidirler. Meselâ, gerçek akrabaları dışında bütün müslümanlar onlara namahremdir, yani onların yanında tesüttürlü bulunmalıdırlar. Hatta mü’min erkekler onlardan bir şey isteyecekleri zaman perde arkasından istemeleri hükmü konmuştur. (bk. Ahzâb 33/53) Onların kızları müminlerin gerçek kızkardeşleri gibi değildir; böyle olsaydı hiçbir müslüman onlarla evlenemezdi. Onların kız kardeşleri müminlerin teyzeleri, erkek kardeşleri de mü’minlerin dayıları gibi değildir. Yine gerçek akrabası olmadığı sürece hiç kimse onlara vâris olamaz.
Üçüncüsü; Resûlullah (s.a.s.) Medine’ye hicret ettiği zaman Ensar-ı kirâmla muhacirleri kardeş yaptı. İslâm tarihinde bu hâdise “muâhât” olarak meşhur olmuştur. Bu öyle bir kardeşliktir ki, beşeriyet tarihinde eşine rastlanması mümkün değildir. Ensâr-ı kirâm, nesi var nesi yok her şeyini, malını, mülkünü kardeşiyle paylaşmaktan nihayetsiz bir zevk alıyor, pek çok zaman kardeşini kendine tercih ediyordu. Onların bu yüksek faziletlerini ve emsalsiz îsar hâllerini methetmek üzere âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
“Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş bulunan Ensâr’ın da bu ganimet mallarında hakları vardır. Onlar beldelerine göç eden muhacirleri kendi canları gibi severler ve onlara fazladan verilen ganimetlerden ötürü gönüllerinde en küçük bir kıskançlık ve burukluk duymazlar. Hatta onlar ihtiyaç içinde kıvransalar bile, daha muhtaç durumda olan mümin kardeşlerini kendilerine tercih ederler. Şunu bilin ki, kim nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada daâhirette de kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır.” (Haşr 59/9)
Ensâr’ın bu işar halini sergileyen şu misal ne kadar ibretlidir.
Allah Resûlü (s.a.s.), Beni Nadîr’den alınan ganimetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitap ederek:
“– Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganimetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr-ı kirâm şu muhteşem cevâbı verdiler:
“– Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır, kendilerine ortak olmayız.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIX, 250; Kurtubî, el-Câmi‘, XVIII, 25)
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Ensar’ın bu meziyetini şöyle medhetmiştir:
“– Gördüğüm kadarıyla siz gazâya ve muhtaçlara yardıma çağrıldığınız zaman çoğalıyor, akın akın geliyorsunuz; dünyalık bir şey verilmek üzere çağrıldığınızda ise azalıyor, müstağnî davranıyorsunuz.” (Ali el-Mütteki, Kenzu’l-Ummâl, XIV, 66)
İşte Efendimiz (s.a.s.) tarafından Medine’de ensâr-muhâcir kardeşliği akdedildiği zaman, onlar birbirlerine bu şekilde yardımcı oluyorlardı. Hatta öldüklerinde birbirlerine vâris olabiliyorlardı. Hicretin 5. senesi bu âyet ininceye kadar bu durum devam etti. Bu âyetle bu uygulama kaldırılarak, bundan böyle ancak akraba olanların birbirlerine vâris olacakları hükme bağlandı.
Ancak âyet-i kerîme akraba hâricindeki din kardeşlerimize iyiliğin yolunu açık tutmaktadır. Buna göre mü’min, akraba dışındaki diğer dost ve arkadaşlarına, malın üçte birini geçmemek şartıyla vasiyette bulunabilir, hediye verebilir ve başka türlü iyilikler yapabilir. Eğer bir müslüman, malından kendisine miras düşmeyen bir din kardeşine vasiyette bulunursa, öldüğünde bıraktığı terekeden öncelikle bu vasiyeti ödenmeli, sonra mirasçılar paylarını almalıdır.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Mirasla alakalı bütün bu taksimatlar, ölenin yaptığı vasiyet yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra yapılacaktır.” (Nisâ 4/11)
Bu sebeple, bir mesele Allah’ın kitabında, Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetinde nasıl hükme bağlanmışsa o şekilde tatbik edilecektir.
Âyetin bu tevcihi de, İslâm’ın iman kardeşliğine ve bu kardeşliği kuvvetlendirecek vesilelere verdiği ehemmiyeti gösteren çok mühim bir kâidedir.
Âyetin bu kısmına da şöyle bir işârî mâna verilir:
“İyilik, ihsan ve güzel ahlâkınla öyle bir mü’min kardeşliği sergile ki, yabancılar sana dost olsun, uzaktakiler yakın hâle gelsin. Akrabalarınla sıla-i rahmi ihmal etme, bunu artırmaya çalış. Şunu unutma ki sıla-i rahim, evlerin yakınlığı veya ziyaret yerlerinin beraberliği ile değil, kalplerin yakınlığı ile olur. Hoşa giden ve gitmeyen her durumda kardeşinin yardımına koşmakla olur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, III, 32)
Bir kısmı önceki âyetlerde haber verildiği üzere Rabbimizin emirlerini tebliğ etmek, anlamak, anlatmak ve yerine getirmek çok dikkat, ciddiyet, sabır ve sebat isteyen bir durumdur. Bu sebeple buyruluyor ki:
7. Biz vaktiyle peygamberlerden dîni tebliğ ve tatbik edeceklerine dâir sağlam söz almıştık: Senden, Nûh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan ve Meryem oğlu İsa’dan. Evet biz onlardan gerçekten çok ağır ve sağlam bir söz aldık.
8. Elbette ki Rabbin, sâdıklara sözlerine dürüstlükle bağlı kalıp kalmadıklarını soracaktır. O, kâfirler için ise çok acı bir azap hazırlamıştır.
Peygamberlerden alınan söz, tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve diğer peygamberleri tasdik etmeleri hususundadır. Allah Teâlâ kıyamet günü, risâletlerini tebliğ ve ifâ etme sözlerine gösterdikleri bağlılığı ümmetleri huzurunda soracaktır. Ümmetlere de peygamberlerine icâbet edip etmediklerini soracaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Biz elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.” (A‘râf 7/6)
“O gün Allah onlara seslenecek ve: «Peygamberlerin davetine ne cevap vermiştiniz?» diye soracak.” (Kasas 28/65)
Burada ismi zikredilen beş peygamber, “Rasûlüm! Azim ve kararlılık sahibi peygamberler nasıl sabrettilerse sen de öylece sabret” (Ahkâf 46/35) âyetiyle işaret edilen ulu’l-azm peygamberlerdir. Allah katındaki şan ve şereflerine işaret etmek üzere ismen zikredilmişlerdir. Efendimiz (s.a.s.)’in başta zikredilmesi, ona tâzim içindir. Hz. İsa’nın annesinin ismiyle birlikte anılması ise, hıristiyanların zannettikleri gibi İsa’nın Allah’ın oğlu değil, Meryem’in oğlu ve bir insan olduğunu belirtmek içindir.
Mü’minler, burada bahsi geçen ve geçmeyen peygamberler gibi, büyük bir sadakatle Allah’a verdikleri kulluk sözlerine bağlı kaldıkları sürece, Allah da onlara olan sözünü yerine getirecek ve onları yardımsız bırakmayacaktır. İşte bunun canlı tarihî misalleri:
9. Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani o zaman düşman orduları sizi kuşatmıştı; biz de onların üzerine şiddetli bir rüzgâr ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, ne yapıyorsanız hepsini çok iyi görüyordu.
10. O sırada düşman orduları üstünüzden ve altınızdan size saldırmıştı da, korkudan gözler yerinden kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Hatta Allah hakkında yakışıksız, olmadık zanlar besliyordunuz.
11. Mü’minler orada böyle çetin şartlarla denendiler ve sarsıldıkça sarsılıp, şiddetle silkelendiler.
Hicretin beşinci yılında Kureyş ve Gatafan kabileleri topluca Medine üzerine yürümüşlerdi. müslümanlarla ittifakı bulunan Medine’deki Benî Kurayza kabilesi de, ihânet ederek onlarla birleşmişti. Böylece düşman ordusunun sayısı 12.000 kişiye varıyordu. Resûlullah (s.a.s.), ashâbıyla istişâre ederek, Araplarda adet olmayan bir savaş taktiği uyguladı: Düşmanın Medine’ye saldırabileceği mevkiye hendek kazdırdı ve askerlerini, hendekten çıkan toprakların ardına mevzilendirdi. Medine’yi işgal edip müslümanları ortadan kaldırmak hayaliyle gelen düşman orduları beklemedikleri bir engelle karşılaştılar. Bir türlü hendeği aşamadılar. Bir ay kadar süren kuşatma sırasında bir taraftan yardım alamayan müslümanlar iyice bunaldılar, zor durumda kaldılar. Bütün ümitlerin kaybolmaya yüz tuttuğu ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” feryatlarının yükseldiği anda bir mûcize vuku buldu: Birden ortaya çıkan soğuk bir fırtına, düşman çadırlarını söküyor, ateşlerini söndürüyor, atlarını ürkütüyor, düşmanı toza dumana boğuyordu. müslüman askerlerin etrafında sahipleri görünmeyen tekbir sesleri işitiliyordu. Bunlar müslümanlara yardıma gelen melek orduları idi. Nihâyet düşman orduları hezimete uğrayıp, çekilip gittiler. Daha sonra Benî Kurayza kabilesinden de bu ihânetlerinin hesabı soruldu. İşte bu ve devam eden âyetler Hendek veya Ahzâb savaşı olarak bilinen bu hâdiseden bahsetmektedir:
12. O vakit münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar: “Meğer Allah ve Rasûlü bize zafer adına sadece boş bir vaatte bulunmuşlar” diye söyleniyorlardı.
13. Onlardan bir grup: “Ey Medine halkı! Siz burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp derhal geri dönün!” diyordu. İçlerinden bir başka grup da: “Evlerimiz sahipsiz, korumasız!” diyerek Peygamber’den izin istiyordu. Oysa evleri hiç de korumasız değildi. Onların bütün derdi savaştan kaçmaktı.
14. Eğer şehrin her tarafından girilip onların üzerine saldırılsaydı ve kendilerinden karışıklık çıkarmaları yahut dinden dönmeleri istenseydi, bunu mutlaka yaparlardı; bunu yapmakta da fazla gecikmezlerdi.
15. Oysa daha önce onlar, ne olursa olsun düşman karşısında geri dönüp kaçmayacaklarına dâir Allah’a kesin söz vermişlerdi. Şunu bilin ki, Allah’a verilen sözün hesabı mutlaka sorulacaktır!
Can ve malın tehlikelere maruz kaldığı savaş anları, imanın ciddi bir imtihandan geçirildiği, ondaki zafiyetin, içinde taşıdığı küfür ve nifak izlerinin iyice belirginleştiği kritik zamanlardır. Geniş ve rahat zamanlarda gizli kalıp kendini göstermeyen menfi duygular, dokunan tahrik edici iğne uçlarıyla deprenmeye ve gün yüzüne çıkmaya başlar. Kalp küpünün içine depolanmış nifak tortuları gevşeyip eriyerek dilden dökülür. Savaşın şiddeti arttıkça iç yüzlerin dışa yansıması daha da kolaylaşır ve netleşir. Böyle durumlarda, kimsenin gerçek kişiliğini gizleyebilme imkânı kalmaz. İşte Hendek savaşında da kalabalık düşman orduları tarafından kuşatma altına alınan, bir ay geçmesine rağmen zafere ait müspet en küçük bir işaret bile göremeyen, hatta ellerindeki zaruri ihtiyaç maddeleri bile sıfırlanan münafıklar ve zayıf imanlı kimseler, imtihanı kaybetmişler, içlerindeki marazı kusmuşlar ve bahane uydurarak savaştan kaçmaya çalışmışlardır.
Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbıyla birlikte hendeği kazarken büyük bir kayaya rastlandı. Kayayı sökmeyi veya kırmayı başaramayan askerler, durumu Efendimiz (s.a.s.)’e arz ettiler. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kazmayı eline aldı ve üç vuruşta kayayı parçaladı. Her vuruşta “Allahu Ekber” diyor ve “İran, Suriye, Yemen” gibi ülkeleri zikrederek ileride müslümanlara nasip olacak fetihleri bir bir müjdeliyordu. Bu müjdeyi işiten yahudiler ve münafıklar ise “Biz korkudan helaya gidemezken o bize İran ve Bizans’ın hazinelerini müjdeliyor, bu aldatmadan başka bir şey değil” demişlerdi. (Nesâî, Cihad 42; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 130-131) Bir kısmı arkadan orduyu ifsat etmek, azimlerini kırıp geri döndürmek için faaliyet yürütürken, bazıları da Medine’de bıraktıkları evlerinin açık, sahipsiz ve korumasız olduğunu bahane ederek cepheden kaçmaya çalışmışlardı. Bunların hepsi nifakın ve iman zafiyetinin açık nişâneleri idi. Bunlar arasında Uhud savaşında yılgınlık gösterdikleri için tevbe edip, bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resûlullah (s.a.s.)’e söz verenler de vardı. Fakat bunlar da sözlerinden dönmüşlerdi. Halbuki Allah’a verilen sözün bir mes’uliyeti, bir bedeli vardır. Bu mutlaka sorulur ve tutulmazsa cezası verilir.
13. âyette geçen يَثْرِبُ (Yesrib), Medine’nin Allah Resûlü (s.a.s.)’in hicretinden önceki ismiydi. “Kurak, çorak yer” anlamını taşıyordu. Efendimiz (a.s.), gelince onu Medine olarak değiştirmişti. Münafıklar buna rağmen Yesrib demekle, içlerindeki nifâkı ortaya koyuyorlardı.
Böyle imanı zayıf, sabrı az, gevşek karakterli münafık tiplere şu gerçekleri hatırlatmak faydalı olabilir: