ŞEFÂ’AT, ÖLÜLERE YARDIM Süâl: Zümer sûresinin, otuzuncu âyetiyle sarâhaten, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” öldüğü belli iken, hâlâ kabr ziyâreti ile ölülerden şefâ’at istemek olur mu? (Bütün şefâ’atler Allahın izni iledir) ve (Ona, ancak Onun izn verdiği kimse şefâ’at eder) ve (Şefâ’at edicilerin şefâ’ati onlara fâide vermez) âyetlerini okuduğumuz hâlde (Şefâ’at yâ Resûlallah!) lâfzı, şirkin en çirkini değil midir?
Cevâb: Yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeler, şefâ’at olmadığını göstermek şöyle dursun, şefâ’at yapılacağını göstermekdedir. Arabî bilen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışırsa, böyle yanlış ve hattâ ters ma’nâ çıkarıp, doğru yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaşdığını anlamaz da, kendini doğru müslimân sanır ve doğru müslimânlara leke sürmeğe çabalar. Arabî dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı anlaşılabilseydi, Beyrutdaki arab hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat, ilm-i bedî’, ilm-i beyân, ilm-i me’ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çeşidli ilmleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin ma’nâ-yı zâhirîsi, ma’nâ-yı zımnîsi, ma’nâ-yı murâdîsi, ma’nâ-yı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin, ne zemân, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu, âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya’nî, kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Böyle bilgisi olmıyanların, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına, kimyâ deneyleri yapmağa kalkışmasına benzer. Böyle nice zevallının, deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuduk. Bu ilmleri bilmiyenler, mevcûd ve mu’teber tefsîrlere baş vurmalı, ilm sâhiblerinin anlayıp yazdığı ma’nâları, tefsîrlerden anlamağa çalışmalıdır. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için de, arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bizim gibi, bu ilmleri hiç bilmiyenler, tefsîrden de birşey anlıyamayız. Lise ve bir fakülte diploması almış bulunduğumuza güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa kalkışırsak, aldanır, helâk oluruz. Yüzme bilmiyen bir diplomalının denizde açılması gibi, câhilce, ahmakca davranmış oluruz.
Yukarıda sayılı ilmlerde mütehassıs olan, islâm dünyâsında asrlardan beri parmakla gösterilen büyük tefsîr âlimleri, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfi ile medh olunan islâm dîninin yüksek bilginleri, yukarıdaki süâlde bulunan âyet-i kerîmelere, süâl sâhibinin anladığı gibi ma’nâ vermediler. Derin ilmleri ve keskin görüşleri ile, doğru ma’nâlarını anladılar. Murâd-ı ilâhînin hiç de öyle olmadığını bildirdiler.
Tefsîr âlimlerinin başlarının tâcı, bu ilmin mütehassıslarının üstâdı olan Kâdî Beydâvî hazretleri, dünyâca tanınan ve islâm dîninin temel direklerinden biri olan tefsîrinde, birinci âyet-i kerîmeye şöyle ma’nâ vermekdedir:
Zümer sûresi, otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen öleceksin. O kâfirler de ölecekler. Sonra, kıyâmet günü, Rabbinizin huzûrunda hesâblaşacaksınız. Senin haklı olduğun, müşriklerin, bâtıl, bozuk olduğu meydâna çıkacak) buyuruldu. (Tefsîr-i Hüseynî)de ve (Mevâkib) tefsîrinde, (Mekke kâfirleri, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ölecek, ondan kurtulacağız diyorlardı. Allahü teâlâ da, evet, sen öleceksin. Fekat, o müşrikler de, elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek olan kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhillikdir) diyor. Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin yanlış yolda olduklarını bildirmek için geldi.
Cevâb: Yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeler, şefâ’at olmadığını göstermek şöyle dursun, şefâ’at yapılacağını göstermekdedir. Arabî bilen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışırsa, böyle yanlış ve hattâ ters ma’nâ çıkarıp, doğru yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaşdığını anlamaz da, kendini doğru müslimân sanır ve doğru müslimânlara leke sürmeğe çabalar. Arabî dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı anlaşılabilseydi, Beyrutdaki arab hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat, ilm-i bedî’, ilm-i beyân, ilm-i me’ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çeşidli ilmleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin ma’nâ-yı zâhirîsi, ma’nâ-yı zımnîsi, ma’nâ-yı murâdîsi, ma’nâ-yı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin, ne zemân, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu, âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya’nî, kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Böyle bilgisi olmıyanların, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına, kimyâ deneyleri yapmağa kalkışmasına benzer. Böyle nice zevallının, deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuduk. Bu ilmleri bilmiyenler, mevcûd ve mu’teber tefsîrlere baş vurmalı, ilm sâhiblerinin anlayıp yazdığı ma’nâları, tefsîrlerden anlamağa çalışmalıdır. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için de, arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bizim gibi, bu ilmleri hiç bilmiyenler, tefsîrden de birşey anlıyamayız. Lise ve bir fakülte diploması almış bulunduğumuza güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa kalkışırsak, aldanır, helâk oluruz. Yüzme bilmiyen bir diplomalının denizde açılması gibi, câhilce, ahmakca davranmış oluruz.
Yukarıda sayılı ilmlerde mütehassıs olan, islâm dünyâsında asrlardan beri parmakla gösterilen büyük tefsîr âlimleri, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfi ile medh olunan islâm dîninin yüksek bilginleri, yukarıdaki süâlde bulunan âyet-i kerîmelere, süâl sâhibinin anladığı gibi ma’nâ vermediler. Derin ilmleri ve keskin görüşleri ile, doğru ma’nâlarını anladılar. Murâd-ı ilâhînin hiç de öyle olmadığını bildirdiler.
Tefsîr âlimlerinin başlarının tâcı, bu ilmin mütehassıslarının üstâdı olan Kâdî Beydâvî hazretleri, dünyâca tanınan ve islâm dîninin temel direklerinden biri olan tefsîrinde, birinci âyet-i kerîmeye şöyle ma’nâ vermekdedir:
Zümer sûresi, otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen öleceksin. O kâfirler de ölecekler. Sonra, kıyâmet günü, Rabbinizin huzûrunda hesâblaşacaksınız. Senin haklı olduğun, müşriklerin, bâtıl, bozuk olduğu meydâna çıkacak) buyuruldu. (Tefsîr-i Hüseynî)de ve (Mevâkib) tefsîrinde, (Mekke kâfirleri, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ölecek, ondan kurtulacağız diyorlardı. Allahü teâlâ da, evet, sen öleceksin. Fekat, o müşrikler de, elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek olan kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhillikdir) diyor. Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin yanlış yolda olduklarını bildirmek için geldi.