6- Türk Tarihinde Tasavvuf ve Tarikatler

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TÜRK TARİHİNDE TASAVVUF VE TARİKATLER
Tasavvuf özelde kişilerin ruhlarında derin izler bırakırken genelde ise toplumu ahlaklı kılan temel etkenlerdendir. Bu yönüyle tasavvuf sadece kişileri değil toplumları ve devletleri de etki alanı içine almıştır.
Türklerin tasavvufla tanışmaları İslâmiyet'le tanışmalarıyla aynı zamanda olmuştur. Türklerin tarih sahnesine çıkış ve dağılış yeri olan Asya'da ilk tasavvuf merkezi Horasan'dır. Zaten Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Horasan Erenleri adı verilen tasavvufî eğitim almış gönül adamlarının çok büyük etkisi vardır. Buhara Merv, Semerkant gibi merkezler hem bu tasavvuf ekolünün büyüyüp geliştiği hem de fetih ruhuna sahip Alperen'lerin yetiştiği yerler olmuştur. Alperen'lerin piri ise kendisi de Türk olan ve günümüze kadar eserleri gelen büyük Mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevî hazretleridir.
Türklerin müslüman olmalarıyla başlayan tasavvuf anlayışı fetih ruhunu da beraberinde getirmiştir. Fetihlerin ilk yıllarında Anadolu'ya yönelen Ahmed Yesevî'nin talebeleri ordulardan önce halkın arasına katılmışlar, onların gönüllerini İslam'a ve Türkler'e ısındırmışlardır. Anadolu'da oluşan tekkeler ve dergahlar Haçlı seferlerinden ve Bizans'ın baskısından bıkıp usanmış olan Diyar-ı Rum (Anadolu) halkının oksijen çadırları haline çelmişti. Bu olay, hem insanların hızla müslüman olmalarına hem de fetihlerin daha rahat ve kolay yapılmasına sebep olmuştur.
Anadolu Selçuklu Devleti zamanında iki tür tasavvuf geleneği etkili olmuştur. Konya merkezli Mevlevîlik geleneği daha çok farsça ağırlıklı bir dil kullanmış ve saray tebası ve yüksek zümreden insanlara hitap etmiştir. Onun için de ağırlıklı olarak başkent Konya'da etkili olmuştur. Selçuklu Sultanlarının pek çoğu da bu terbiye geleneğinde yoğrulmuşlardır. Yesevîlik menşeili ekol ise daha çok halk arasında yayılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda ise tarikat geleneğinin ilk halkası Osmanlı Devleti'nin manevî kurucusu sayılan Şeyh Edebali Hazretleridir. Şeyh Edebali, damadı Osman Gazi'yi manevî terbiye altına alıp yetiştirmiş ve O'nun öğütleri ile Osmanlılar 600 yıl dünyada hakim güç olmuş, böylece Osmanlı Devleti, hakkın hatırını en üst seviyede tutma, adaletli davranma, zulm etmeme terbiyesini tâ 1290'lı yıllarda küçük bir beylikken Şeyh Edebali'den öğrenmiştir.
Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşamış olan ve şiirleri, ilahileri dillerden düşmeyen Yunus Emre de tasavvufî eğitim içinde kendini yetiştiren bir şahıstır.
Bir çok Padişahın rüyası olduğu halde Fatih Sultan Mehmed Han'a nasip olan İstanbul'un Fethi olayının sebeplerini sayarken birçok maddî sebebin yanında bir tarikat erbabı olan Ak Şemseddin Hazretlerinin (Hacı Bayram-ı Veli'nin kurucusu olduğu Bayramiye tarikatine mensup idi) gözyaşı ve dua dolu yakarışlarını saymamak ve tasavvuf gerçeğinin Osmanlı Devleti üzerindeki etkilerini görmezden gelmek mümkün müdür acaba?
Osmanlı İmparatorluğu'nun din ve kültür hayatında Kadiriye, Rifaiye, Yeseviye, Bektaşiye, Celvetiyye, Bayramiye, Mevleviye, Halvetiye, Nakşibendiye gibi tarikatlerin etkisi olmuştur. Önemli Osmanlı padişahlarının hayatlarında hep bir tarikat büyüğü onlara yol göstermiş ve bu padişahlar birçok önemli başarı ve hizmete imza atmışlardır. Mesela XI. yüzyılda yaşayan Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri birçok padişaha önderlik yapmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında ve günümüzde de hâlâ varlığını ve etkinliğini koruyan üç önemli tarikat vardır. Bunların en önemlisi Nakşibendiyye tarikatıdır. Bahaüddin Nakşibend Hazretlerine nisbet edilen bu tarikat Emir Ahmed Buharî ile İstanbul'a ulaşmış, Osmanlıların son dönemlerine doğru güçlü bir zemin bulmuş ve hızla yayılmıştır. Meşhur Sufî Abdülkadir Geylani Hazretlerine nispet edilen kadiri tarikatının Osmanlılardaki ilk büyük temsilcisi Eşrefoğlu Rumî olup Osmanlılar bu tarikata yoğun ilgi göstermişlerdir. Ahmed er-Rifaiye nisbet edilen rifaiyye tarikatı da Anadolu topraklarındaki en köklü tarikatlerdendir.
Tasavvuf ve bu akımın etkisiyle kurulmuş olan tarikatler Osmanlı toplumu ve devletinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bunu anlamak için İstanbul'da açılan tekke sayısına bakmak bile yeterlidir. Osmanlı Devleti'nin fiilen yıkıldığı 1918 tarihinde İstanbul'da 51 adet Nakşibendiyye, 38 adet Rufaiye, 45 adet Kadiriye, 9 adet Bedeviye, 4 adet Bayramiye ve gizli olarak çok sayıda Bektaşiye tekkesi bulunuyordu.
Horasan Erenleri ile Anadolu'ya gelen ve birçok önemli şahsa yol gösteren tasavvuf, Osmanlı toplumuna yol göstermiştir. Zamanında bir çok güzel ve faydalı işler, tasavvuf ehli tarafından yapılmış ve toplum yöneticileri bu manevî ortamda yetiştirilerek makam, servet ve şehvet bataklığına düşmekten kurtarılmış ve hayırlı işlere yönlendirilmişlerdir. Toplum ahlaki planda olgunlaştırılmış, ahilik gibi tasavvufî meslek kuruluşları kurularak toplumda kardeşlik, sevgi ve saygı, kalite ve dayanışma en üst seviyede gerçekleştirilmiştir. Vakıflar kurularak bir çok fakir, muhtaç insana tasavvuf erbabı tarafından yardımlar yapılmıştır.
Yunus Emre, Mevlana gibi Allah dostları şiirleri ve hikayeleriyle toplumun vazgeçilmezlerinden olmuşlardır. Ulvi tasavvuf düşüncesi içine, zamanla bu müesseseden çıkar sağlamak isteyen ve toplumu kandırarak yanlışa sürükleyen insanlar da olmuştur. Osmanlı devleti de bu tür sapık tarikatler ile mücadele etmiştir. Ancak günümüzde yanlış tarikat anlayışlarını ve sapık ekolleri örnek göstererek bütün tasavvufî kültürü yok saymaya çalışmak Türk tarihini yok saymak gibidir. Tasavvufî düşünceler, Türk edebiyatı, Türk tarihi Türk kültürü anlatılmaya devam ettiği müddetçe yaşamaya devam edecektir. Yapılması gereken kendi gerçeklerimizle savaşmak değil onları doğru bir şekilde anlatmak ve sunmaktır​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TÜRK TARİHİNDE ÖNEMLİ TARİKATLER VE KURUCULARI
..:: 1 ::..
Bu bölümde büyük tarikatlerin ve vaktiyle Türkler arasında yaygın olanların pîrlerinin terceme-i hallerini ve bizler için faydalı olan sözlerini zikrederek bu hususta muhtasar bir malumat verilecektir.
Tarikat şeyhleri hakkında müridleri tarafından pek çok menkıbevî eserler yazılmış ve neşredilmiştir. Fazla bilgi edinmek isteyenler bu gibi kitaplara müracaat edebilirler.

1-KÂDİRİYYE TARÎKATİ
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Bekr eş-Şibli, 3. Abdurrahman et-Temîmî, 4. Ebû'l-Hasan Ali bin Muhammed el-Kureyşî el-Hünkarî 5. Ebû Saîd el-Mahzûmî, 6. Abdü'l-Kadir Gîlanî.

ABDU'L-KÂDİR GÎLÂNÎ
Künyesi Muhyiddin Ebû Muhammed bin Ebi Salih'dir. Gavs-ı A'zam diye şöhret bulmuştur.
Evliyaullahın büyüklerindendir ve Kâdiriyye tarikatinin pîridir. Nesebi İmam Hüseyin bin Ali bin Ebîbekr hazretlerine vâsıl olur.
470 (1077-78) tarihinde İran'ın Gîlan kasabasında dünyaya gelmiştir. Genç yaşında tahsil için Bağdad'a gitmiştir.1
Kadı Ebû Saîd Mahzûmî'den fıkıh, Ebû Bekr bin el-Muzaffer ile diğer meşhur muhaddislerden hadis dinlemiş, bilahare va'z ve tedrise başlamıştır. Hanbelî mezhebine mensuptur.
Sonraları Ebû Zekeriyya et-Tebrîzî'den edebiyat okumuştur. Tahsilini tamamlayıp, bir müddet daha Bağdad'da va'z u nasihatte bulunduktan sonra, halvete çekilip, riyazetle yaşamaya başlamıştır. Bundan sonra seyahate çıkıp, mücahede-i nefse ve sahralarda ikametle zühd ve ibadete koyulmuş, o sıralarda Şeyh Ahmed Debbâs'la sohbet edip, kendisinden ahz-ı tarikat etmiştir.
528 (1134) tarihinde Ebû Sa'd Medresesi'nde ders verirken, aynı zamanda usûl-i fıkıh ve tasavvufa ait bazı kitaplar yazmıştır.
561 (1166) tarihinde Bağdad'da vefat etmiştir.
Abdü'l-Kadir'in telifâtı umumî olarak dinî mevzulara aittir ve ekserisi va'z ve hutbelerden ibarettir:
1. El-Gunye li Talibi Tarîki'l-Hakk: Sülûk ve ahlaka ait bir risaledir. Kahire'de 1288 (1871) tarihinde tab' edilmiştir.
2. El-Fıkhu'r-Rabbânî: 545-546 (1150-1151) yılları arasında verdiği altmış iki va'zdan ve bir zeyilden ibarettir. Bu kitap da 1302 (1885) tarihinde Kahire'de basılmıştır.
3. Fütûhu'l-Gayb: Oğlu Abdürrezzak'ın topladığı çeşitli mevzular hakkında babası tarafından verilmiş yetmişsekiz va'azı havidir. 1304 (1887) tarihinde basılan "Behcetü'l-Esrar"ın kenarındadır.
4. Hizbü Beşâiri'l-Hayat: Tasavvufî evraddan ibarettir. İskenderiye'de 1304 (1887)'de basılmıştır.
5. Cilau'l-Hâtır min Kelami'ş-Şeyh Abdi'l-Kadir: Keşfü'z-Zünûn, c.1, s. 592'de zikredilmiştir.
6. El-Mevâhibu'r-Rabbaniyye ve'l-Fütûhu'r-Rabbaniyye fi Meratibi'l-Ahlaki's-Seniyye ve'l-Makamati'l-İrfaniyye: Ravza-tü'l-Cennat, s. 441'de zikredilmiştir.
7. Yevakîtü'l-Hikem: Keşfü'z-Zünûn, c. 2, s. 2053'de zikredilmiştir.
8. El-Füyûzatü'r-Rabbaniyye fi'l-Evradi'l-Kadiriyye: Bu eser de 1303 (1886) tarihinde Kahire'de basılmıştır.
9. Behcetü'l-Esrâr ve diğer terceme-i hal eserlerinde mevcut olan mev'izalarından ibarettir.
Eserlerindeki mev'izaların umumî mevzuları şudur.
Müridin bir müddet çile devresini geçirerek, dünyadan tamamiyle el çekmesi ve bundan sonra tekrar dünyaya dönüp, ondan haz ve nasibini alarak, başkalarını irşad etmesi.2
Kadiriyye tarikatinin şubeleri: Esediyye, Ekberiyye, Mukaddesiyye, Garibiyye, Eşrefiyye, Rûmiyye, Yâfiyye, Hamadiyye, Hilâliyye, Hindiyye'dir.3

2-YESEVİYYE TARİKATİ
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Ali Rudbârî, 3. Ebû Ali Kâtip, 4. Ebû Osman Mağribî, 5. Şeyh Ebû Kasım Kürkanî, 6. Ebû Ali Faremedî, 7. Hoca Yusuf Hemedânî, 8. Ahmed Yesevî.

HOCA AHMED YESEVÎ
Ahmed Yesevî, ilk tahsil yıllarını Yesi'de geçirdikten sonra Maveraünnehr'in büyük İslam merkezi olan Buhara'ya geldi. Buhara o sırada İslam kültürünün çok mühim bir merkezi bulunuyordu.
Ahmed Yesevî, Buhara'da devrin en ileri gelen alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedanî'ye intisap ederek, onun nüfuzu altında kaldı ve onunla beraber birçok yerleri gezdi. Şeyhinin büyük teveccühünü kazanarak onun üçüncü halifesi oldu. Ahmed Yesevî ilk iki halifeden sonra 555 (1160)'de Buhara'da şeyhin postuna geçti; bilahare Yesi'ye döndü. 562 (1166)'de ölümüne kadar bu şekilde kuvvetli bir tasavvuf propagandası yaptı.
Ahmed Yesevî, Sir-Derya havalisinde, Taşkent ve mülhakatında, Seyhun ötesindeki bozkırlarda büyük bir nüfuz kazandı.
Bütün İslam tarikatlerinde mevcut olan bir usul gereğince Ahmed Yesevî de henüz hayatta iken bazı halifelerini çeşitli memleketlere göndermiştir. Bugün bu halifelerinden çoğu o memleketlerde yadedilmektedir.
Bu arada halkın kolayca anlayabileceği tarzda, hece vezni ile ve Türkçe, sofiyane manzumeler yazdı. Bu manzumeleri biraraya getirilip "Divan-ı Hikmet" ismi verilen bir kitapta toplanmıştır.
Bugün elimizde Ahmed Yesevî tarafından yazılmadığı tesbit edilmiş bir eser mevcut değildir. Ölümünden asırlarca sonra yazılmış muhtelif tasavvuf kitaplarında, yahut menakıp mecmualarında ona isnad edilen bazı sözler, bazı hareketler, birtakım menkıbeler mevcuttur.
Divan-ı Hikmet adı altında toplanan manzumelerin muhtelif Yesevî dervişlerine ait olduğu üzerinde durulmaktadır. Zira bugün kütüphanelerde mevcud olan bu kitabın, eski bir nüshasını bulmak şimdiye kadar mümkün olamamıştır.
Manzumeleri bilhassa 4/3= 7 ve 4/4/4= 12 hece vezinleri ile, dörtlükler şeklinde yazılmış, yarım kafiye ve redif kullanılmıştır. Dörtlüklerden mürekkep bazı uzun manzumelerde her dörtlüğün sonundaki mısraların kafiyeli olması, bunların umumî toplantılarda muayyen bir beste ile okunduğunu göstermektedir.4

3-RIFÂİYYE TARİKATI
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Muhammed Rüveym Bağdadî, 3. Ebû Saîd Yahya, en-Neccarî el-Vâsıtî, 4. Ebû Mansûr et-Tayib, 5. Şeyh Mansûr el-Betayihî er-Rabbanî, 6. Ahmed Rıfaî.

AHMED RIFÂÎ
Bazı müelliflere göre 500 yılının Muharrem'inde (Eylül 1106), diğerlerine göre 512 (1118)'de Basra bölgesinde Hasan köyünde doğmuştur. Babasını yedi yaşında iken kaybetmiştir. Seyyid Ahmed'i dayısı Mansûr büyütmüştür.
Mansûr, yeğenini Basra'ya göndererek Şafiî alimlerinden olan Ebû'l-Fadl Ali el-Vâsıtî ile dayısı Ebû bekr el-Vâsıtî'den ders okutmuştur. Yirmi yedi yaşında tahsilini bitirip Ebû'l-Fadl'dan icazet aldığı vakit Ümmü Âbide'ye yerleşmiş, dayısının ölümünden sonra da tarikat şeyhi olmuştur 540 (1145).
Ebû'l-Hüdâ'ya göre Ahmed Rıfaî hazretlerinin şu eserleri mevcuttu:
1. 577 (1181) ve 578 yıllarında irad etmiş olduğu iki hitabe,
2. Kasidelerinden teşekkül eden bir divan.
3. Dua, vird ve hizibleri ihtiva eden bir mecmua,
4. Bazı vesileler ile söylemiş olduğu birçok sözler ki, bunlardan bazıları meviza denilecek kadar uzundur.
Ahmed Rıfaî önce Mansûr'un yeğeni Hatice ile evlenmiş, onun vefatından sonra Muhammed bin el Kasımiyye'nin kızı Nefise'yi nikahlamıştır. Bu hanımından birçok çocuğu olmuştur.
İbn Celal "Cilâu's-Sadâ" isimli kitabında Ahmed Rifaî'yi:
"Muaşereti güzel, maişeti kolay ve sade, nefsi gani, ilmi çok, ketum, sözünde duran, kusurları örten, fukara ile düşüp kalkan, ezaya sabır gösteren, düşmana bile nasihat eden insanların sevinç ve üzüntülerine iştirak eden" bir zat olarak tavsif ediyor.
"Sahibu'l-Berâhin" isimli kitabında ise Ahmed Rıfaî'nin:
"Sözünde duran, şehvete düşkün olmayan, kanaatkar, eline geçeni bezleden, kötü söz asla söylemeyen, az yiyip içen, insanların her işlerine koşan, onlara faydalı olmaya çalışan" kimse olduğundan bahsetmiştir.5
Rıfâiyye tarikatinin şubeleri:
Haririyye, Keyaliyye, Sayyadiyye, Aziziyye, Cendeliyye, Aclâniyye, Katnâniyye, Fazliyye, Vâsitiyye, Cebertiyye, Zeyniyye, Nûriyye, Mağrûfiyye.6

4-MEDYENİYYE TARİKATI
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Ali Rudbarî, 3. Ebû Ali Hüseyin bin Ahmed el-Kâtib, 4. Ebû Osman el-Mağribî, 5. Ebû Kasım Ali bin Abdi'l-Vahid el-Kürkânî, 6. Ebûbekr bin Abdillah et-Tûsî, 7. Ebû'l-Fütûh Necmüddin Ahmed Gazzalî, 8. Ebû'l-Fadl Muhammed Bağdadî, 9. Ebû'l-Berekât Ali Bağdadî, 10. Ebû Ya'za el Mağribî, 11. Ebû Saîd Mağribî, 12. Ebû Medyen Şuayb bin el-Hüseyn el-Mağribî.

EBÛ MEDYEN ŞUAYB
Meşhur Endülüs mutasavvıfı, İşbiliyye civarındaki Cantillana kasabasında doğmuş, 594 (1197-1198) tarihinde vefat etmiş ve Tilemsen yaknıında el-Ubdâd'a defnedilmiştir.
Fakir bir aileye mensuptu. Henüz küçük yaşlarında Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş ve yine o sıralarda dokumacılık san'atını da öğrenmiştir.
Daha sonra tahsil için Fas'a gitmiş, orada tasavvufa meyletmiş ve Şeyh Ebû Ya'san'dan faydalanmıştır. Dünyayı ve ona karşı olan muhabbeti terkederek tasavvufî mertebeleri aşmış ve kutubluk makamına yükselmiştir.
Fas'da birkaç senelik ikametten sonra Mekke'ye gitmiş ve rivayete göre orada meşhur Abdü'l-Kadir Gîlanî ile buluşmuştur. Mekke'den ayrılıp Becâye şehrine yerleşmiş, orada büyük şöhret kazanmıştır.
Neşrettiği akideler Sultan Ebû Yusuf, Ya'kûb'u kuşkulandırmış ve Merakeş'e celbedilmiştir. Ancak bu seyahat sırasında yolda vefat etmiş ve Rabiatü'l Ubbâd'a defnedilmiştir. Ubbâd köyündeki mezarı halen ziyaretgahdır.
İbnü'l-Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye'sinde ondan pekçok bahsetmiş ve birçok hikayeler nakletmiştir. Fakat bununla beraber onu hiç görmemiştir.7
Ebû Medyen tarafından ta'lim edilen akide Yahya bin Haldûn'a göre onun ekseriya tekrar ettiği şu beyitte hülasa edilmiştir.
"Eğer hakikî hedefe ulaşmak istiyorsan, Allah'tan başka maddî ve maddeye bağlı bulunan herşeyi terket".
Ebû Medyen'in eserleri bazı tasavvufî ve dinî şiirler ile, bir vasiyye ve bir akideden ibarettir. Bu yazmalar Paris ve Cezayir milli kütüphanelerinde, arapça yazmalar kısmında mevcuttur.8
Medyeniyye tarikatinin şubeleri:
Cebertiye, Meymûniyye, Deccâniyye, Ulvâniyye-i Hameviyye.9
5-KÜBREVİYYE TARİKATI
1. Ebu Necib Abdü'l-Kahir Zıyaüddin Sühreverdî, 2. Rûzbihan Baklî, 3. İsmail Kasrî, 4. Ammâr Yasir, 5. Necmüddin Kübrâ.
NECMÜDDİN KÜBRÂ
Kübreviyye veya Zehebiyye tarikatinin kurucusu olup, XII, XIII. asır İran sofîlerinin en mühim şahsiyetlerinden biridir. İsminin tamamı Ahmed bin Ömer Ebû'l-Cennab Necmüddin Kübrâ el-Hivakî el-Harezmî'dir.
Sofîliğin gelişmesinde rolü pek büyük olmuştur. Onun birçok talebeleri arasında tasavvufî akidenin büyük mümessillerini bulmaktayız.
Münazara ve mübaheseyi çok sevdiğinden ve her münazarada hasımlarını yendiğinden kendisine, "et-Tammetü'l-Kübra" ismi verilmiştir. Bu isim sonraları çok meşhur olmuş, zamanla baştaki kelime de unutularak sadece "Kübra" denmiştir.
Necmüddin Kübrâ 540 (1145) senesinde dünyaya gelmiş, genç yaşta seyahatlere çıkmış ve Mısırda meşhur Şeyh Rûzbihan el-Vezzah el-Mısrî ile tanışmış, onun müridi olmuş ve şeyhinin nezareti altında son derece sıkı riyazet geçirmiştir. Bu sırada şeyhin teveccühünü kazanmış ve kızı ile evlenmiştir. Necmüddin birkaç sene Mısır'da kalmış, bu zaman zarfında iki oğlu dünyaya gelmiştir.
Bir gün İmam Ebu Nasr Hafza'nın Tebriz'de "sünne" hakkında güzel dersler verdiğini duymuş, bunun üzerine hemen oraya hareket ederek Sermeydan mahallesinde Zahide hankâhında oturan mezkur kelam aliminin derslerine devam etmiştir.
Necmüddin "Şerhü's-Sünne ve'l-Mesalih" adında mukaddime mahiyetindeki kelama dair eserini burada yazmıştır.
Bundan sonra Şeyh Necmüddin Ammar-ı Yasir'e intisap etmiş, onun tavsiyesi üzerine tam bir sofî olabilmek için, İsmail Kasrî'nin mektebine girmiştir. Buradan ikinci hırkayı (hırkayı teberrük) almış ve şeyhinin yanına dönmüştür.
_____________________
1_ Nefehatın beyanına göre, Abdü'l-Kadir Gîlanî, ilim tahsil etmek için Bağdad'a gitmek istediğini anesine söylemiş, kadın oğlunun bu teşebbüsüne memnuniyetle rıza gösterdiği gibi, kocasından kalan seksen dinarın kırkını, oğlunun hırkası koltuğunun altına dikerek Bağdad'a uğurlamıştır. Abdü'l-Kadir'e annesinin tek nasihati; "Asla yalan söyleme" olmuştur. Kafile Bağdad'a doğru giderken, eşkiyanın hücumuna maruz kalmış. Şakilerden biri Abdü'l-Kadir'e, yanında bir şeyler olup olmadığını sorunca, o da koltuğunun altında kırk dinar dikili olduğunu söylemiş. Şakî, çocuğun bu sözüne ehemmiyet vermemiş, ikinci bir şakinin sorusuna da aynı cevabı veren Abdü'l-Kadir'i reislerinin huzuruna götürmüşler ve orada, hırkasının koltuğundaki kırk dinarı çıkarmışlar.
Eşkiya reisi: "Paranın yerini niçin söyledin?" deyince, Abdü'l-Kadir: "Anneme asla yalan söylemiyeceğim hususunda söz vermiştim" cevabında bulunmuş. O zaman reis, bu küçük çocuğun ahde sadakati karşısında hayretler içersinde kalarak, kötü huyundan vazgeçmiş, efradıyla birlikte, bundan sonra bu gibi hareketlere tevessül etmiyeceklerine yemin etmişler ve aldıkları eşyayı sahiplerinee teslim ederek ayrılmışlar (Lamiî, Nefehat Ter., s. 586).
2_ Nefehat Ter., s. 585-586; Kâmusu'l-A'lam, c. IV, s. 3087; İslam Ans., c. I, s. 80-82.
3_ Mir'atü't-Turuk, s. 6.
4_ Reşehat Tere., s. 14; Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 13-201; İslam Ans., c. I, s. 210-215.
5- Nefehat Terc., s. 610-612; Kamusu'l-A'lam, c. III, s. 2290; İslam Ans., c. I, s. 202.
6- Mir'atü't-Turuk, s. 8.
7_ Fütûhât, c. I, 205, 247; c. IV. s. 551.
8_ Nefehat Ter., s. 605; Kamusu'l-A'lam, c. I, s. 759; İslam Ans., c. IV. s. 36-37; İbnü'l-Arabî, Hayatı ve çevresi s. 91-93.
9_ Mir'atü't-Turuk, s. 10​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TÜRK TARİHİNDE ÖNEMLİ TARİKATLER VE KURUCULARI
..:: 2 ::..
Şeyh Rûzbihan, Necmüddin'e anayurdu olan Harezm'e gidip, oradaki insanları irşad etmesi için tavsiyede bulundu. Bu tavsiyeye uyan Necmüddin ailesi ile birlikte Harezm'e gidip yerleşerek orada bir hankâh te'sis edip, Kübreviyye (Zehebiyye) tarikatini kurmuştur. Kısa bir zamanda tedris ve irşad halkası genişlemiştir. Talebeleri arasında Attâr'ın şeyhi Mecdüddin el-Bağdadî de bulunuyordu. 618 (1226) yılında vefat etmiştir.
Necmüddin çok verimli bir müellif idi. Sofîliği ilgilendiren çeşitli mes'eleler hakkında bir çok risaleler yazmıştır. Eserlerinin ekserisini arapça olarak te'lif etmiştir. Keşfü'z-Zünûn'da ona ait eserler şunlardır:
1. Usûlü'l-Aşere: Keşfü'z-Zünûn c. I, s. 114. Bu risale İsmail Hakkı Bursevî tarafından türkçe olarak şerh edilmiş ve 1256 (1840) yılında İstanbul'da basılmıştır.
2. Risaletün fi's-Sülûk: 632 (1234-35) senesinde yazılmıştır. Keşfü'z-Zünûn, c. I, s. 872.
3. Risaletü't-Turuk: Keşfü'z-Zünûn, c. I. s. 876.
4. Tevali't-Te'nis Bimelâli İbni İdris: Keşfü'z-Zünûn, c. I, s. 503.
5. Fevatihu'l-Cemal: Farsçadır, Keşfü'z-Zünûn, c. 2, s. 1292.
6. Hidayetü'l-Talibîn: Keşfü'z-Zünûn, C. 2, s. 2031.
7. Aynü'l-Hayât: Eserin birinci cildi Leningrad kütüphanesinde bulunmaktadır.10
Kübreviyye tarikatinin şubeleri:
Bahaiyye, Halvetiyye, Firdevsiyye, Nûriyye, Rükniyye, Hemedâniyye, Nûrbahşiyye, Berzenciyye.11

6-SÜHREVERDİYYE TARİKATİ
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Ali Rudbarî, 3. Ebû Ali Katib, 4. Ebû Osman Mağribî, 5. Ebû Ali Kürkânî, 6. Ebû Ali Nessâc, 7. Ahmed Gazzâlî, 8. Necib es-Sühverdî, 9. Ömer bin Muhammed Şihabüddin es-Sühreverdî.

ŞİHÂBÜDDİN SÜHREVERDÎ
Hazret-i Ebübekr evlâdındandır. Tasavvufta intisabı amcası Ebû'n-Necib Sühreverdî'yedir. 539 (1144) tarihinde doğmuştur.
Fıkıh, hadis, tasavvuf ve diğer ilimlerde zamanının en ileri gelenleri arasında bulunuyordu.
Pek çok eserler te'lif etmiştir. Bu eserlerinin arasında en meşhuru "Avârifu'l-Mearif'dir.
Asıl adı Ömer bin Muhammed olan Sühreverdî, bir rivayete göre 623 (1226), diğer bir rivayete göre de 632 (1234-35) tarihinde vefat etmiştir.
Abdü'l-Kadir Gîlanî ile görüştüğü, Abdü'l-Kadir'in ona:
"Sen Irak'ta meşhur olanların sonuncususun" dediği rivayet olunur.
Şihabüddin, zamanında Bağdad şeyhlerinin şeyhi olup, ekseri vakitlerini halkın müşkillerini halletmeye vakfederdi. Bir gün birtakım kimseler Sühreverdî'ye gelerek:
"Ey bizim efendimiz! Ameli terkederek tembel ve avare oluruz, eğer amel edersek, gönlümüze gurur gelir, bu hususta ne buyurursunuz?" diye sordukları zaman, cevaben o:
"Amele devam ediniz, gururun gelmemesi için de Allah'a dua ve istiğfarda bulununuz" buyurmuştur.12
Sühreverdî'nin eserleri:
1. Cezbü'l-Kulûb ila Muvasalati'l-Mahbûb: Halep'de 1328 (1910) yılında basılmıştır. 31 sayfadır." 13
2. Avarifü'l-Meârif: 63 babdır, 1294 (1877)'de Mısır'da İhyau'l-Ulûm kenarında olarak basılmıştır.14
Sühreverdiyye tarikatinin şubeleri:
Bedriyye, Zeyniyye, Bahâiyye, Kemaliyye, Ahmediyye, Necibiyye.15

7-EKBERİYYE TARİKATİ
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Ali Rudbarî, 3. Ebû Ali Hüseyn bin Ahmed el-Kâtib, 4. Ebû Osman el-Mağribî, 5. Ebû Kasım Ali bin Abdi'l-Vahid el-Kürkânî, 6. Ebübekr bin Abdillah et-Tûsî, 7. Ebû'l-Fütûh, Mecdüddin Ahmed Gazzâlî, 8. Ebû'l-Fadl Muhammed Bağdadî, 9. Ebû'l-Berekât Ali Bağdadî, 10. Ebû Ya'zî el-Mağribî, 11. Ebû Saîd Mağribî, 12. Ebû Medyen Şuayb bin el-Mağribî, 13. Muhyiddin İbnü'l-Arabî.

MUHYİDDİN İBNÜ'L-ARABÎ
İbnü'l-Arabî Muvahhidler sultanı Ebû Yusuf Ya'kûb devrinde 560 (1165) senesinde İspanya'daki Mürsiye'de dünyaya gelmiştir. Daha küçük yaşlarında ailesiyle birlikte İşbiliyye şehrine gitmiş, ilk tahsilini burada tamamlamıştır. Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş, tefsir, hadis ve fıkıh okumuştur.
İbnü'l-Arabî, meşhur Arap Tayy kabilesine mensûptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılmaktadır.
Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler mevcuttu. Kendisi de, ifadesine göre, tasavvufta, kutubluk mertebelerine varmış bir zat idi.
Dayısı Ebû Müslim el-Havlânî de, kutubların büyüklerindendi.16
Diğer dayısı Yahya bin Yağân, Tilemsen şehrinin meliki bulunuyordu. İbnü'l-Arabî'nin rivayetine göre Ebû Abdillah et-Tûsî adlı bir şeyhin te'siri ile, hükümdarlığı bırakıp, tasavvuf yoluna girmiştir.17
Yine kendi ifadesine göre, babası Ali bin Muhammed'in de, devletin ileri gelenleriyle, bilhassa filozof İbn Rüşd ile dostluğu vardı.
İbnü'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık halvete çekilmiş her sahada ve bilhassa tasavvufi marifetler sahasında hiçbir şey bilmezken ve bu hususta hiçbir kitap da okumadan, mükaşefe tarikiyle bir çok şeylere muttali olarak halvetten çıkmıştır.
İbnü'l-Arabî, Endülüs'de bir müddet daha kaldıktan sonra, seyahate çıkmış Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüşmüş, onlardan pek çok istifade ve istifaze etmiştir.
Bir aralık Konya'ya gelip Selçuk meliki tarafından hürmet ve ikram görmüş, burada iken Sadrüddin Konevî'nin dul bulunan annesini de kendisine nikahlamıştır.
Bundan sonra tekrar Şam'a dönmüş ve 637 (1239) tarihinde orada vefat etmiştir.
Nefehat'ın beyanına göre, Bağdad ulemasından birisi Muhyiddin hakkında bir kitap te'lif etmiş ve bu kitapta musannefatının beş yüzden fazla olduğunu beyan etmiştir.18
Şeyh Şihâbüddin Sühreverdî'ye Muhyiddin İbnü'l-Arabî hakkında sual sordukları vakit, "O, hakikatler denizidir" diye cevap vermiştir.19
Molla Cami, Hoca Muhammed Parsa'nın "Füsûs" için, "can", "Fütûhat" için "gönül" dediğini rivayet eder.20
İbnü'l-Arabî'nin eserlerinin sayısı kendine de malum değildi. Hayatında dostlarının isteği üzerine birkaç defa bunların fihristini yapmak istemiştir. Bu fihristler birbirinden ayrı üç yazma halinde bugüne kadar gelmiştir.21
Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin eserlerinden bugün elde mevcut olanlarının bir kısmı şunlardır:
1. Fütûhat-ı Mekkiyye fi Esrâri'l-Mahkiyye ve'l Mülkiyye: Kendi el yazısı ile olan nüsha, Türk-İslam Eserleri Müzesi no. 1845-1881'dedir. Bu nüsha 31 cild halinde tertib edilmiştir.
2. Füsûsu'l-Hikem: Türkçeye çevrilmiştir.
3. Kitabü'l-İsra ilâ Makâmi'l-Esrâ.
4. Muhadaratü'l-Ebrâr ve Müsameretü'l-Ahyâr.
5. Kelamü'l-Abâdile.
6. Tacü'r-Resail ve Minhacü'l-Vesâil.
7. Mevakiu'n-Nücûm ve Metali' Ehilletü'l-Esrar ve'l-Ulûm.
8. Rühu'l-Kuds fi Münasahati'n-Nefs.
9. Et-Tenezzülatü'l-Mevsiliyye fi Esrari't-Taharat ve's-Salavat.
10. Kitabü'l-Esfar.
11. El-İsfar an Netaici'l-Esfar.
12. Divan.
13. Tercemanü'l-Eşvak.
14. Kitabu Hidayeti'l-Abdal.
15. Kitabu Taci't-Terâcim fi İşarati'l-İlm ve Lataifi'l-Fehm.
16. Kitabü'ş-Şevâhid.
17. Kitabu İşarati'l-Kur'an fi Âlaimi'l-İnsan.
18. Kitabü'l-Ba'.
19. Nisabü'l-Hirak.
20. Fazlu Şehâdeti't-Tevhîd ve Vasfu Tevhîdi'l-Mükinîn.
21. Cevâbü's-Sual.
22. Kitabü'l-Celal vehüve Kitabü'l-Ezel.22

8-ŞÂZELİYYE TARİKATI
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebûbekr Câfer bin Yûnus Şeyh Şıblî Bağdadî, 3. Abdurrahman Medenî, 4. Abdüsselam bin Meşiş Mağribî, 5. Ebû Hasan Ali eş-Şâzelî el-Mağribî bin Abdillah bin Abdi'l-Cebbar.

EBÛ'L-HASAN EL-MAĞRİBÎ EŞ-ŞÂZELÎ
İsmi, Ali bin Abdillah, künyesi Ebû'l-Hasan'dır. 553 (1158) tarihinde Afrika'da Septe civarında Kâin Gammâra bölgesi köylerinden birinde doğmuştur. Çocukluğu ve gençliği orada geçmiş tahsilini de o bölgede tamamlamıştır.
Şazel köyüne nisbetle meşhur olan Ebû'l-Hasan, tahsilini ikmal ettikten sonra va'z u nasihat ve ders okutarak herkesin teveccühünü ve takdirini kazanmıştır.
Sonraları seyahate çıkıp pekçok memleketler dolaşıp, zamanının ulema ve meşayihi ile görüşmüştür. Nihayet İskenderiye'ye gelerek orada yerleşmiştir.
Bir müddet İskenderiye'de kaldıktan sonra, Mısır'a gidip orada "İbn Atiyye ve Şifâ" okutmuştur. Bu derse, zamanın meşhur ulemasından İbni Hacib, İbni Abdisselam İzzeddin, İbni Dakîk, Abdü'l-Azim el-Münzerî, İbnü's-Salâh ve İbni Usfûr gibi zevat devam ederdi.
Feyzini birkaç vasıta ile Ebû Medyen hazretlerinden istihsal etmiştir.
654 (1256) tarihinde. Ramazan ayında hacca giderken Mekke yakınlannda bir sahrada vefat etmiş ve oraya gömülmüştür. Onun güzel sözlerinden bazıları şunlardır:
"Huzursuz kalbe sahip ve hiçbir eleme dûçâr olmamak ve günahlardan pak olmak istersen, amel-i salihayı çoğalt".
"Dünya ve ehl-i dünyadan gönül rabıtasını kesmeyen velayet rayihasını koklayamaz".
Terceme-i ahval-i sofiyyûnu hâvi bir eseri mevcuttur.23
Şazeliyye tarikatinin şubeleri:
Desûkiyye, Ahmediyye, Vefâiyye, Ruzûkiyye, Hanefiyye, Cezûliyye, Gaziyye, İseviyye, Nâsıriyye, İlmiyye, Mustariyye, Afîfiyye.24

9-MEVLEVÎYYE TARİKATI
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Şeyh Ebû'ş-şıblî, 3. Şeyh Muhammed Züccâc, 4. Ebûbekr en-Nessac, 5. Ahmed Gazzâlî, 6. Şeyh Ahmed el-Hatibî, 7. Bahâuddin Veled, 8. Burhanüddin et-Tirmizî, 9. Celâlüddin Rûmî.

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RUMÎ
Mevlana Muhammed, mutasavvıf bir şair ve Mevlevî tarikatinin kurucusudur. 6 Rebiü'levvel 604 (30 Eylül 1207) tarihinde Belh şehrinde doğmuş(25) ve 5 Cemaziye'l-ahir 672 (17 Aralık 1273)'de Konya'da vefat etmiştir.
Hayatı için en muteber kaynak, oğlu Sultan Veled'in yazdığı "İbtidânâme"dir. Fakat bu kitapta hadiseler ekseriyetle kısa anlatılmaktadır.
Celalüddin'in babası Bahauddin Veled bin Hüseyn bin Hatıbî, "Sultanü'l-Ulema" unvanını haiz bir zat idi. Çok eskiden Belh şehrinde yerleşmiş, köklü bir ailenin ahfanındandı. Sultan Veled'in ifadesine göre Bahauddin, Moğol istilasından bir sene önce bu şehirden ayrılmıştır.
Bahauddin Veled önce hacca gitmiş, bu arada oğlu Celalüddin ile birlikte meşhur şair Attar ile buluşmak ve tanışmak için Nişabur'a gelmiştir. Şair Attar, Celalüddin'e "Esrarname"sini vermiştir.26
Bahauddin Veled'in Bağdad'da, Ömer Sühreverdî tarafından karşılandığı, halifenin verdiği hediyeleri reddettiği ve Medrese-i Mustansıriyye'de konakladığı söylenir.
Bahauddin Veled Hicaz'dan Şam yolu ile Anadolu'ya geçmiş ise de, hangi şehre gittiği bilinmemektedir. Zira "İbtidaname"de Rum ve Konya'dan başka bir memleket ismi zikredilmemektedir.
Bahauddin, Konya'da büyük bir şöhret kazanmıştır. Emirler ve hatta bizzat Alauddin Keykûbat, onun va'azlarına devam ederdi. Nihayet Konya'da iki sene kaldıktan sonra vefat etmiştir (18 Rebiü'l-ahir 628).
Hazret-i Mevlana, babasının vefatından sonra tedrise başlamış ve kısa zamanda takdir toplamıştır. Her tarafta onun dersine devam edebilme iştiyakıyla yanıp tutuşan insanlar çoğalmıştır.

_____________________
10_ Nefehat Terc., s. 475-480; Kamusu'l-A'lam, c. VI, s. 4568; İslam Ans., c. 9. s. 163-164.
11_ Mir'atü't-Turuk, s. 12.
12_ Nefehat Terc., s. 527-528; Kamusu'l-A'lam, c. IV, s. 2703; Lügat-ı Tarihiye ve Coğrafiye, c. IV, s. 156-157; Mu'cem, c. IV, 1060-1061.
13_ Mu'cem, c. IV, s. 1060.
14- Aynı eser, c. IV, s. 1061.
15- Mir'atü't-Turuk, s. 13.
16_ Fütûhat, c. II, s. 20.
17_ İbnü'l-Arabî'nin dayılarından birisi Tilemsen meliki idi. Adı Yahya bin Yağân'dır. Onun zamanında Ebû Abdillah et-Tûsî isminde bir şeyh yaşıyordu. Bu zat Tilemsen şehrinin kıyısında ikamet ederdi. Bir gün şeyh, Tilemsen şehrinde bulunduğu sıralarda Yahya b. Yağan oradan geçiyordu. Kendisine, yanından geçtiği şeyhin Ebû Abdillah olduğunu söylediler. O da atının başını çekerek ona selam verdi. Bu sırada da şeyhe, üzerindeki ipekli elbiseleri göstererek, "Bunlarla namaz kılmanın caiz olup olmadığını" sordu. O zaman şeyh: "Senin halin pisliğe düşmüş, doyuncaya kadar o pislikten yiyen, her tarafı necasete bulanan, fakat bevlederken sidik bulaşmasın diye ayağını kaldıran köpeğe benzer. Senin dahi karnın haramla dolmuştur. O durumda iken bu elbiselerle namazın caiz olup olmadığını ne diye soruyorsun?" diye mukabele bulunmuştur. Bunun üzerine Yahya b. Yağân saltanatı terkedip şeyhe intisab etmiş ve ölünceye kadar odun satarak maişetini te'min edip, geriye kalanını da tasadduk etmiştir..." (Fütûhat'ta zikredilen bu olay, Nefehat Terc., 627'den alınmıştır.)
18_ Nefehat Terc., s. 662.
19_ Aynı yer.
20_ Aynı eser, s. 623.
21_ İslam Ans., c. VIII, s. 533-555.
22_ Şeyh-i Ekber'i Niçin Severim? Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve Çevresi.
23_ Mil'atü't-Turuk, s. 16; Hadikatü'l-Evliya, s. 5-46; Kamusu'l-A'lam, c. IV, s. 2569; Lügat-i Tarihiye ve Coğrafiye, c. III, s. 14.
24_ Mil'atü't-Turuk, s. 18.
25_ Doğum tarihine düşürülen tarih şudur: "Geldi Mevlanâ'yı Rumî aleme".
26_ Tezkiretü'ş-Şuarâ, s. 193​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TÜRK TARİHİNDE ÖNEMLİ TARİKATLER VE KURUCULARI
..:: 3 ::..
Bir müddet sonra sofiyyûn yoluna meyledip, Konya'da bulunan Çelebi Hüsameddin'e intisab etmiş, sonraları Şemsüddin Tebrizî ile tanışması neticesi, zahiri ilimleri tamamen terkederek münzevî bir hayat yaşamaya başlamıştır. Hazret-i Mevlana'nın Şems-i Tebrizî ile sahralarda gezip dolaşması, talebeleriyle ilgilenmemesi dersleri tam manasıyla terketmesi birçok dedikodulara sebebiyet vermiştir. Muhitin fikirlerinin, Tebrizî'nin aleyhine gelişmesi, onun Konya'yı terketmesine sebeb olmuşsa da, Mevlana, Tebriz'e kadar giderek Şems'i alıp yine geri getirmeye muvaffak olmuştur.
Daha sonra tekrar Konya'dan ayrılan Tebrizî, bir daha bulunmamak üzere izini kaybetmiş, bu hal Hazret-i Mevlana'yı son derece kederlendirmiştir.
Hazret-i Mevlana, 5 Cemaziye'l-ahir 672 (17 Aralık 1273) tarihinde Konya'da vefat etmiş ve oraya gönülmüştür.27
Vefatına düşürülen tarih "İbret"tir.28
Mevlânâ'nın eserleri
1. Divan: Mevlana'nın divanı gazel ve rubâilerden müteşekkildir. Gazellerin ekserisinde mahlâs yerine Tebrizî ismi vardır. Bu sebeble divanına "Divanı Şems-i Tebriz" dahi denir. Bazı gazellerinde mahlâs olarak "Salâhuddin" ismi görülür.
2. Mesnevî-i Mânevî: Altı defterden mürekkeb olup, 25.700 beyti ihtiva eder. Mesnevî şârihi Ankaralı Rusûhi İsmail Dede yedinci defterini de bulup şerhetmiş ise de, bu defterin Mevlana'ya ait olmadığı bilinmektedir.
3. Fihi mâ Fîhh: Hazret-i Mevlana'nın sözlerini içine alan bir eser olup, hayatı bakımından bazı önemli bilgileri içine alır.
4. Mevaizü's-Seb'a: Hazret-i Mevlana'nın yedi öğüdüdür.
5. Mektûbat: Son iki eser "Anadolu Selçukîleri Mevlevi Betikleri" ismiyle Türkçeye tercüme edilmiştir.
Ben Kur'ân'ın bendesiyim
Hazret-i Mevlana'ya dair olan bahsi bitirmeden, mühim birkaç hususa daha temas etmek gerekiyor.
Hazret-i Mevlana: "Ben yaşadığım müddetçe Kur'an-ı Kerim'in bendesi (bağlısı, kölesi)yim ve onun emirlerine uyarım. Ben Muhammed Muhtar sallallahu aleyhi ve sellemin yolunun toprağıyım. Eğer benim sözlerimden bunun dışında bir söz nakleden olursa, hem o sözden, hem de nakledenden eza duyarım" buyurmuştur.
Gel, yine gel!
Mevlana'nın meşhur bir rubâisi de vardır ki, bu rubâi aleyhde ve lehte söylentilere sebeb olmuştur. Rubâinin manası, iyi tahlil edilerek izah edilmediği için Mevlana muhibbi sofiler bir kalemde rubâinin Mevlana'ya isnadıni reddetmişler, kabul edenler de zahir delaletine göre mana vermişler ve bu suretle hakikat kapalı kalmıştır. Meşhur rubâi şöyledir; şöylece terceme edilebilir:
"Sen gel, ne olursan, ol yine gel! Kafir, ateşperest, putperest hasılı her ne mezhebte olursan ol yine gel! Zira bizim dergahımızda ümit kapısı kapalı değildir, yeis yoktur. Sen günahkar da olabilirsin, belki yüz kerre tevbeni bozmuş olabilirsin, ümitsizliğe düşme, yine gel!" şimdi bu parçadan şöyle hatalı bir mana çıkarıyorlar:
"Bizim dergahımız öyle bir dergahdır ki, orada cins ve mezheb tefrik edilmez. Biz hepsini hoş görürüz, hepsi Allah'ın kuludur, herkes bir yoldan Hakk'a gitmek istemektedir, topluca bir arada hu çekelim, beraber olalım."
Kur'an'a bende olan ve Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin yolunda bulunduğunu beyan eden bir mürşid, hak ve batılı ayırdetmeden, tarik-i müstakîme nasıl rehber olabilir? O halde rubâinin manası nedir?
Hazret-i Mevlânâ demek ister ki:
Sen doğuştan veya herhangi yanlış bir telkine uyarak hakikati kaybetmiş isen, yani mezheb ve meslekin her ne olursa olsun, bizim dergahımıza gel ki, o dergahta ümitsizlik yoktur. Kur'an-ı Kerim: "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz"29 buyuruyor. Bizi sizi işte bu, ye'si reddeden dergaha çağırıyoruz. Kur'an-ı Kerim ayeti, rahmet ve mağfiretle doludur. Ömründe ve hayatının son deminde bir kere tevhid edeni cennetle tebşir eden30 son dinin büyük Peygamberinin yolunda bulunanı dergahımıza davet ediyoruz. Sen günahkar olsan da yine ümidini kesme. Çünkü yine o büyük Peygamber: "Günahından tevbe eden günah işlememiş gibidir"31 buyurmuştur.
Ayrıca Buharî-i şerifte şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Şeytan diyor ki: Senin izzet ü celaline yemin ederim ki, ruh insanoğlunda bâki kaldıkça, ben onun içinden çıkmam, iğvâ eder dururum". Ona karşı Zü'l-Celal buyuruyor: "Ben de izzet ü celalime yemin ederim ki, ruh onda bâki kaldıkça tevbe ile masiyetkar kulumun arasını açmam yani tevbe eder, affederim".
Şu halde kul asi de olsa, günahkar da olsa tevbe edince Cenab-ı Hak tevbesini kabul buyuruyor. Buna dair bir çok nusûs vardır.
İmdi Mevlana'nın rubâisine ters bir mana vermeye mahal kalmamaktadır. Maksadı tevhîde, İslama davettir. Ancak tevhîde davet, manası çekip uzatılan vahdete davet demek değildir.

10-BEDEVİYYE TARİKATİ
1. Ma'rûf Kerhî, 2. Şihabüddin Ahmed Tebrizî, 3. Şemsüddin Muhammed bin Yusuf Mağribî, 4. Abdü'l-Kuddüsî el-Mağrib, 5. Ebû Talib Abdürrezzak Endülisî, 6. Nureddin Hamid, 7. Abdülmecid el-Mağribî, 8. Zeynüddin Abdü'l-Celil İbni Abdirrahman, 9. Bedrüddin Seyyid Şerif Hasan Mağribî, 10. Eş-şeyh Ebû'l Abbas Seyyid Ahmed el-Bedevî.

EBÛ'L ABBAS AHMED BİN ALİ EL-BEDEVÎ
596 (1200) tarihinde Fas şehrinde doğup, yedi yaşında iken ailesiyle birlikte Mekke'ye gitmiştir.
Şeceresi Hazret-i Ali'ye, hatta Ra'ad ve Adnan'a kadar uzatılmıştır. Ahmed'in birçok lakabı vardır. Ona, Afrika bedevileri tarzında lisam (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı "el-Bedevî" deniliyordu.
Mekke'ye yapılan seyahat 603-607 (1206-1210) yılları arasındadır. Bedevilerin, bu aileye fevkalade hüsn-i kabul gösterdikleri söylenir. El-Bedevî, bu seyahatinden sonra Mısır'a gitmiştir.
Hicrî 627 yılına doğru Ahmed Bedevî'de derûnî bir tahavvül vukû'a gelmiştir. 633 tarihinde gördüğü bir rüya üzerine Irak ve Şam'a gitmiş ve daha sonra Mısır'ın Tanta kasabasına, yerleşmiştir. Bu suretle Bedevî, Tantavî nisbetiyle de şöhret bulmuştur.
Kendisi yedi kıraat üzerine Kur'an-ı Kerim okur ekseri vakitlerini ibadetle geçirirdi.
Tanta'da, evin damına çıkar, yüzünü güneşe çevirip, gözleri kızarıp bozuluncaya kadar hareketsiz dururdu. Bazan uzun bir sükûta dalar, bazan devamlı sayhâlar koparırdı. Geceleri Kur'an-ı Kerim okumak adeti idi.
Tanta'da 41 sene kadar ömür sürdü. Onun güzel sözlerinden bazıları şunlardır:
"Bizim tarikimiz, Kur'an, Sünnet, hakikat aşkı, safvet, doğruluk, ızdıraba sabır ve tahammül, ahde sadakat üzerine kurulmuştur".
"Başkasının felaketine sevinilmemeli; iftira etmemeli ve fenalık yapmamalı; kötülüğe; iyilikle mukabele etmelidir".
"Öksüze acı, çıplağı giydir, açı doyur, garibe ve misafire layık olduğu hürmeti gösterip; bu suretle belki Allah'a yaranırsın. Sirke nasıl balı bozarsa, dünya sevgisi de takvayı öyle bozar".
Bedevî tarikatinin alameti kırmızı hırka, nikâb ve kırmızı alemdir. Ahmed Bedevî 12 Rebiü'l-evvel 675 (24 Ağustos 1276) -'da Tanta'da vefat etmiş ve orada defnolunmuştur.32
Ahmed Bedevî'nin eserleri şunlardır:
1. Evrâd.
2. Salatlar: Bunlar hakkında hicrî XII. asrın meşhur sofîsi Abdurrahman bin Mustafa Aydarus "Fethu'r-Rahmân" ünvanlı bir şerh yazmıştır.
3. Vasâya: Manevî vasiyetnamesidir. Bu eserinde, başta Kur'an ve sünnete sıkı sıkıya bağlanma nasihati gelir. Geceleyin kılınan namazın her rek'ati, gündüz kılınan bir nafile rek'atten daha makbuldür. Bilhassa zikrin kıymeti pek yüksek tutulmuştur; fakat buna kalbin iştiraki lazımdır. Kalb iştirak etmezse, zikir sadece yaygaradan ibaret kalır. Zikrin son semeresi vecid'dir, Allah aşkıdır, Şu suretle doğar: Allah'ın vahdeti üzerine teemmül ederken tebcil edilen kalbe, nûr-i ilahîden bir şua düşer. O zaman onun içinde sevgiyle karışık yakıcı bir arzu doğar ve o, kuvvetle ona sımsıkı bağlanır. İman, en çok kıymeti haiz olan şeydir. İçten inanan en mükemmel müslümandır.
Bedeviyye tarikatinin şubeleri:
Şenaviyye, Metbûliyye, Halebiyye, Beyûmiyye, Merzûkiyye, Sutûhiyye, Ulvâniyye.33

11-DESUKİYYE TARİKATİ

SEYYİD İBRAHİM BURHANEDDİN DESÛKÎ
Dört kutubtan biri ve Desûkiyye (Düssûkiyye) tarikatinin pîridir. Desûkiyye tarikati Şazeliyye tarikatinin bir şûbesidir.
Aşağı Mısır'da Desûk (Düsûk) kasabasında 636 (1238) tarihinde doğmuştur. Babası Ebû'l-Feth bin Abdi'l-Ganâim el-Vasıtî'nin damadı ve halifesi Ebû'l-Mecd'dir. Nesebi Hazret-i Ali'ye kadar ulaşır.
Babası Rıfaî tarikatine mensuptur. Bu cihetle babasının Rıfaî hırkasını giyen Desûkî (Dusûkî), sonra da hem Rıfaî hem Sühreverdî olan Şeyh Necmüddin el-İsfahanî'ye intisap etmek suretiyle, her iki tarikatten de hırka giymiştir.
Hayatının yirmi senesini Desûk'taki halvethanesinde eser yazmakla geçiren Desûkî 676 (1272) Tâcü'l-Arus'a göre 692 (1294) tarihinde vefat etmiştir.
Tarikat ehli arasında, her birisinin Hulefa-i Raşidîn'den birinin hidayet ve irşadına mazhar olduğu kabul edilen dört kutubdan Desûkî, İmam Ali'nin maneviyatına varis addedilerek, kitaplarda keramet ve harikulada hal sahibi velîlerin en önde geleni olarak zikredilir.
Desûkî, şeriate son derece kuvvetle yapışmıştır. Bu sebeble tarikatinde şeriatten ayrılmamayı esas ittihaz etmiştir. Müridlerine, şeriate azami derecede uymalarını tavsiye ettiği gibi, aynı zamanda şeyhin telkin ettiği şeyleri de bizzat nefislerinde tatbik etmek suretiyle hakikat ile şeriati mezcetmeleri üzerinde ısrarla dururdu.
Şeriatten ayrılan kimse en yakın hatta evladı dahi olsa, onun nazarında makbul değildi. Bununla beraber şeriate yapışan kimseyi, dünyanın öbür ucunda da bulunsa ve hatta onu hiç tanımasa, yine evladı telakki ederdi.
Onun inancına göre şeriat asıl, tarikat fer'îdir.
Desûkî, tarikati dünya menfaatlerine alet edenlere hücum eder, eserlerini de sadece bazı mes'eleleri izah maksadıyla yazdığını söylerdi.
Desûkî'nin oğlu olmadığı için, tarikatini kendisinden sonra kardeşi es-Seyyid Ebû'l-Ümrân Şerefüd'din Mûsa yaymıştır.34
Desûkiyye tarikatinin şubeleri: Şernûbiyye ve Âşuriyye.35

12-SA'DİYYE TARİKATİ
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Ali Rudbarî, 3. Ebû Ali Katib Mısrî, 4. Ebû Osman Mağribî, 5. Ebû Kasım Ahmed Kürkanî, 6. Ebü-bekr Nessac Muhammed Tûsî Ali bin Abdillah, 7. İbrahim Ebû'l-bakâ, 8. Ebû'l-Berekât Bağdadî, 9. Ebû Saîd Endülisî,10. Ebû Medyen Mağribî, 11. Abdullah Şeybânî, 12. Yunus bin Şeybanî, 13. Sa'düddin Cebbâvî eş-Şeybanî.

SA'DÜDDİN BİN MÛSÂ EL-CEBBÂVî EŞ-ŞEYBÂNÎ
Künyesi Ebû'l-Fütûh, ismi Muhammed Sa'düddin'dir. 593 (1197) senesinde Havran'da dünyaya gelmiştir. Sonraları Cebbâ isimli beldeye giderek oraya yerleşmiştir. Cebbâ, Suriye'de, Havran ovasıyla Kudüs şehri arasında ve Kudüs'e 50-60 kilometre uzaklıkta bir köydür.
Tarikati üç vasıta ile Ebû Medyen el-Mağribî hazretlerine müntehi olur.
Sa'düddin 700 (1301) tarihinde Cebbâ'da vefat etmiştir.
Harirîzade: "Abiku's-Saadeti'l-Ebediyye fi Tariki Saadeti's-Sa'diyye" namında bir eser vücûda getirmiştir.
Sa'diyye tarikatinin şubeleri: Tağlebiyye, Vefaniyye, Aciziy-ye, Selamiyye.36

13-NAKŞİBENDİYYE TARİKATI
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Ali Rudbarî, 3. Ebu Ali Katib, 4. Ebû Osman Mağribî, 5. Şeyh Ebû'l-Kasım, 6. Ebu Ali Fârmedî, 7. Hoca Yusuf Hemedanî, 8. Abdü'l-Halik Gücdüvânî, 9. Hoca Ârif Rîvigirî, 10. Hoca Mahmud İncir Fağnevî, 11. Hoca Ali Râmitenî (Hazret-i Azizân), 12. Hoca Muhammed Baba Simâsî, 13. Seyyid Emîr Külal, 14. Hoca Bahâüddin Nakşibend.

BAHÂÜDDİN BİN MUHAMMED EL-BUHÂRÎ
718 (1318) tarihinde Buhara civarında "Kasr-ı Ârifan" isimli köyde doğmuştur.
Bahaüddin henüz üç günlük bir çocuk iken, Kasr-ı Arifan'a gelen Hoca Muhammed Baba Simasî (Sammâsî) tarafndan manevî evlatlığa kabul edildi ve büyüdüğü zaman da tasavvufi terbiyesi o sırada beraberinde bulunan Seyyid Emîr Külal'e bırakıldı.37
Bahaüddin'de, manevî mürşidi Seyyid Abdü'l-Halik el-Gücdüvânî'nin te'siri daha büyük olduğu ileri sürülmektedir. Nitekim kendisinin Emîr Külal'in aksine Abdü'l-Halik Gücdüvanî'ye uyarak zikr-i hafîyi tercih etmesi, bu sözü te'yid etmektedir.
Zikr-i hafiyi müdafaa ile ona göre amel eden Bahaüddin'in bu hareket tarzı Emîr Külal'in müridlerinin şikayetine yol açmış, fakat şeyh, her bakımdan çok takdir ettiği Nakşibend'in bu türlü hareketini hoş karşılamıştı.

_____________________
27_ Nefehat Terc., s. 516-520; Kamusul'l-A'lam, c. III, s. 1825; Lügat-i Tarihiye ve Coğrafiyi c. III, s. 41; İslam Ans., c. III, s. 53-58.
28_ Eski harflerimizle yazılıp, Ebced hesabına göre değerlendirilirse vefat tarihi çıkar.
29_ Zümer sûresi, ayet: 53.
30_ Bezzâr, Ebu Saîd radıyallahü anh'den.
31_ İbni Mâce, İbni Mes'ûd radıyallahü anh'den.
32_ Kamusu'l-A'lam, c. II, s. 1257; İslam Ans., c. I, s. 176.
33_ Mir'atü't-Turuk, s. 20.
34_ Kamusu'l-A'lam, c. I, s. 570; İslam Ans., c. 3, s. 555.
35_ Mir'atü't-Turuk, s. 21.
36_ Aynı eser, s. 22.
37_ Enîsü't-Talibîn Terc​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TÜRK TARİHİNDE ÖNEMLİ TARİKATLER VE KURUCULARI
..:: 4 ::..
Nihayet bir gün Suhar'da yaptırmakta olduğu mescid ve imaretin inşaatında çalışan beşyüze yakın dervişi arasında Bahaüddin Nakşibend'e, bundan böyle hareketlerinde serbest olduğunu, ister Türk, ister Tacik olsun faydalı olabilecek her şeyhten feyz alabileceğini söyledi.38
Bahaüddin, yedi sene Mevlana Ârif ile, on iki sene de Halil Atâ ile sohbet etmiştir. İki kere hacca gitmiş ikinci gidişinde Hoca Muhammed Parsa'ya refakat etmiştir. Dönüşünde Nişabur ve Herat'a uğrayıp, oradaki bazı büyük şeyhlerle de görüşmüştür.
Bir müddet Merv'de ikamet etmiş, daha sonra tekrar Buhara'ya avdet edip, ölünceye kadar orada kalmıştır. Emîr Külal'in vasiyeti üzerine ölümünden sonra ona halef olmuştur.
791 (1389) tarihinde vefat etmiş, doğduğu yer olan Kasr-ı Arifan'a defnolunmuştur.
Bahaüdin Nakşibend ölümünden birgün önce, müridlerine, halifelerinden Muhammed Parsa'ya tabi olmalarını vasiyet etmiştir.
Bahaüddin'in "Hayatnâme" isimli bir manzûmesi ve "Delîlü'l-Âşıkîn" unvanlı tasavvufa dair bir kitabı vardır.
Nakşibendiyye tarikatinin şubeleri:
Ahrâriyye, Naciyye, Kâsaniyye, Muradiyye, Mazhariyye, Melamiyye-i Nûriyye, Câmiyye, Müceddidiyye, Hâlidiyye.39

14-HALVETİYYE TARİKATİ
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Mimşâd Dîneverî, 3. Ebû Abdillah Muhammed Dîneverî, 4. Vecîhüddin el-Kâdî, 5. Ebû'n-Necib Zıyaüddin Abdü'l-Kahir es-Sühreverdî, 6. Ebû Reşid Kutbuddin el-Ebherî, 7. Rüknüddin Muhammed el-Buharî, 8. Şihabüddin Muhammed et-Tebrizî, 9. Cemalüddin Şirazî, 10. İbrahim Zahid Gîlanî, 11. Sadüddin Ferganî, 12. Kerîmüddin Âhi Muhammed bin Nûri, 13. Ebû Abdillah Siracüddin Ömer bin Ekmelüddin el-Gîlanî el-Halvetî.

EBÛ ABDİLLAH SİRÂCÜDDİN ÖMER BİN EKMELÜDDİN EL-GÎLÂNÎ EL-HALVETÎ
Şeyh Ebû Abdillah Sirâcüddin, Lahcan'da doğmuş ve orada büyüyerek Harezm'de bulunan amcası Ahi Muhammed bin Nûri'l-Halvetî'nin yanına gitmiştir. Ömrünü ekseri halvette geçirdiği için Halvetî lakabını almıştır. Amcasının 717 (1317)'de vefatı üzerine Halvetiyye tarikatinin pîri olmuştur.40
Bundan sonra Ebû Abdillah, Tebriz civarında Hûy'a, bir aralık Mısır'a, oradan da Hicaz'a giderek hac farizasını ifa etmiştir. Daha sonraları Sultan Üveys'in daveti üzerine Herat'a gelmiş orada 750 (1349) diğer bir rivayete göre 800 (1397-98) tarihinde vefat etmiştir.41
Halvetiyye tarikatinin şubeleri:
Rûşeniyye, Gülşeniyye, Merdaşiyye, Sünbüliyye, Şa'bâniyye, Şemsiyye, Ahmediyye, Cemaliyye, Bahşiyye, Uşşâkıyye, Asâliyye.42

15-BAYRAMİYYE TARİKATİ
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Mimşad, ed-Dîneverî 3. Ahmed ed-Dîneverî, 4. Muhammed Bekrî, 5. Kâdî Vecihüddin, 6. Ebû İshak el-Kazrûtî, 7. Ömer el-Bekrî, 8. Abdü'l-Kahir es-Sühreverdî, 9. Kutbuddin el-Ebherî, 10. Rüknüddin en-Nuhâs, 11. Şihabüddin et-Tebrizî, 12. İbrahim Zahid el-Gîlanî, 13. Mustafa Safiyyüddin, 14. Sadrüddin el-Erdeblî, 15. Ali el-Erdeblî, 16. İbrahim el-Erdeblî, 17. Hamidüddin Aksarâyî, 18. Hacı Bayram Velî Ankaravî.

HACI BAYRAM VELÎ
Ehl-i tarikat lisanında "pîr" ismiyle anılan bir zat olur, Bayramiyye tarikatinin kurucusudur.
İsmi Nûman olduğu halde, mürşidi olan Hamid Aksarayî ile mülakatları bir kurban bayramına tesadüf ettiği için, kendisine Bayram ismi verilmiştir.
Hacı Bayram Velî, Ankara'ya yakın Çubuk Suyu kenarında bir köyde 753 (1352) senesinde dünyaya geldi. Tahsilini tamamladıktan sonra Bursa ve Ankara'da müderrislik yaptı. Bilahare Kayseri'de Şeyh Hamid Aksarayî'ye intisab etti. Onunla birlikte Şam'a, oradan da hac mevsiminde Mekke'ye gitti.
Daha sonraları Ankara'ya dönüp, va'z ü nasihatle halkı irşada çalışmıştır.
Ektiği burçakla maişetini te'min edip, zenginlerden topladığı paraları erbab-ı ihtiyaca verirdi.
Bayramiyye tarikati, sonraları altı şûbeye ayrılmıştır. En meşhurları; Akşemseddin vasıtasıyla münteşir Şemsiyye-i Bayramiyye ve 880 (1475)'de Göynük'te vefat eden Bursalı Dede Ömer vasıtasıyla neşrolunan Melamiyye-i Bayramiyye ve Hızır Dede halifesi Bursalı Hazret-i Üftâde ile Aziz Mahmud Hüdayî marifetiyle te'sis olunan Celvetiyye'dir.
Hacı Bayram Velî 833 (1430) tarihinde Ankara'da vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.43
Bugün elimizde üç nutku mevcuttur. Bu nutuklardan biri:
Çalabım bir şar yatarmış iki cihan aresinde,
Bakılacak didar görünür ol şarın kenaresinde.
Beytiyle başlar. Şeyh İsmail Hakkı, Hoca Mehmed Nûrü'l Arabî, Bursalı Mehmed Sahfî ve Abdü'l Hayy Celvetî tarafından şerh olunmuştur.

16-EŞREFİYYE TARİKATI

EŞREF RÛMÎ
İsmi Abdullah'dır. Kadiri tarikatinin "Eşrefiyye" şûbesinin kurucusudur. 754 (1353) yılında doğmuştur. Eşrefoğlu Rumî diye bilinir.
Eşref Rumî, ilk olarak kayınpederi Hacı Bayram Velî'ye intisap etmiş ve onun yanında on bir sene kalarak türlü riyazet ve nefis mücadelesi geçirmiştir.
Bundan sonra Hacı Bayram tarafından icazet verilmiş ve İznik şehrine halife nasbedilmiştir.
Sonraları Hama'da bulunan Abdülkadir Gîlanî evladından Hüseyin el-Hamevî'ye intisap etmiş, Şeyh Hüseyin kısa zamanda ona hilafet vererek Kadiriyye tarikatinin Anadolu'da neşrine me'mur etmiştir.
Dergahını İznik'de te'sis eden Eşrefoğlu, tarikatini bilhassa o civar ile Bursa ve havalisinde yaymıştır. Hatta İstanbul'da da bir zaviye kurmuş, o devrin sadrazamlarından Mahmud Paşa da bu tarikate intisap etmiştir.
Eşref Rûmî, 874 (1469) yılında İznik'de vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.44

17-MÜCEDDİDİYYE TARİKATI
1. Hoca Bahaüddin Nakşibend, 2. Mevlana Yakub Çerhî, 3. Hoca Ubeydullah Taşkend, 4. Kadı Muhammed Zâhid, 5. Muhammed Parsa, 6. Muhammed Derviş, 7. Muhammed Hâcegi-i Semerkandî, 8. Şeyh Muhammed Bâki Billah, 9. İmam Rabbani.

İMAM RABBÂNİ AHMED EL-FARUKÎ ES-SİRHİNDÎ
971 (1563) tarihinde Sirhind'de dünyaya gelmiştir. Soyu Farukî'dir. Nakşibendi tarikatinin saliklerindendir ve Müceddidiyye tarikatinin müessisidir. İlk tahsilini babası Abdü'l-Ahad'dan gördükten sonra, yer yer dolaşarak, zamanının büyük bilginlerinden fıkıh, kelam, hadîs, tefsîr, aklî ve naklî ilimleri öğrenmiştir. On yedi yaşında tekrar memleketine dönerek, tedris hayatına başlamıştır.
Yirmi sekiz yaşlannda Hoca Bâki Billah'dan Nakşibendiyye'nin usul ve adabını öğrenerek ona intisap etmiştir.
Vefatları 1034 (1624) tarihindedir.
İmam Rabbanî'nin yazmış olduğu "Mektûbat" isimli eseri çok meşhurdur.

18-CELVETİYYE TARİKATİ
1. Hacı Bayram Velî, 2. Hızır Dede Bursevî, 3. Mehmed Muhyiddin Üftâde, 4. Aziz Mahmud Hüdaî, 5. Şeyh Ahmed Efendi, 6. Şeyh Abdullah Efendi, 7. Osman Efendi Atpazarî, 8.îsmail Hakkı Bursevî.

AZİZ MAHMUD HÜDAÎ
948 (1541) tarihinde Koçhisar'da dünyaya geldi.
978 senesinde, tahsilini tamamlayarak, bir müddet Edirne, Şam ve Mısır kadılıklarında bulundu.
Daha sonraları Bursada mahkeme-i suğra naibliği ve Ferhadiye Medresesi müderrisliği yaptı.
Bu sırada Bayramiyye Tarikati şeyhlerinden Muhammed Üftâde'ye intisap etti (984).
Üç sene şeyhine hizmet ettikten sonra İstanbul'a gelerek, Çamlıca'daki çilehanede bir müddet uzleti müteakip, Üsküdar'daki Rum Mehmed Paşa Camii'nin sol tarafındaki bir odaya yerleşti.
1002 (1593) tarihlerinde Fatih Camii'nde vaaz vermeye başladı. Daha sonraları Üsküdar'daki mescide minber koyarak, camie çevirip, cum'a hutbelerini orada okudu ve perşembe günleri de Üsküdar Mihrimah Sultan Camii'nde halkı irşad ile meşgul oldu.
1020 (1611) senesinde inşası tamamlanan Sultan Ahmed Camii'nde, her ayın ilk pazartesi günleri va'z etti. Bu arada Rum Mehmed Paşa Cami'inde tarikatini neşre devam etti.
Aziz Mahmud Hüdaî 1038 (1628) tarihinde Üsküdar'da vefat etti. Orada kendi inşa ettirdiği zaviyeye defnedildi.
Eserleri:
1. Nefâisü'l-Mecâlis: Bazı ayetlerin tefsirini beyan eden büyük bir cildtir.
2. Tecelliyât: Çeşitli tarihlerde kaleme aldığı ve ekseri kısmı arapça olan bir risaledir.
3. Necatü'l-Garîk: Cem' ve farkı açıklayan türkçe manzum bir risaledir.
4. Tarikatname: Dervişlerin adab ve erkanını beyan eden türkçe bir risaledir.
5. Divan-ı İlahiyat.
6. Tezakir-i Hüdaî: Yarısı Türkçe, yarısı Arapça olan mektûbatıdır.
7. Câmiu'l-Fadâil ve Kaamiu'r-Rezâil: Arapça bir eserdir.
8. Fethu'l-Bâb ve Refu'l-Hicab: Üç bâb üzerine tertiblenmiştir. Birincisi: Halk-ı İnsan; ikincisi: Tevbe; üçüncüsü: Camiiyetü'l-İhsan ve İhticabihi bi's-Sırrı'l-îlahîdir.
9. Miftahu's-Salat ve Mirkatü'n-Necat.
10. Habbetü'l-Mahabbe.
11. Hayatü'l-Ervah ve Necatü'l-Eşbah.
12. Hülasatü'l-Ahbar fi Ahvali'n-Nebiyyi'l-Muhtar.
13. Mecmûa-i Hutab.
14. Tarikat-i Muhammediyye.
15. Vâkıât.
16. Şerhu ala Kasîdeti'l-Vitriyye fi Medhi Hayri'l-Beriyye: Ebûbekr b. Abdi'l-Kerim Halebî'nin Kaside-i Şerife adı eserinin türkçe şerhidir.
17. Haşiye alâ Kuhistânî Şerhu Fıkh-ı Keydânî.
18. Şemâilu'n-Nebeviyyeti'l-Ahmediyye.
19. El-Fethu'l-İlahî.
20. Ahbâru'n-Nebî.
21. Halü'l-Ervah ve Ahvalü'l-Mevta.45

İSMAİL HAKKI BURSEVÎ
İsmail Hakkı, otuz seneden fazla Bursa'da bulunduğu ve sonunda da orada vefat ettiği için Bursevî diye şöhret bulmuştur.
1063 (1652) senesinde Aydos'da doğdu. On bir yaşlarına geldiği zaman ebeveyni tarafından tahsil için Edirne'ye gönderildi ve yedi sene orada kaldı.
Yirmi yaşlarına geldiği zaman İstanbul'da geldi ve meşhur hocalardan ders okudu.
Bir müddet sonra Osman Fazlı'nın derslerine devam ederek ondan Celvetiyye tarikatinin adab ve talimatını öğrendi.
Bu arada usûl-i fıkıhtan "Tenkîh"i okudu. Farsça öğrenerek Sâdi'nin Gülistan'ını, Hâfız'ın Divan'ını, Câmi'nin Baharistan'ını, Kemalpaşazade'nin Nigeristan'ını, Mevlana'nın Mesnevî'si ile Fihi ma-Fih'ini, Hüseyin Kaşifî'nin Tefsîr'ini mütalaa etti.
İsmail Hakkı ayrıca hat san'atına ve müsikîye de çalıştı.
Tahsilini 23 yaşında tamamladıktan sonra Osman Fazlı onu kendi mümessili olarak Üsküp'e gönderdi. (1086/1675). Bir sene sonra Şeyh Mustafa Uşşakî'nin kızı Ayşe Hatun ile evlendi.
Bu sıralarda Osman Fazlı kendisine bir mektup yazarak tedrisata başlamasını emretti.
İsmail Hakkı'nin feyizli neşir hayatı bu ruhsattan sonra başladı. Bir taraftan öğrencilerine ders vermeye diğer taraftan kitap yazmaya devam etti.
Bir müddet sonra, Üsküp müftüsü ile aralarındaki anlaşmazlık sebebiyle Osman Fazlı'nın tavsiyesine uyarak Köprülü'ye geldi. On dört ay kadar Köprülü'de kalan İsmail Hakkı, Usturanca halkının ısrarlı istekleri üzerine 1093 tarihinde ora ya tayin edildi, İki buçuk sene sonra Osman Fazlı'nın arzusu üzerine Edirne'ye döndü. Edirne'de üç ay kaldıktan sonra 1096 (1684) tarihinde Bursa'ya yerleşti.
İsmail Hakkı 1102 tarihinde Magosa'da bulunan şeyhi Osman Fazlı'yı ziyaret etti. Orada onyedi gün kadar kaldıktan sonra tekrar Bursa'ya döndü.
İsmail Hakkı, II. Mustafa zamanında Nemse seferine iştirak eden erlere cihadın kudsiyyetini, sabır, sebat ve kararın ecrini anlatmak, onların hislerine terceman olarak savaşa karşı iştiyaklarının artmasını te'min için Edirne'ye geldi.
Ordu 1107 (1695) tarihinde hareket edip, Tuna'yı geçip Erdel dolaylarında düşmanla savaştıktan sonra, kış mevsiminin başlaması sebebiyle tekrar Edirne'ye döndü ve 1108 tarihinde tekrar Sofya üzerinden Belgrat kal'asına geldi. İsmail Hakkı, Elmas Mehmed Paşa'nın hazır bulunduğu bütün savaşlara iştirak etti. Hatta çeşitli yerlerinden yara aldığı için Edirne'ye döndü, bir müddet sonra da tekrar Bursa'ya gitti.
1111 (1699) senesinde Şam'a, oradan da hac kafilesiyle Mekke'ye hareket eti. 1122 senesinde deniz yoluyla ikinci defa hacca gitti.
1129 senesinde gördüğü bir rüya üzerine tekrar Şam'a gitti ve 1132 tarihine kadar orada kaldı.
Daha sonraları İstanbul'a gelerek Üsküdar'a yerleşti. Üç sene sonra Tekirdağ'a, oradan da Bursa'ya geldi. 1137 (1728)'de Bursa'da vefat etti.
Eserleri:
Tesbit edebildiğimiz eserlerinin miktarı yüz altmış yedidir, bunlardan en meşhurları:
1. Ruhu'l-Beyan: Altı cildiik Kur'an tefsiridir.
2. Nakdü'r-Rical.
3. Şerhü'l-Usûl lite'siri'l-Vusûl.
4. Nefayisü'l-Mesail.
5. Muhammediyye Şerhi: 1252 senesinde Bulak'da basılmıştır.
6. Mesnevi Şerhi: 1287'de Matbaa-yı Amire'de basılmıştır.
7. Şeceretü'l-Yakîn.
8. Silsiletü'z-Zebeb.
9. Kenz-i Mahfî.
10. Şerh-i Usülü'l-Aşere: 1256'de İstanbul'da basılmıştır.
11. Muzîlu'l-Ahzan: Tegannî mes'elesi.
12. Risale-i Vahdet-i Vücûd.46


_____________________
38- Reşehat Terc., s. 80.
39- Mir'atü't-Turuk, s. 26.
40_ Seyyid Celalüddin Yahyâ b. Bahaüddin el-Bakûbî, Halvetiyye tarikatinin ikinci pîridir. Osmanlı Müellifleri'nde kayıtlı eserleri: Esâru't-Talibîn, Şifau'l-Esrar, Esrar-ı Ulûhî, Keşfü'l-Kulub, Meratib-i Esrar-ı Kalb, Esrani'l-Vudû', Rumuzu'l-İşarat, Menazilü'l-Arifîn, Şerhu Esma-i Semaniyye, Şerhu Sualat-ı Gülşen-i Râz, Etvaru'l-Kalb, İlm-i Ledün.
41_ Tomar-ı Turuk-ı Aliyye'de Halvetiyye, s. 20.
42_ Mir'atü't-Turuk, s. 27.
43_ Nefehat Terc., s. 684; Kamusu'l-A'lam, c. 2. s. 1428; Osmanlı Müellifleri, c. I, s. 56.
44- Osmanlı Müellifleri, c. I, s. 17; İslam Ansiklopedisi, Eşrefiye maddesi, c. IV, s. 396.
45_ Külliyat-ı Hazret-i Hüdaî, Osmanlı Müellifleri, c. I, s. 185; Kamusu'l-A'lam, c. IV, s. 3151.
46_ Kamusu'l-A'lam, c.II, s.950; Osmanlı Müellifleri, c.I, s.28-32; İslam Ans. c.V., s.1114​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
FÜTÜVVET, AHİLİK VE TASAVVUFİ MESLEK KURULUŞLARI
..:: 1 ::..
1. FÜTÜVVET VE FÜTÜVVETİN SOSYAL BİR KURUM OLARAK GELİŞMESİ
Fütüvvet terimi yüksek ahlâka ve cömertliğe dayanan, başkasını kendi nefsine tercih etmek şeklindeki ifadesini bulan bir yaşam biçimidir. Fütüvvetten ilk bahsedenler, İslâm tasavvufunda "önder" olarak kabul edilen ilk sufîlerdir. Bunlar, fütüvveti tasavvufta bir makam olarak görmüşlerdir. Sadece "fütüvvet"i konu edinen ilk kitap olan "Tasavvufta Futüvvet" isimli eserinde Sülemî, fütüvveti şöyle tanımlar: "... fütüvvet: (Allah'ın) emirlerine uyma, güzel ibadet, her kötülüğü bırakma, zahiren ve batınen, gizli ve açık ahlâkın en güzeline sarılmadır."
Tanımdan anlaşılacağı üzere; fütüvvet, bir davranış biçimi ve bir yaşam tarzı olarak algılanmaktadır. Fütüvvet, tasavvuf hayatında bir mertebe (rütbe, derece) ve güzel davranış şeklinde anlaşılmasından dolayıdır ki, kitlelere cazip gelmiştir. Dönemin bütün önder sufîler fütüvveti, "iyi davranışlar toplamı" olarak değerlendirmişlerdir. Hattâ dönemin sufîleri, fütüvveti Hz. Adem'in özür dilemesi, Hz. Nuh'un sebatı, Hz. İbrahim'in vakârı, Hz. İsmâil'in doğruluğu, Hz. Musa' nın ihlâsı, Hz. Eyyub'un sabrı, Hz. Muhammed'in cömertliği, Hz. Ebû Bekir'in acıma duygusu, Hz. Ömer'in hamiyeti ve âdâbı, Hz. Osman'ın hayâsı ve Hz. Ali'nin bilgisi gibi özelliklerin bir araya gelmesi şeklinde anlamışlardır.
Farklı kültürler nedeniyle çeşitli isimler altında İslâm'ın yayıldığı bütün bölgelerde etkileri görülen fütüvvettin temel şartı: kişinin kendini değil başkalarını düşünmesi, insanların kusur ve eksikliklerini aramaması, nefsî duygularının esiri olmaması, mert, yiğit ve kerem sahibi olmasıdır.
Fütüvvet'in sosyal bir kurum olarak ne zaman ortaya çıktığı kesin bir şekilde bilinmemektedir. Ancak fütüvvetin, insanlığın başlangıcıyla birlikte sosyal bir kurum olarak örgütlendiği, bugünkü anlayış biçiminde ortaya çıkışının Hz. Muhammed'in gençlik yıllarına kadar uzandığı söylenebilir.
"Cahiliye devri" olarak isimlendirilen dönemde; özellikle ticarî faaliyetlerin merkezi durumunda olan Mekke'de, zayıf ve kimsesiz olanların haksızlığa uğradıkları, mallarının ellerinden alındığı, hattâ böyle kişiler için ırz ve namus emniyetinin bile ortadan kalktığı ve bu durumu düzeltmek için gençlerin teşkilatlandığı bildirilmektedir.
Emniyetin, can güvenliğinin ortadan kalktığı bu devirde Mekke'ye malını satmaya gelen bir adamın malı Âs b. Vâil tarafından alınıp parası ödenmez. Tüccar, Mekke'nin nüfûzlu şahsiyetlerini yardıma çağırır, fakat olumlu bir cevap alamaz. Bunun üzerine Ebû Kubays dağına çıkarak bağıra bağıra uğradığı haksızlığı etrafında toplananlara anlatır.
Bu olay Mekke'nin önde gelenlerinin, Hz. Peygamberin amcasının başkanlığında, Abdullah b. Cad'an'ın evinde toplanmalarına neden olur. Toplantıda yemek yenildikten sonra Mekke'nin sosyal durumu görüşülür, Mekkeliler ve dışardan gelenlerin uğradıkları haksızlıklar dile getirilir. Toplantıda haksızlık ve zulüm ortadan kalkıncaya kadar mücadele için yemin edilir. Böylece Mekke'de ilk sosyal müessese kurulur. Kurulan örgüte, faziletlerin yemini anlamına gelen Hılf'ul-Fudul denilmiştir.
Hılf'ul-Fudul ile ilgili toplantıdaki tören ve davranışlar, fütüvvette görülen tören ve davranışların benzeridir. Toplantıya katılanların yemek vermeleri, haksızlıkla mücadeleye yemin etmeleri, fütüvvet ve daha sonra Ahî birliklerinde görülen "âdâb"dan farklı değildir. Bu toplantıya Muhammed'ül-Emîn de katılmıştır.
Fütüvvet, Hicretin ikinci yüzyılından itibaren tamamen karşımıza sosyal bir kurum olarak çıkar. Bu durum, o dönemde yaşayan tasavvuf büyüklerinin fütüvvetten söz etmelerinden anlaşılır. Örneğin, o dönemde yaşamış olan büyük mutasavvıflardan Cüneyd Bağdadî (Vefatı Hicri 297): "fütüvvet Şam'dadır, lisan Irak'tadır, sıdk ve doğruluk Horasan'dadır" diyerek fütüvvetin sosyal bir kurum haline geldiğini ortaya koymaktadır.
Emeviler döneminde fütüvvet kurumları, devlet teşkilatından ayrı bir şekilde yayılmış ve varlığını sürdürmüştür.
Fütüvvet, İslâm tasavvufunun örgütlenme dönemi olan Hicri ikinci asırdan itibaren yoğun bir şekilde yayılmaya ve etkili olmaya başlamıştır. Fütüvvet ve tasavvuf hayatının birlikte yayılması, tasavvufun fütüvvet birliklerine egemen olmasını, dolayısıyla bu birliklerin yayılışını hızlandırmıştır. Fütüvvet birlikleri yayıldıkları alanlarda bazen o derece güçlü olmuşlardır ki, devletin zaafa uğradığı durumlarda etkin güçler haline gelmişlerdir. Bununla birlikte bazı yıllarda fütüvvet birlikleri zaafa uğramışlardır. Özellikle Abbasi Halifeliğinin ilk asırlarında, fütüvvet birliklerinin dağınık ve birbirlerinden kopuk olarak varlıklarını devam ettirdikleri görülür. Halife Nasır Lidinilllah'ın bu birliklerin gücünü anladığından, bunları örgütleyerek egemenliği altına aldığı bilinmektedir. Nasır'ın bu çabaları Fütüvvetnâmede şöyle anlatılır:
"Fütüvvet bölükleri, şaşkın bir halde çöllere düşmüş, haktan sapmıştı. Batıllara sarılmışlardı. ... Hileleri artmıştı, fütüvvet hükümlerindeki bilgileri azalmış, bilgisizlikleri sağlamlaşmış, pekişmiş, ululanmaya, cedelleşmeye meyilleri kuvvetlenmişti. Bu hal .. mü' minler imamı Nasır-lidinillah vasıtasıyle fütüvveti yüceltip büyütmesine, alâmetlerini yükseltmesine ve ulu bir hale getirmesine dek böylece sürüp gitti."
Halife Nasır'ın davranışı, fütüvvet tarihinde önemli bir yer tutar. Bu davranış, fütüvvet'e yeni bir görünüm kazandırmış ve onu devletin resmî güçleri arasına sokmuştur. Halife Nasır'ın devletin gücünü arttırmak amacıyla "fütüvvet libasını" giydiği söylenir. Halife Nasır'ın "fütüvvet libası" giymesinin, fütüvvet birlikleri açısından doğurduğu sonuçlar şöyle açıklanabilir:
- Fütüvvet birlikleri o zamana kadar dağınık, birbirlerinden habersiz, yerel kurumlar durumundadırlar. Bu hareket onları merkezî bir örgüt haline getirmiştir.
- Merkezî örgütlenmeler, yerel örgütlenmelerden her zaman daha güçlü olmuşlardır. Nasır'ın bu tavrı, fütüvvet kurumunu güçlendirmiştir.
- Fütüvvet birliklerinin arasındaki düşmanlıklar sona ermiş, aralarında dayanışma ve yardımlaşma dönemi başlamasına sebep olmuştur.
- Devletin desteği söz konusu olduğundan, daha hızlı ve güçlü bir şekilde yayılmışlardır.
Nasır'ın fütüvvet birliklerine sahip çıkması, fütüvvet birliklerinin yanı sıra, devleti de güçlendirmiştir. Devlet açısından şu faydalar olmuştur.
- Devlet, başıbozuk ve kendi başlarına buyruk olan toplulukları kontrol etme şansına sahip olmuştur.
- Dağınık fakat güçlü olan bu birlikleri yanına almakla, gücünü artırmıştır.
- Diğer sultanlara fütüvvet libasını giydiren Nasır, devletin mânevî nüfûzunun artmasını sağlamıştır.
Halife Nasır, önce Şeyh Abdulcabbar vasıtasıyla fütüvvet libasını giyerek fütüvvet birliklerini etrafına toplamış, daha sonra bu kurumların daha sağlam hale gelmeleri için bütün birliklerin ortak hareketlerini sağlamaya yönelik önlemler almaya başlamıştır. İlk önce tasavvuf büyüklerinden olan Şihab'ud-Din Suhreverdi'yi bunların başına geçirmiş ve fütüvvetnâme yazdırmıştır. Böylece tasavvuf düşüncesinin bu birliklere egemen olmasına ortam hazırlamıştır.
Fütüvvet kurumunu belli ortak prensiplere ve merkezi otoriteye bağlayan Halife Nasır, bunların yaygınlaştırılması için halifeliğin kontrolünden uzak bölgelere elçiler göndermiştir.
Nasır, Anadolu Selçuklu Sultanına, Şihab'ud-Din Suhreverdi ile Evhad'ud-Din Kirmani'yi göndermiştir. Evhad'ud-Din Kirmani, Ahiliğin piri ve şeyhi Ahî Evren'in kayınpederi ve şeyhidir. Nasır'ın fütüvvet'i yaygınlaştırma çabaları sonuç vermiştir. Bu yayılış, Anadolu'nun iç bölgelerine kadar uzanmıştır.​
2. AHİLİK AHİLİĞİN FONKSİYONLARI
Ahî kelimesi Arapça kaynaklı bir kelime olup kardeş, birader, yar, dost anlamına gelmektedir. Çoğulu ise "ihvan" kardeşler, dostlar demek olup bir tarikata ve mesleğe tâbi olan kişilere verilen isim olarak kullanılmıştır.
Ahilik siteminin ilk uygulaması Hz. Muhammed -sallallâhü aleyhi ve selem- döneminde Medine'ye hicret sonrasında görülmüştür. Ahîlik, yardımlaşmaya ve dostluğa dayanan bir duygu olup kardeşlik Kuran'da sadece bir anadan doğmadan ibaret kabul edilmemiş, âyetteki "Müminler ancak kardeştirler" ibaresi esas alınmıştır.
Tasavvuf akımları, özellikle kişiler arasındaki düşmanlıkların kalkmasını ve yerine kardeşlik duygusunun hâkim olmasını hedeflemişlerdir. Tasavvufî etki ile kurulan ahîlik sistemi, Türk illerinde yayılmış bulunan "dinî-meslekî" karakterli kurum olmuştur. Bu birlikler, başta mensupları olmak üzere, insanlar arasında dayanışma ve yardımlaşma kurmaya çalışmışlardır.
Ahîlik örgütünün oluşumunda ve yayılmasında Yesevî tarikatı, fütüvvet düşüncesi ve Fahreddin Razi'nin tedris halkası etkili olmuştur. Ahî Evren'in öğütlediği fikirler, Ahîliğin fonksiyonları haline gelmişlerdir. Ahî Evren'in öngördüğü amaçlara ulaşılabilmesi, ancak çok fonksiyonlu bir örgütle gerçekleşebilirdi. Bu sebepledir ki Ahî Evren, çok fonksiyonlu bir örgüt oluşturma yoluna gitmiştir. Ahî Evren tarafından oluşturulan Ahîlik örgütünün fonksiyonları, dinî-ahlâkî, askerî, siyasî, sosyal ve kültürel olmak üzere beş kategori şeklinde sıralanabilir.
DİNİ-AHLÂKİ FONKSİYONU
Ahîlik, ortaya çıktığı ve yayıldığı dönemlerde tamamen bir tarikat görünümündedir. Bu devirde Anadolu'ya yerleşen bütün sosyal grupların görevi, yerleştikleri bölgeleri İslâmlaştırmaktı. Bu sebeple Ahîliğin çatısı altında toplananların amaçlarından birisi, hatta en önemlisi buydu. Ahîlik, bu fonksiyonunu, "esnaf teşkilatına" dönüştükten sonra da sürdürmüştür.
Devrin örgütlenme modeline uygun olarak geliştirilen Ahilik, dinî ayin ve erkâna önem vermiştir. Ahîliğe girişte ve yükselmelerde -Fetâ'lıktan Ahî'liğe, Ahîlikten şeyhliğe veya çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa- bir takım dinî semboller ve ifadeler yer almıştır.
Ahîliğin dinî fonksiyonunu, "Ahî'nin fetâya karşı görevleri"nde en açık şekilde görülmektedir. Ahî, fetâ'ya dinî görevlerini yerine getirmesi için tüm bilgileri öğretmek durumundadır1.

_____________________
1. Burgazî, a.g.e., 1954, s. 128​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
FÜTÜVVET, AHİLİK VE TASAVVUFİ MESLEK KURULUŞLARI
..:: 2 ::..
ASKERİ FONKSİYONU
Anadolu'nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında çok önemli rol oynayan Ahîlik kurumu, görevlerini yerine getirebilmek için askerî bir fonksiyon da taşıyordu. Ahîler, cihat idealine sahip oluşları nedeniyle, askerî özelliklere de sahiptiler. Onlar, devlet fetihle meşgul olurken, içeride emniyet ve asayişi sağlıyorlardı. Ahîliğin askerî fonksiyonu, Osmanlı Beyliği'nin devletleşmeden ve kurumlaşmadan önceki dönemine rastlar. Uzunçarşılı, Ahîlerin beylikler dönemindeki askerî fonksiyonlarını şöyle anlatır:
"Bu beylikler dahilindeki Ahîlerin de askerî teşkilata benzer silahlı teşkilatları olduğu malumunuzdur... Mamafih bunlar, ordu kuvveti olmayıp, mahallî muhafaza kuvvetidir1."
Ahîlerin sahip oldukları askerî güç, nizâmî bir ordu kuvveti değildi. Ahîler, başlarında reisleri olduğu halde iç karışıklıklara ve uçlardaki ayaklanmalara karşı bölükler oluşturmuşlardı.
Ahîlerin askerî bir fonksiyonu; Anadolu Selçukluları döneminde saltanat kavgalarında taraf olmaları, Moğol idaresi ve onları benimseyenlerle savaşmaları ve Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda faal rol oynamaları olaylarında da kendini göstermektedir2.

SİYASAL FONKSİYONU
Ahîlik kurumu, ilk kurulduğu dönemde, bir takım siyasal fonksiyonlara da sahipti. Ahîliğin, o dönemde siyasal bir rol oynaması gayet olağandır. Çünkü, o devirde, sultanlar ve beyler güçlerini korumak ve itibarlarını devam ettirmek için tarikat pirlerinin güçlerinden yararlanma yoluna giriyorlardı. Nitekim Ahî Evren de, Anadolu'ya gelişinde Selçuklu Sultanı'ndan büyük iltifat görmüştü.
Siyasal otoritenin tam gelişmemiş olduğu dönemlerde ve özellikle Moğol istilaları sırasında, Ahîlik örgütü, yerel siyasal otorite olarak çıkar karşımıza. İbn Batuta, seyahatnâmesinde bu durumu şöyle açıklar:
"Bu ülke (Kayseri) törelerinden biri de, bir şehirde hükümdar bulunmadığı takdirde, Ahîlerin hükümeti yönetmeleridir. Ahî, kudreti ölçüsünde geleni gideni ağırlar, giydirir, altına binek çeker, davranışları, buyrukları, binişleri ile aynen hükümdarı andırır3."
Devlet otoritesinin zayıfladığı yerlerde Ahîlerin siyasal fonksiyonu daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Osmanlı merkezî otoritesinin kuruluşu sırasında meydana gelen yönetim kademelerinde genellikle Ahîler görevlendirilmiştir. Bu durum Ahîlerin siyasal faaliyetlerdeki etkinliğini ortaya koymaktadır4.
Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu tamamlandıktan ve devlet kurumları oluşturulduktan sonra, Ahîlerin siyasî etkilerinin azaldığı, sadece esnaf kesiminde kısmen devam ettiği görülür.
Sonuç olarak; Ahîliğin siyasal fonksiyonu dönemin şartlarına göre artmış veya azalmıştır. Merkezî yönetim kuvvetli olduğu zamanlarda Ahîliğin siyasal fonksiyonu zayıflamış, bunun zıddı durumlarda ise artmıştır.

SOSYAL FONKSİYONU
Ahîliğin en önemli yönlerinden birisi de kuşkusuz, sosyal yardımlaşma ve dayanışmadır. Ahîlik kurumunda kuvvetli bir şekilde görülen sosyal yön, Kur'an'a dayanmaktadır. Kur'an, insanlara, iyilik üzerinde yardımlaşmalarını ve kötülük üzerinde yardımlaşmamalarını öğütlemektedir. Bu sebeple sosyal yardımlaşma duygusu Ahîlerde son derece gelişmiştir. Ahîlerdeki sosyal dayanışma geleneği bazı bölgelerimizde günümüze kadar devam etmiştir1.
Ahîliğin sosyal fonksiyonu, dinî inanç ve sembollerle belirlendiği için, bunlar arasında kin ve düşmanlık tohumlarının yeşermesi mümkün değildi.
Sosyal düzen aleyhinde faaliyetin olmayışı, Ahîler arasında yaygın, dinî ve tasavvufî düşüncelerden kaynaklanan, dayanışmacı ve başkasını düşünücü sosyal kuralların varlığıyla açıklanabilir2.
Ahîliğin sosyal fonksiyonu, sosyal ahlâka dayanır. Ahîliğin ahlâk prensipleri "bireyci" değil, bireyin toplum içerisinde kişiliğini koruyacak şekilde "toplumcu"dur. Ahîliğin sosyal fonksiyonunun prensipleri gereğince ne birey topluma, ne de toplum bireye ezdirilmiştir. Ahîliğin sosyal dayanışma ruhu sayesinde, "... devletin hiç bir tesiri olmadan; şehir esnafı ve halkı, kendi kendisini idare ediyor, en küçük bir suistimal, yolsuzluk ve ananeye aykırı harekete fırsat verilmiyordu3."
Ahîler, kendilerine uyanlara sosyal dayanışma ruhunu kazandırmak için, bunları müesseselerine bağlamışlar, kendi bünyelerinde yardımlaşma sandıkları kurmuşlardır. Ahîler aralarındaki dayanışma ve sosyalleşmeyi bütün faaliyetlerine yaygınlaştırmaya çalışmışlardır.
Ahîliğin sosyal fonksiyonu, dayanışma kadar kontrol özelliklidir. Ahîler kendi kendilerini kontrol ederek toplum düzeninin korunmasına yardımcı olmuşlardır.

KÜLTÜREL FONKSİYONU
Ahîliğin kültürel faaliyetlerin olduğu bilinen bir konudur. Tezgah başında ve atölyelerde sanat öğrenen örgüt üyeleri, zaviyelerde de diğer eğitimlerini tamamlayıp, toplum içerisinde kabul edilebilir davranışlara sahip aydın ve itibarlı kişiler oluyorlardı.​

3. AHİLERİN ÖZELLİKLERİ
GENEL OLARAK
Ahîlik kurumu üyelerinin toplum içinde güçlü ve güvenilir kişiler olabilmeleri için, bu örgüte ilk girişten başlayarak bazı özellikleri benimsemeleri gerekir. Ahîlik'te birey, basitten karmaşığa doğru yol alır. Önce fetâ (yiğit), sonra Ahî, en sonunda şeyh olur. Ancak, şeyhlik makamına çok az kişi ulaşır.
FETA'NIN ÖZELLİKLERİ
Ahîlik örgütüne yeni girende şu özellikler aranır8:
- Sıdk
- Sefâ
- Emanet
- Takvâ
- Kerem
- Mürüvvet
- Hayâ
Bu özelliklere sahip olanlar fetâ'lığa kabul edilirler. Bunlara sahip olmayanlar ahilik kurumuna alınmazlar.

AHİ'NİN ÖZELLİKLERİ
Fetâ'nın bütün özelliklerini taşıyan bir kişinin Ahî olabilmesi için şu şartları da taşıması gerekmektedir9:
- Cömertlik
- Namazını kazaya bırakmaması
- Hayâ ve edep sahibi olması
- Dünyayı terk etmesi
- Helal kazanç
- İlim sahibi olması
- Büyüklerin (devlet adamları) kapısına gitmemesi
Bu şartlara sahip olup, Ahî olan kişinin dört nesnesi açık ve üç nesnesi kapalı olmalıdır10:
Açık olmaları gerekenler:
1. Gönlü açık olmalı
2. Kapısı açık olmalı
3. Eli açık olmalı
4. Sofrası açık olmalı
Kapalı olmaları gerekenler:
1. Gözü kapalı olmalı
2. Dili kapalı olmalı
3. Şalvarı kapalı olmalı

_____________________
1. Uzunçarşılı, İ.H., "Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri", Ankara, 1967, s. 204.
2. Köprülü, M.F., a.g.e., 1927, s. 153-160.
3. İbn Batuta, a.g.e., 1971, s. 25.
4. Güllülü, S., "Ahî Birlikleri", İstanbul, 1977, s. 118.
5. Aksoy, M., "Gezek Geleneği", Töre Dergisi, Sayı 113, Ankara 1980, s. 41.
6. Yaman, A., "Osmanlı Toplumunda Ticaret ve Zanaatin Organizasyonu", Gerçek Dergisi, Cilt II, Sayı 6, İstanbul, 1974, s. 29.
7. Turan, O., Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi", Cilt 2, İstanbul, 1969, s. 21.
8. Burgazî, "Fütüvetnâme", (Çev. Gölpınarlı, A.), İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt XV, Sayı 1-4, İstanbul, 1954, s. 124.
9. Burgazî, "Fütüvetnâme", (Çev. Gölpınarlı, A.), İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt XV, Sayı 1-4, İstanbul, 1954, s. 125-126.
10. A.g.e., s. 132, Şapolyo, E.B., a.g.e., 1964, s. 235​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
FÜTÜVVET, AHİLİK VE TASAVVUFİ MESLEK KURULUŞLARI
..:: 3 ::..
AHİLİĞİN AFETLERİ
Ahlak özelliklerden bazılarını kaybeden ahilerin, Ahîlik yolundan ayrılmış olacakları fütüvvetnâmelerde geniş bir şekilde yer almaktadır. Ahlâkî davranış bozuklukları Ahîlik kurumunda afet olarak kabul edilir ve bunlarla mücadele edilir. Kişiyi Ahî'likten düşüren afetler şunlardır1:
- İçki içmek
- Zina etmek
- Livata etmek
- Gammazlık
- Münafıklık
- Kibir
- Hased
- Kin
- Yalancılık
- Va'dinde (sözünde) durmamak
- Hıyanet
- Namahreme bakma
- Ayıp arama
- Nekeslik
- Gıybette bulunma
- Bühtan
- Hırsızlık
- Haram yemek
Görüldüğü gibi; Ahîlik müessesesinde afet olarak sayılan ahlâk bozuklukları, aynı zamanda toplum düzenini sarsan, hatta toplumların yok olmalarına sebep olan hastalıklardır.

AHİLİĞE KABUL EDİLMEYENLER
Fütüvvetnâmelerde kimlerin Ahîliğe kabul edilmeyecekleri açıklanmıştır 2. Ahîliğin kapısının iyi, ahlâklı olan herkese açık olduğu belirtilmiştir. Ahîliğe kasap gibi kan dökücüler, Tellal gibi bağırıp çağıranlar, Avcılar gibi hileye başvuranlar vs. alınmaz. Ahîliğe kabul edilmeyenler şu şekilde sıralanmıştır3:
- Kafirler
- Münafıklar
- Müneccimler
- İçki içenler
- Dellaklar
- Pişe-gar (sözünde durmayanlar)
- Kasaplar
- Cerrahlar
- Amel-dârlar
- Seyyad (Avcılar)
- Mühtekirler
- Kemgözlüler
- Ayıp arayanlar
- Cimriler
- Gıybet edenler
- Bühtan kılanlar (iftiracılar, yalancılar)
FETA'NIN AHİYE KARŞI GÖREVLERİ
Ahîlik örgütünde, özellikle tasavvuf hayatının egemen olması nedeniyle ilişkiler belirli prensiplere dayanmakta ve bu prensiplere uymak üyeler için görev kabul edilmektedir. Buradan hareketle Ahîliğe yeni girenlerin (feta) Ahîsine karşı görevleri şu şekilde sıralanabilir4:
- Fetâ, Ahîsinin dediklerine uymalı, istediklerini yapmalıdır.
- Fetâ, Ahîsinin hiçbir sözüne karşı çıkmamalıdır.
- Ahî'nin yanında terbiyeli durmalı, uygunsuz hareket etmemelidir.
- Fetâ, mümkün olduğu kadar Ahîsine yakın olmalıdır.
- Fetâ, Ahîsinden utanmalı ve korkmalıdır.
- Fetâ, Ahîsine hizmet etmelidir.
- Fetâ, Ahîsini herkesten çok sevmelidir.
AHİ'NİN FETA'YA KARŞI GÖREVLERİ
Fetâ'nın Ahîye karşı görevleri olduğu gibi, Ahî'nin de Fetâya karşı görevleri vardır. Bu görevler şunlardır5:
- Ahî, fetâ'ya örgütün kural ve erkânını öğretmelidir.
- Ahî, fetâ'ya ibadetlerini yapabilmesi için gerekli olan dini bilgileri tam olarak (ibadet, iman, muamelat) öğretmelidir.
- Ahî, fetâ'yı öyle yetiştirmelidir ki, başkaları fetâyı gördüklerinde, "onu falan Ahî yetiştirdi" dedirtmelidir.
- Ahî, fetâ'ya sanatının en küçük inceliklerini öğretmelidir.
- Ahî, fetâ'yı karanlıktan aydınlığa götürecek ilme sahip kılmalıdır.
ŞEYHİN ÖZELLİKLERİ
Ahî birliklerinin piri durumundaki Şeyh, tasavvuf hayatıyla ilgili süreçleri (seyr-u suluk) tamamlamış olmalıdır. O, özellikleriyle yol gösterici ve öğretici durumundadır. Ahîliği gerektiren bütün özelliklere sahiptir.​

4. AHİLİĞİN GÖRGÜ KURALLARI
TEMEL İLKELER
Bireyi, fetâlıktan şeyhliğe ve yamaklıktan ustalığa giden yolda olgunlaştırmaya çalışan Ahi kurumunun meslekî ahlâk ve görgü kurallarının temel ilkeleri şunlardır6:
- İyi huylu ve güzel ahlâklı olmak,
- İşinde ve hayatında, kin, çekememezlik ve dedikodudan kaçınmak,
- Ahdinde, sözünde ve sevgisinde vefalı olmak,
- Gözü, gönlü ve kalbi tok olmak,
- Şevkatli, merhametli, adaletli, faziletli, iffetli ve dürüst olmak,
- Cömertlik, ikram ve kerem sahibi olmak,
- Küçüklere sevgi, büyüklere karşı edepli ve saygılı olmak,
- Alçakgönüllü olmak, büyüklük ve gururdan kaçınmak,
- Ayıp ve kusurlarını örtmek, gizlemek ve affetmek,
- Hataları yüze vurmamak,
- Dost ve arkadaşlara tatlı sözlü, samimi, güleryüzle ve güvenilir olmak,
- Gelmeyene gitmek, dost ve akrabayı ziyaret etmek,
- Herkese iyilik yapmak, iyiliklerini istemek,
- Yapılan iyilik ve yardımı başa kakmamak,
- Hakka, hukuka, hak ölçüsüne riayet etmek,
- İnsanların işlerini içten, gönülden ve güleryüzle yapmak,
- Daima iyi komşulukta bulunmak, komşunun eza ve cahilliğine sabretmek,
- Yaradandan dolayı yaratıkları hoş görmek,
- Hata ve kusurları daima kendi nefsinde aramak,
- İyilerle dost olup, kötülerden uzak durmak,
- Fakirlerle dostluktan, oturup kalkmaktan şeref duymak,
- Zenginlere, zenginliğinden dolayı itibardan kaçınmak,
- Allah için sevmek, Allah için nefret etmek,
- Hak için hakkı söylemek ve hakkı söylemekten korkmamak,
- Emri altındakileri ve hizmetindekileri korumak ve gözetmek,
- Açıkta ve gizlide Allah'ın emir ve yasaklarına uymak,
- Kötü söz ve hareketlerden sakınmak,
- İçi, dışı, özü, sözü bir olmak,
- Hakkı korumak, hakka riayetle haksızlığı önlemek,
- Kötülük ve kendini bilmezliğe iyilikle karşılık vermek,
- Belâ ve kötülüklere sabır ve tahammüllü olmak,
- Müslümanlara lütufkâr ve hoş sözlü olmak,
- Düşmana düşmanın silahıyla karşılık vermek,
- İnanç ve ibadetlerinde samimi olmak,
- Fani dünyaya ait şeylerle öğünmemek, böbürlenmemek,
- Yapılan iyilik ve hayırda hakkın hoşnutluğundan başka bir şey gözetmemek,
- Âlimlerle dost olup dostlara danışmak,
- Her zaman heryerde yalnız Allah'a güvenmek
- Örf, adet ve törelere uymak,
- Sır tutmak, sırları açığa vurmamak,
- Aza kanaat, çoğa şükür ederek dağıtmak,
- Feragat ve fedekarlığı daima kendi nefsinden yapmak

_____________________
1. Nâsırî, "Fütüvetnâme", (çev. A. Gölpınarlı), İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt. II, İstanbul, 1950, s. 223-225.
2. Nâsırî, a.g.e., 1950, s. 315-317; Burgazî, a.g.e., 1954, s. 121-123.
3. Gölpınarlı, A., "İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı", İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 11, İstanbul, 1950, s. 53.
4. Burgazî, a.g.e., 1954, s. 127.
5. Burgazî, a.g.e., 1954, s. 128.
6. Çalışkan, Y., İkiz, M.L., Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde Ahilik, Ankara 1993, s. 21-23​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
OSMANLILARDA TEKKE VE ZAVİYELERİN ETKİSİ
Tasavvufî hayat ve düşüncenin, tarikatların müessesesi olarak görülen tekke ve zaviyeler islâm dünyasında dergâh, hangâh, ribat, âsitane gibi değişik isimlerle anıla gelmişlerdir.
Tekkenin mimari yapısı, içinde birçok şeyi barındırırdı. Zaman içinde tekkelerin mimarî yapısında değişme ve gelişme gözlemlenmiştir. Osmanlılarda tam teşekkül etmiş bir mevlevî tekkesinde şu bölümler mevcuttu: Semahâne, türbe, çilehâne, Hücreler-Derviş odaları, selâmlık, Harem, Kiler-Mutfak, Kahvehane ocağı, Kafes, matrab. Şeyhin ailesiyle beraber oturduğu kısım tekkeye bitişik olurdu. Tekkelerin başında bulunan şeyhler çoğu zaman zahirî ilimlerde de söz sahibi kişiler olup ilmi konularda tekkeler de istişare yapılırdı.
Devamlı olarak tekkede kalan dervişler, aynı zamanda tekkenin iç hizmetlerini de yürütürlerdi. Tekkenin masrafları vakıflar yoluyla karşılanır, dervişler de kazançlarının bir kısmını bağlı bulunduğu dergâha bağışlardı. Tekkeler mescit görevini de görmekteydi. Zikir meclislerinde besteli olarak ilâhîler okunduğu için Osmanlı Medeniyetinin şiir ve mûsikî dünyası tarikatlarla yakından ilişkilidir. Bir başka ifade ile tekkeler, dinî ve içtimaî fonksiyonlarının yanında güzel sanatların da korunma ve gelişmesinde rol oynamışlardır.
Osmanlı toplumunda kamuoyunu oluşturan müesseselerin başında tekkeleri saymak gerekir. Rumeli ve Avrupa topraklarının İslâmlaşmasında tekkelerin, burada yapılan çalışmaların ve tekke çerçeveli iskan faaliyetlerinin ve izlenilen siyasetin büyük rolü vardır.
Halk saygı duyduğu ve gönülden bağlandığı insanlardan sadece gönül dünyasının hastalıklarına değil bedenî rahatsızlıklarına da deva olmasını beklemiş, Telkin usûlüyle bazı hastalar iyileştirilmiş ve tekkeler şifahane işlevini yapmıştır. Tekke ve zaviyeler bazen de uzak yollardan gelmiş insanların dinlendiği han, kervansaray gibi müesseseler gibi hizmet vermiştir.
Toplumdaki dirlik ve düzeni sağlamada da bu kurumların önemli hizmetleri vardır.Fikri, zikri ne olursa olsun herkese kapısını ve gönlünü açan sûfîler bu yolla toplumdaki sevgi ve huzurun yaygınlaşmasını sağlamışlardır​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TARİKATLARIN COĞRAFYASI
Ortadoğu ve Ortaasya'dan Anadolu'ya Gelen Tarikatlar

Kadiriye - A.Geylânî

Rufâîye - A.Rufâî

Sadiye - S.Cıbavî

Halvetiye - Ö.Halvetî

Nakşibendiye - B.Nakşibend

Zeyniye - Z.Hâfî

Kalenderiye - K.Haydarî

Afrika'dan Anadolu'ya Gelen Tarikatlar

Bedeviye - A.Bedevî

Şazeliye - E. H. Şazelî

Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya'da Kurulduğu Halde Anadolu'da Yaygın Olmayan Tarikatlar

Yeseviye - A.Yesevî

Kübreviye - N.Kübra

Suhreverdiye - Ö. Suhreverdî

Çeştiye - Hasan Çeştî

Kuzey Afrika'da Kurulduğu Halde Anadolu'da Yaygın Olmayan Tarikatlar

Medyeniye - Ebu Medyen

Desukiye - İbrahim Desukî

Anadolu'da Kurulan Tarikatlar

Bektaşiye - H. Bektaş Velî

Mevleviye - Mevlânâ

Bayramiye - H. Bayram Veli​
 
Üst Alt