200- Allahü teâlânın mahlûklara yakın olması. 2.Cild 98.ci mektûb

MURATS44

Özel Üye
İKİNCİ CİLD, 98. ci MEKTÛB

Bu mektûb, gizli bilgilerin hazînesi oğulları Muhammed Sa’îd ve Muhammed Ma’sûma “rahmetullahi aleyhimâ” yazılmış olup, Allahü teâlânın mahlûklara yakın olmasını açıklamakda, ademin ve iblîsin kötülükleri arasındaki farkı bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd ederim. Onun seçdiği kullarına selâm ederim!
Süâl: Âlimler diyor ki, Allahü teâlâ, bu âlemin içinde değildir. Dışında değildir. Âleme bitişik değildir. Ayrı değildir. Bunun açıklanması nasıl olur?
Cevâb: İçinde, dışında olmak, bitişik ve ayrı olmak gibi şeyler, var olan iki şey arasında düşünülebilir. Hâlbuki süâlimizde, iki şey mevcûd değildir ki, bunlar düşünülebilsin. Çünki, Allahü teâlâ vardır. Âlem, ya’nî Ondan başka herşey vehm ve hayâldir. Âlemin var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devâmlı olup, vehm ve hayâlin kalkması ile yok olmuyor. Âhıretdeki sonsuz ni’metler ve azâblar bunlara oluyor. Fekat, âlemin varlığı vehm ve hayâldedir. [Ya’nî dışarda var olmayıp, vehme ve hayâle var görünmekdedir.] Vehm ve hayâlin dışında bir varlık değildirler. Allahü teâlânın kudreti, vehm olunan, hayâl olan bu görünüşleri devâm etdirmekdedir. [Hâricde varmış gibi, yok olmakdan korumakdadır.] Var gibi göstermekdedir. Görünüşe aldanan, varlıkda kaldıklarını görerek, var sanır. Var olan ikidir der. Bunun üzerinde, başka mektûblarda geniş bilgi verilmişdir.
Hayâlde bulunan birşey, dışarda var olan birşeyle bitişikdir, onun içindedir denemez. Fekat, var olan, mevcûd olan birşey, hayâlde olan şeyin içinde değildir, dışında ve ayrı da değildir, bitişik de değildir denilebilir. Çünki, mevcûdün bulunduğu yerde, hayâldeki şey yokdur ki, birbirine göre yerleri söylenebilsin. Bu sözümüzü bir misâl ile açıklıyalım: Taş, demir gibi küçük birşeyi, bir ipe bağlayıp [parmağımızda zinciri döndürür gibi] elimizin etrâfında çevirelim. Bir dâire üzerinde dönen bu küçük cisme (Nokta-i cevvâle) denir. Nokta-i cevvâle, hızlı döndüğü için, uzakdan, bir dâire olarak görünür. Hâlbuki, hâricde mevcûd olan, noktadır. Hâricde dâire yokdur. Dâirenin varlığı vehmdedir. Dâirede, noktanın varlığı gibi bir varlık yokdur. Nokta, dâirenin içinde veyâ dışındadır denilemez. Birbirlerine bitişik ve ayrı da değildirler. Noktanın bulunduğu yerde, dâire yokdur ki, birbirlerine göre yerleri söylensin.
Süâl: Allahü teâlâ, âleme yakınım, ihâta ediyorum buyuruyor. Bu nasıl oluyor?
Cevâb: Bu kurb ve ihâta, cismin cisme yakın olması ve kaplaması gibi değildir. Bilinmiyen, anlaşılamıyan bir kurb ve kaplayışdır. Allahü teâlânın yakın olduğuna ve ihâta etdiğine inanırız. Fekat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Ona, âlemin içindedir, dışındadır, bitişikdir, ayrıdır demeyiz. Çünki, islâmiyyet, bu dördünü bildirmemişdir. Misâlimizde nokta-i cevvâle, mevhûm olan dâireye yakındır. Onu kaplamışdır ve onunla berâberdir diyebiliriz. Fekat nasıl olduğunu bilemeyiz. Çünki, mevcûd olan yalnız noktadır. Bitişikdir, ayrıdır, içindedir, dışındadır deriz. Fekat bunlar nasıl olur bilinmez de diyebiliriz. Çünki, iki taraf arasında bulunan hâlin nasıl olduğu bilindiği zemân, iki tarafın da hâricde varlıkları lâzımdır. İki taraf arasında bulunan hâlin nasıl olduğu bilinmediği zemân, iki tarafın da var olması lâzım gelmez. Bilinmiyen şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak yanlışdır. Başka bir sözle (Gâibi, şâhide kıyâs etmek, bâtıldır).
Tenbîh: Âlem mevhûmdur, hayâldeki varlıkdır dedik. Bunun ma’nâsı, âlem, vehm ve hayâl mertebesinde yaratılmışdır demekdir. His olunan ve idrâk edilen fekat hâricde bulunmıyan bir varlıkdır. Meselâ, dışarda bulunmayıp, yalnız hayâlde bulunan dâire, bu hâlde devâmlı durdurulabilse ve vehmler, hayâller yok olunca da, o hâlde kalsa, bu dâire, hâricde bulunmadığı hâlde, hâricde varmış gibi olur. Hâlbuki hâricde nokta bulunmazsa, dâire de olmaz. Fârisî beyt tercemesi:
 

MURATS44

Özel Üye
Ne hos olur, güzellerin edâsı,
baskaların sözünde yer alması.
Dâire, noktanın görünmesini örtüyor denirse yeri vardır. Dâire, noktanın varlıgını
gösteren bir ayna gibidir denirse, yine dogru olur. Eger noktanın varlıgına
alâmetdir denirse, yine olur. Noktayı örtüyor demek, câhillerin sözüdür. Aynadır
demek Evliyâlıga uygundur ve buna (Îmân-ı sühûdî) denir. Alâmet ve isâret oldugunu
söylemek, (Îmân-ı gaybî)ye mahsûsdur. Îmân-ı gaybî, îmân-ı sühûdîden dahâ
kuvvetli, dahâ kıymetlidir. Çünki, sühûdde zıl [hayâl] görülür. Gaybde ise, bu
hatâ yokdur. Îmân-ı gaybîde, ele birsey geçmez. Fekat vâsıldır, kavusmusdur.
Sühûdde, ele birseyler geçerse de, vâsıl degildir, baska seye, zıllere, hayâllere
bakmakdadır. Sözün kısası, sühûd, noksânlıkdır. Vüsûl ise kemâldir. Bu sözümüzü
tesavvufcu geçinen herkes anlıyamaz. Bunlar, sühûdü, vüsûlden dahâ üstün sanır.
Yunân felsefecilerinden, sôfistâiyye [Sophiste] denilen kimseler, âleme, hayâl,
vehm dedi. Insanın hayâlinde, bir görünüsdür. Vehm ve hayâl degisirse, bu görünüsler
de degisir dedi. Meselâ, vehm, birseyi tatlı görürse tatlı olur. Baska bir zemânda
bu seye acı derse, acıdır dediler. Ne kadar câhil, ne kadar aklsızlar ki, Allahü
teâlânın yaratmasını göremediler. Hattâ inanmadılar. [Âlemin varlıgının], hâricdeki
varlıga olan yakınlıgını anlamadılar. Böylece hâricdeki varlıga yakısan islerin
bu âlemde bulunduguna ve böylece sonsuz azâb ve ni’metlere inanmadılar.
Hâlbuki, Muhbir-i sâdık [hep dogru söyleyici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
bunları haber verdi. Elbet olacakdır. Bu felsefeciler, seytânın askeridir. Mücâdele
sûresinin, ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Seytânın askeri elbette maglûb olacak,
ziyân edecekdir) buyruldu.
Süâl: Vehmde ve hayâlde olsa bile, âlemin varlıgı, devâmlı oldugu ve bu varlıga
sonsuz ni’metler ve azâblar olacagı hâlde, âleme niçin var denmiyor ve mevcûd
bilinmiyor?
Cevâb: Tesavvufculara göre vücûd, en serefli, en kıymetli seydir. Vücûd [ya’nî
var olmak], bütün hayrların, üstünlüklerin baslangıcıdır. Herseyden kıymetli olan
vücûdü, Allahü teâlâdan baskasına yakısdıramıyorlar. Çünki, Ondan baska hersey
noksân ve kötüdür. En kıymetli sey, kötüye verilebilir mi? Tesavvufcuların bu
sözleri, kesfe ve firâsete dayanmakdadır. Kesflerine göre, vücûd, yalnız Allahü teâlâya
mahsûsdur. Mevcûd [var] yalnız Odur. Ondan baskasına mevcûd demeleri,
O varlıga, bilinmiyen bir baglılıkları oldugu içindir. Gölge aslı sâyesinde durabildigi
gibi, hersey O varlıkla durmakdadır. Vehm mertebesinde bulunan sübût [görünüs],
O vücûdun zıllerinden bir zıldir. [Türkçede, vücûd deyince, beden sanıyoruz.
Hâlbuki vücûd, madde, cism, beden demek degildir. Vücûd, var olmak demekdir.
Ya’nî bir sıfatdır.] O vücûd, hâricde mevcûd oldugundan, Allahü teâlâ, hâricde
mevcûddür. Devâm verilen vehm ve hayâl mertebesine de, hâric mertebesinin
zıllerinden bir zıl dersek, ikisi de zıl olunca, vehmdeki sübûta, (Vücûd-i hâricî) demek
uygun olabilir. Bu bakımdan, âleme de, hâricde mevcûd denebilir. Görülüyor
ki, mümkin [ya’nî mahlûk] herneye mâlik ise, vücûd mertebesinden gelmekdedir.
Ona, zıl olması düsünülmeden, hâricde var demek, dogru olmaz. Allahü teâlâya,
vücûd sıfatında ortak edilmis olur. Bu fakîr [ya’nî Imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü
teâlâ sirrehül’azîz”], âleme hâricde mevcûd demis isem, bu ma’nâda anlamak
lâzımdır. Kelâm âlimleri, vücûd ile sübût aynıdır diyor ki, iki kelimenin lügat
ma’nâsı aynı demekdir. Yoksa, vücûd nerde, sübût nerde? Kesf ve sühûd sâhiblerinden
çogu ve âlimlerden çogu, (Allahü teâlânın kendisi, vücûddür) dedi. Sübût
ise, nazarî, aklın düsündügü birseydir.
Fâide: Vücûd, her hayr ve kemâlin kaynagı ve her güzelligin baslangıcı oldugu
gibi, bunun karsılıgı olan adem de, elbette her kötülügün, her kusûrun kaynagı ve
her çirkinligin ve bozuklugun baslangıcıdır. Günâhlar, ondan hâsıl olmakda, yoldan
çıkmaga, o sebeb olmakdadır. Buna karsılık, hünerleri, güzellikleri de vardır.
Vücûd karsısında, kendini tâm yok etmek en büyük meziyyetidir. Vücûdun karsısında
bulunarak, kötülükleri, kusûrları kendinde toplamak, hüneridir. Vücûde
ayna olarak, onun kemâlâtını göstermek ve bu kemâlâtı, ilmin dısında, birbirlerinden
ayırmak, onları icmâlden tafsîle getirmek, onun güzel sıfatıdır. Kısaca, vücûdun
hizmetlerini görmekde, vücûdun hüsn-i cemâli, onun, kötülük, çirkinlik ve kusûr
aynasında meydâna çıkmakdadır. Vücûdün gınâsı, bunun ihtiyâcından, onun
izzeti bunun zilletinden, onun yüksekligi, bunun alçaklıgından, onun efendiligi bunun
köleliginden anlasılmakdadır. Fârisî beyt tercemesi:
Hocamı üstâd yapan, ben oldum,
begi âzâd eden köle, ben oldum.
Her bozuklugun, her sapıklıgın sebebi olan mel’ûn Iblîs, ademden dahâ fenâdır.
Ademde bulunan hünerlerin, onda hiçbiri yokdur. A’râf sûresi, onikinci âyetindeki,
(Ben ondan dahâ hayrlıyım) sözü, ondaki iyilik sıfatlarını, söküp çıkarmıs,
onu herseyden kötü yapmısdır. Adem, hiçbirseye varamadıgı, yok oldugu için, vücûde
alâmet, güzelliklere ayna olmusdur. Mel’ûn ise, varlık ve iyilik iddi’âsı ile, karsı
gelerek tard edilmisdir. Güzel karsılamagı ademden ögrenmeli ki, varlıgı yoklukla
karsılamakda, kemâl karsısına, kusûr ile çıkmakdadır. Izzet ve celâl görününce
zül ve inkisârını göstermekdedir. Iblîs mel’ûnu, kibr ve inâd etdigi için, ademdeki
kötülükleri sanki kendisine çekmis, ademde iyilikden baska, sanki birsey kalmamıs
gibidir. Elbet iyilige ayna olabilmek için, iyi olmak lâzımdır. (Sultânın esyâsını
tasımak serefi, ancak kendi hayvânlarına mahsûsdur) sözü meshûrdur. Iblîsin,
kıymetli vazîfesi vardı. Mahlûkları kötülükden temizliyordu. Fekat, kendini
begendigi, büyük sandıgı için, hizmetlerinin fâidesini göremedi. Dünyâda da, âhıretde
de ziyân etdi. Adem ise, kusûrlu, kötü oldugu hâlde, yoklugu sâyesinde, mahrûm
kalmadı. Vücûda ayna olmakla sereflendi. Fârisî beyt tercemesi:
Kamıs bosum dedi, sekerlendi,
agaç, yükseldi, baltayı yidi.
Süâl: Iblîse bu kötülük nereden geldi? Ademden baskası vücûddür. Bunda ise,
kötülük yokdur. O hâlde, kötülük nereden geldi?
Cevâb: Adem, vücûda ayna olup, onun hayrı ve kemâlini gösterdigi gibi, vücûd
de, ademin aynasıdır ve onun kötülügünü ve kusûrlarını göstermekdedir. [Iblîs de,
her mahlûk gibi adem ile vücûddan yapılmısdır.] Iblîs kendi ademindeki kötülükleri
aldıgı gibi, vücûdüne ademden aks eden kötülükleri de almısdır. Hem kendinde
olan hem de hâricden gelen kötülükleri yüklenmisdir. Kötülükleri aks etdiren
vücûdünün kuruntuları, ademin iyi sıfatlarından olan yoklugunu, ona göstermedi.
Vücûdün aynasında görünen kötülükler de meydâna çıkınca, sonsuz ziyâna girdi.
Yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi, düsmanlarının tarafına
kaydırma! Bizlere merhametini bol eyle! Lutf, ihsân sâhibi ancak sensin!
Kalbini, Cennet bagı yap, çesme-i tevhîd ile,
rûh bagçeni gülsen eyle, gonca-i tevhîd ile.
Hem mekânsız, hem zemânsız, nihâyetsiz yolları,
kat’ider gönül erbâbı, kuvvet-i tevhîd ile.
Her ne kadar, yüz karası, yapdıysa ısyân sende,
temizlenir her yerin, sâbûn-i tevhîd ile.
Ins ve cin âlemlerini, asarak arsa çıkar,
kim ki mi’râc eylediyse, cezbe-i tevhîd ile.
Ey Niyâzî! Ârif-i billah gönülden kaldırır,
yetmis bin perdeyi hep, bir lem’a-i tevhîd ile.
 
Üst Alt