146- Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin (Mekâtib-i şerîfe) kitâbından 85. ci mektûbun

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
146- Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin (Mekâtib-i şerîfe) kitâbından 85. ci mektûbun

85. ci MEKTÛB Büyük âlim Abdüllah-i Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mekâtib-i şerîfe) kitâbının seksenbeşinci mektûbu aşağıdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Gulâm-ı Alî ismi ile meşhûr olan fakîr Abdüllah-i Kâdirî müceddidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbudur. Hindistânda müslimânlar için yazmışdır. Allahü teâlâ, onun günâhlarını afv eylesin!
(BÎ’AT), söz vermek ve bu sözünde durmak demekdir. Tesavvuf yolunda çok kullanılan bir kelimedir. Bunu kullanmak, Eshâb-ı kirâmın sünnetidir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Bî’at, üç kısmdır: Birincisi, bir büyüğün önünde, günâh işlememek için söz vermekdir. Buna, (tevbe bî’ati) denir. Büyük günâhlardan biri işlenince, bu bî’at bozulur. Yeniden bî’at etmek lâzım olur. Gıybet edince bozulup, bozulmamasında şübhe edildi. Bir müslimânı tahkîr ederek, onu kötüleyerek gıybet yapmak, elbet büyük günâhdır. Yanlış söyliyen ve yazan din adamlarını ve bid’at i’tikâdında olan tarîkatcıları müslimânlara haber vermek, duyurmak gıybet olmaz. Müslimânların bunlara aldanmaması için bunları söylemek lâzımdır.
Bî’atin ikincisi, intisâb etmek, bereketlenmek için bir Velîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” veyâ onun hakîkî mensûblarına bî’at etmekdir. Böylece, onlar için bildirilmiş olan müjdelere ve şefâ’atlarına kavuşulur. Meselâ, gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, (Benim talebelerim tevbe etmeden ölmezler) buyurmuşdur. Bu müjdeye kavuşmak için, bu yolun büyüklerinden birine bî’at olunur. Bu bî’ati tekrâr etmek lâzım değildir.
Bî’atin üçüncüsü, Evliyânın feyzlerine kavuşmak, fâidelenmek için yapılır. Tesavvuf büyüklerinden birine bî’at edip, Onun gösterdiği vazîfeleri ve ihlâs derecelerini yapıp fâide elde edemezse, Üstâdı râzı olsa da ve olmasa da, başka birine intisâb etmesi, başka bir âlime bî’at etmesi câizdir. Fekat, birinci âlimi inkâr etmemesi lâzımdır. Ondan nasîbi, kısmeti yok demekdir. Üstâdının islâmiyyete uymakda gevşekliğini görürse ve zenginlere yanaşdığını, dünyâya düşkün olduğunu anlarsa, Allahü teâlânın feyzlerini, sevgisini ve ma’rifetini başka birinde aramalıdır. Çocuk iken bî’at etmiş olan, akl ve şü’ûr sâhibi olunca, onun hakîkî âlim olduğunu anlarsa, bî’atine ve vazîfelerine devâm eder. Yâhud beğendiği başka birine bî’at eder.
İslâm âlimi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine [ya’nî islâmiyyete] tâbi’ olan, sımsıkı sarılan ve zâhir ve bâtın bid’atlerden kaçınan ve selef-i sâlihînin i’tikâdında olan kimsedir. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve Şeyh-ül-islâm Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin doğru olan i’tikâdında olur. Fıkh bilgilerinden zarûrî lâzım olanları bilir. (Mişkât-i şerîf) hadîs kitâbını ve Kur’ân-ı kerîm tefsîrlerini çok okur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin, (Minhâc-ül-Âbidîn) ve (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbları gibi tesavvuf yolundakilerin yazdığı ahlâk kitâblarını ve tesavvuf büyüklerinin hâllerini ve sözlerini bildiren kitâbları okur. Bu kitâbları okumak, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi için çok fâidelidir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Islâm âlimi, dünyâya düskün olmaz ve dünyâya düskün olanlarla birlikde
bulunmaz. Islâmiyyetin bildirdigi iyi isleri yapar. Çalısdıklarının dünyâdaki
ve âhıretdeki karsılıgını yalnız Allahdan bekler. Ondan baska kimseden birsey
beklemez. Kur’ân-ı kerîmi çok okur. Evliyânın kalblerine gelen feyzlerden, ma’rifetlerden
nasîb almısdır. Her isinde tevbe, inâbet, zühd, vera’, takvâ, sabr, kanâ’at,
tevekkül ve rızâ yolunu tutar. Onu görenler Allahü teâlâyı hâtırlar. Dünyâ düsünceleri
kalbinden kaçar. (Çestiyye) yolunun büyükleri ile birlikde bulunan sâdık bir
kimsede zevk, sevk, harâret, râhatlık, yalnızlık, ya’nî dünyâya düskün olanlardan
uzaklasmak hâsıl olur. (Kâdirî) yolunun büyükleriyle berâber bulunmak, kalbde
safâ hâsıl eder. Rûhlar ve melekler âlemi ile baglılık hâsıl olur. Geçmis ve gelecek
seylerden çogu kendisine bildirilir. (Müceddidî) yolunun büyükleri ile berâber olanda
huzûr ve cem’ıyyet ve yâd-i dâst ve dünyâya sü’ûrsuzluk ve Allahü teâlânın cezbeleri
hâsıl olur. Kalbine, rûhuna birçok seyler ihsân edilir. Islâm âlimi müceddidî
ise, bütün latîfelerinde keyfiyyetler, hâller, safâ ve letâfet ve nûrlar, sırlar hâsıl
olur. Bu söylediklerimiz hâsıl olmazsa, sâdık olan tâlib, hakîkî âlime kavusamadıgı
için ne kadar âh etse yeridir.
(Tâlib), sâdık olan insan demekdir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine
kavusmak arzûsu ile yanmakdadır. Bilmedigi, anlıyamadıgı bir ask ile saskın
hâldedir. Uykusu kaçar, gözyasları dinmez. Geçmisdeki günâhlarından utanarak
basını kaldıramaz. Her isinde Allahdan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavusduracak
isleri yapmak için çırpınır. Her isinde sabr ve afv eder. Her geçimsizlikde,
sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefesde Allahını düsünür. Gaflet ile
yasamaz. Kimseyle münâkasa etmez. Bir kalbi incitmekden korkar. Kalbleri Allahü
teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini, “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
diyerek iyi bilir. Hepsinin iyi oldugunu söyler. [Simdi, böyle hakîkî tâlib kalmadı.]
Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâm arasında
olan seyleri konusmamagı emr buyurdu. Sâlih müslimân, bunları konusmaz, yazmaz
ve okumaz. Böylece, o büyüklere karsı bir edebsizlikde bulunmakdan kendini
korur. O büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
sevmenin nisânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi ile, kendi görüsü ile Evliyâ-yı kirâmı
birbirinden asagı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin dahâ yüksek, dahâ üstün oldugu
ancak âyet-i kerîme ile ve hadîs-i serîf ile ve Sahâbe-i kirâmın sözbirligi ile bildirmeleri
ile anlasılır. Muhabbet serhoslugu elbet baskadır. Ask sâhibi ma’zûrdur.
(Simâ’), bir kisinin veyâ birkaç kisinin okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve
ahlâkı güzellesdiren, si’rleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek demekdir.
Tesavvuf büyükleri, çalgısız olan ve kadın erkek karısık olmıyarak okunanları
Simâ’ etmisler, dinlemislerdir. Sultân-ı mesâyıh [Nizâmüddîn-i Dehlevî]nin sohbetinde,
meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zemân görülmedi. O sohbetde bulunanlar, gizlice
aglar, cigerleri yanardı. (Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-Evliyâ) kitâbları bunu uzun
anlatmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır. O büyükler,
kalbde hâsıl olan kabzı, bast hâline çevirmek için veyâ inbisâtı ya’nî bast, râhatlık,
ferahlık hâlini artdırmak için simâ’a izn vermislerdir. Simâ’ kalbdeki Allah
sevgisini ve rikkati artdırır buyurmuslardır. Gâfillerin ya’nî kalblerinde Allah
sevgisi bulunmıyanların simâ’ları câiz degildir. Böyle simâ’ meclisleri, toplantıları,
fısk [günâh] meclisi olur. Her müslimân böyle simâ’lardan sakınmalıdır. Tesavvufculardan,
ney gibi çalgılara câiz diyenler oldu ise de, bunu ask ve muhabbet serhoslugu
hâlinde söylemislerdir. Islâmiyyetin yasak etdigi böyle sözlere uyulmaz.
[Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) serhi yüzyetmisdört (174). cü sahîfesine bakınız!]
Allah ismini yüksek sesle söylemek, kalb hastalıgının ilâcıdır dediler. Fekat sessiz
söylemek, dahâ fâidelidir. Sessiz yapılan zikrin dahâ efdal oldugu hadîs-i serîfde
bildirildi. Kalbdeki atesi artdırmak ve gevsekligi gidermek için sesle söylemek
câiz olabilir. Çok söyleyince ve riyâzetler çekilince, kalbde Allah sevgisi çogalır,

(Vahdet-i vücûd) sırları hâsıl olur. (Vahdet-i vücûd), mümkinâtı ya’nî mahlûkâtı
tek bir varlık görmekdir. Yoksa, mahlûkları Allahü teâlâ bilmek degildir. Ask-ı ilâhînin
kalbde hâsıl etdigi hâl sâhiblerinin vahdet-i vücûd sözlerini isiterek, kendi görüsleri
ile ve hayâlleri ile böyle konusup kendini vahdet-i vücûd sâhibi göstermek
akla da, islâmiyyete de uygun degildir. Rüknüd-dîn Alâüddevle-i Semnânî ve
müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî “rahmetullahi aleyhimâ” ve bunların izinde
giden büyükler, vahdet-i vücûd ma’rifetinden baska ve Peygamberlerin hepsinde
hâsıl olan “aleyhimüssalevâtü vesselâm” me’ârif de bulundugunu görmüsler ve anlamıslardır.
(Tesavvuf), Allahü teâlâ ile olmak ve iyi ahlâk edinmek ve islâmiyyete uymakdır.
Allahü teâlâdan baska seyleri kalbden çıkarıp bütün a’zânın Muhammed
Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine uymasıdır. Allahü teâlâ ile olmaga,
(Hudûr) denir ki, hadîs-i serîfde bildirilen (Ihsân) mertebesidir. Insanın kalbi
bu mertebede olmalıdır. Bu ni’meti kime ihsân ederlerse, büyük se’âdet bilsin!
(Tevhîd-i ef’âlî), mahlûkların bütün islerini, bütün hareketlerini, tek bir yapıcının
islerinden olarak görmekdir.
(Tevhîd-i sıfâtî), mahlûkların sıfatlarını, özelliklerini, Hak teâlânın sıfatlarının
görüntüleri bilmek ve her varlıgı Allahü teâlânın varlıgında yok görmekdir. Evliyâyı
kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hep böyle idiler.
(Icâzet) ve (Hilâfet), tâliblerin kalblerine ihlâs yerlesdirmesi için, olgun birisine
izn vermek demekdir. Kendisine izn verilen zâta (Halîfe) veyâ (Vesîle) denir.
Kendisine izn verilecek zâtın bâtınının [ya’nî kalbi ve diger dört latîfesinin] nisbete
ve hâllere kavusmus olması, kötü huylardan temizlenmis, iyi huylarla süslenmis
olması ve sabr, tevekkül, kanâ’at, rızâ, teslîm sâhibi olması, dünyâya düskün olmaması
lâzımdır. Bu yüksek mertebe, ancak (Selef-i sâlihîn)e uymakla ele geçebilir.
[Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i ızâma (Selef-i sâlihîn) denir. Üçüncü ve dördüncü
asrlarda gelen islâm âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir.] Bu hâller ve keyfiyyetler
kalbde hâsıl olmadan, va’z etmesi için izn vermek harâmdır. Tesavvuf büyüklerinin
yolunu bozmak olur. Birisini magrûr yapmak [kendini begenmesine sebeb
olmak], bir tâlibi, bir âsıkı da acemi ellere düsürerek mahrûm etmek, akla da, islâmiyyete
de uygun degildir. [Simdi Türkiyede hakîkî tarîkat, mürsid, mürîd,
seyh yokdur. Vardır diyenlere, seyh oldugunu söyliyenlere inanmamalıdır. Sahte
seyhlerin, câhil tarîkatcıların tuzaklarına düsmemek için uyanık olmalıdır.]
Nemâzı cemâ’at ile kılmak ve (Tümânînet) ile kılmak, rükü’dan sonra (Kavme)
yapmak ve iki secde arasında (Celse) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından
bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz oldugunu bildiren âlimler vardır. Hanefî
mezhebinin müftîlerinden (Kâdîhân), bu ikisinin vâcib oldugunu, ikisinden birisini
unutunca (Secde-i sehv) yapmak vâcib oldugunu ve bilerek yapmıyanın nemâzı
tekrâr kılmasını bildirmisdir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe
yakın sünnet demislerdir. Sünneti hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek
terk etmek küfrdür. Nemâzın kıyâmında, rükü’unda, kavmesinde, celsesinde,
secdelerinde ve oturuldugu zemânında, ayrı ayrı, baska baska keyfiyyetler, hâller
hâsıl olur. Bütün ibâdetler nemâz içinde toplanmısdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbîh
söylemek [ya’nî sübhânallah demek], Resûlullaha salevât söylemek ve günâhlara
istigfâr etmek ve ihtiyâcları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek Ona düâ etmek
nemâz içinde toplanmısdır. Agaçlar, otlar, nemâzda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar,
rükü’ hâlinde, cansızlar da nemâzda (Ka’de)de oturur gibi yere serilmislerdir.
Nemâz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmakdadır. Nemâz kılmak,
mi’râc gecesi farz oldu. O gece, mi’râc yapmakla sereflenen, Allahın sevgili Peygamberine
uymagı düsünerek nemâz kılan bir müslimân, O yüce Peygamber gibi,
Allahü teâlâya yaklasdıran makâmlarda yükselir. Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne
karsı edebi takınarak huzûr ile nemâz kılanlar, bu mertebelere yükseldiklerini anlarlar.
Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük
ihsânda bulunmuslar, nemâz kılmagı farz etmislerdir. Bunun için Rabbimize
hamd ve sükr olsun! Onun sevgili Peygamberine salevât ve tehıyyât ve düâlar ederiz!
Nemâz kılarken hâsıl olan safâ ve huzûr sasılacak seydir. Üstâdım [Mazher-i
Cân-ı Cânân] buyurdu ki, (Nemâz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkin degil
ise de, görür gibi bir hâl hâsıl olmakdadır). Bu hâlin hâsıl oldugunu tesavvuf büyükleri
sözbirligi ile bildirmislerdir. Islâmiyyetin baslangıcında nemâz Kudüse karsı
kılınırdı. Beyt-ül-mukaddese karsı kılmagı bırakıp, Ibrâhîm aleyhisselâmın kıblesine
dönmek emr olundugu zemân, Medînedeki yehûdîler kızdılar. (Beyt-ül-mukaddese
karsı kılmıs oldugunuz nemâzlar ne olacak?) dediler. Bekara sûresinin 143.
cü âyet-i kerîmesi gelerek, (Allahü teâlâ îmânlarınızı zâyı’ eylemez!) meâlinde buyuruldu.
Nemâzların karsılıksız kalmıyacakları bildirildi. Nemâz, îmân kelimesi ile
bildirildi. Bundan anlasılıyor ki, nemâzı sünnete uygun olarak kılmamak, îmânı zâyı’
etmek olur. Resûlullah efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Gözümün
nûru ve lezzeti nemâzdadır) buyurdu. Bu hadîs-i serîf, (Allahü teâlâ nemâzda zuhûr
ediyor, müsâhede olunuyor. Böylece gözüme râhatlık geliyor) demekdir. Bir
hadîs-i serîfde, (Yâ Bilâl “radıyallahü teâlâ anh”! Beni râhatlandır!) buyuruldu ki,
(Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve nemâzın ikâmetini söyliyerek, beni râhata kavusdur)
demekdir. Nemâzdan baska bir seyde râhatlık arıyan bir kimse, makbûl degildir.
Nemâzı zâyı’ eden, elden kaçıran, baska din islerini dahâ çok kaçırır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Fâidesiz seyler söylemek, müslimânları gıybet etmek, orucun sevâbını giderir.
Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâblarını yok eder. Gıybetden sakınmak vâcibdir. Zahmet
çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek ne
kadar aklsızlıkdır. Ibâdetler Allahü teâlâya arz olunur. Gıybeti ve fâidesiz sözleri
sâhibinin huzûruna çıkarmak, Ona karsı edebsizlikdir.
Sarkı, çalgı ve tanbur dinlemek ve raks [dans] seyr etmek ve hazret-i Hasen ile
Hüseynin “radıyallahü anhümâ” sehîd edilmelerini [Kerbelâ vak’asını] anlatmak,
yazmak müslimânlıga yakısmaz. Zemânımız seyhleri, tarîkatcılıgı bunları yapmak
sekline sokdular. Din büyüklerinin resmlerini yaparak ziyâret ediyorlar.
Bunları ziyâret, Allahü teâlânın rızâsına kavusdurur diyorlar. Islâmiyyetde böyle
seyler yokdur. Görmeden uydurma yapılan resmlere büyüklerin ismini koymak
iftirâ olur. Allahü teâlâ bunlara tevbe etmek nasîb eylesin! Medîne-i münevverenin
büyük âlimlerinden, hadîs ilmi mütehassısı seyyid Ismâ’îl efendi “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, ulûm-i müceddidîye kavusmak için Medîne-i münevvereden Hindistâna
kadar bu fakîri görmege geldi. Bu zâtı (Âsâr-ı serîf)i [ya’nî mukaddes emânetleri]
ziyâret etmesi için büyük mescide [ya’nî Asyânın en büyük câmi’i olan Delhîdeki
Sâh Cihân Câmi’ine] gönderdim. Hemen geri gelip, orada Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” nûrları bulunmakla berâber, putların zulmeti de duyuluyor
dedi. Câmi’deki vazîfelilerden arasdırdım. Odadaki bir sandıkda büyüklerin
ismini tasıyan resmlerin bulundugunu ögrendim. Seyyid Ismâ’îl efendinin, bu
zulmetlerin te’sîri altında kaldıgını anlamıs oldum. Resûlullaha “sallallahü aleyhi
ve âlihi ve sellem”, hazret-i Ibrâhîm aleyhisselâmın resmini gösterdiklerinde, mübârek
eli ile bu resmi yırtdı. Yûsüf sûresinin 106. cı âyetinin, (Onların çogu Allahü
teâlâya îmân ediyoruz derler. Fekat îmânsızdırlar. Baska seylere ibâdet ederek
müsrik olmuslardır) meâl-i serîfi, bu hâli haber vermekdedir. Horoz dögüsdürmek,
güvercinle oynamak gibi her oyun harâmdır. Bir tası yontarak, (Kadem-i serîf) adını
takıp, Peygamberin ayagının izidir demek de resmlere, putlara tapınmak gibidir.
Nevruz günü [ve Noel gecesi] mecûsîler gibi bayram yapmak, kâfirlere tesebbüh
olur. Tarîkatcılar, seyhler bu çirkin isleri yapınca mürîdlerine nümûne olur.
Sened olur. Onlar da bu felâkete, bu akıntıya kapılırlar. Hakîkî müslimânlık, takvâ
ile olur. Sirkden ve harâmlardan sakınmakla olur. Kalbde hâllerin hâsıl olma-
sı ve ba’zı seylerin kesf olunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dısında aklları sasırtacak
islerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyâzetler çekmek, belli seyleri
ibâdet olarak yapmak, muska yazmagı, hastaları, büyülenmis olanları okumagı,
üflemeyi, san’at hâline getirmek, din isleri degildir. Câhilleri, ahmakları toplamak
ve dünyâlık ele geçirmek için yapılmakdadır. Islâmiyyetde bunların kıymeti
ve ehemmiyyeti yokdur. Islâmiyyetde kıymeti olan ve ehemmiyyeti olan ve insanı
Allahü teâlâya yaklasdıran sey, ancak, Onun Resûlüne, Peygamberine “sallallahü
aleyhi ve âlihi ve sellem” uymak, O yüce Peygamberin izinde bulunmakdır.
Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın “radıyallahü anhüm” yolu budur.
Kur’ân-ı kerîm bu yolu göstermek için gönderilmisdir. Allahü teâlâ, hepimizi sevgili
Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın ve
Ehl-i beyt-i ızâmın yolunda bulundursun! Âmîn.
[(Dürr-ül-muhtâr) besinci cild, 481. ci sahîfede diyor ki, (Nevruz veyâ Mihrican
[Martın ve Eylülün yirminci] günlerinde, bunların ismlerini söyliyerek hediyye
vermek harâmdır. Bu günleri bayram bilerek vermek, küfr olur. Bu günleri ta’zîm
ederek kâfire yumurta veren kâfir olur. Bu günlerde birsey satın almak da böyledir.
Her zemân aldıgını satın alırsa, kâfir olmaz). (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki,
(Nevruz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün, mecûsîlerin yanına gidip, onların yapdıklarını
yapmak küfrdür. O gün, bayram yapan müslimânın îmânı gider de haberi
olmaz). Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi
bayram yapanın da kâfir oldugu bu fetvâdan anlasılmakdadır.
(Tefsîr-i Mazherî)de, Mâide sûresinin kırkdördüncü âyetinin tefsîrinde buyuruyor
ki, (Hadîs-i serîfde, (Îsâ aleyhisselâmın yapdıgını yapmakda ben herkesden
ilerideyim. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, babaları bir olan kardesler gibidirler.
Anaları ayrıdır. Dinleri birdir) buyuruldu. Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi
aleyh”, bu hadîs-i serîfe uyarak, önceki dinlerin, Muhammed “aleyhisselâm”
tarafından degisdirilmemis olan hükmleri ile amel etmemiz vâcibdir buyurdu.
Ya’nî, geçmis dinlerin hükmü oldugu, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i serîf ile bildirilmis
ve nesh edildigi bildirilmemis olan hükmler ile amel edilir). Amel etmemiz lâzım
olan böyle hükmlerin hepsini, fıkh âlimlerimiz tesbît etmislerdir. Fıkh âlimlerinin
izn verdiklerinden baska olan ibâdetlerine uymamız câiz degildir. Çünki,
yehûdîlerin ve hıristiyanların simdi yapmakda oldukları ibâdetlerin ba’zısını, sonradan
kendileri uydurmuslardır. Bunlara uymamız, küfr veyâ harâm veyâ mekrûh
olur. Dogruyu, yanlısı, fıkh kitâblarından ögrenmeliyiz! Imâm-ı Sâfi’î “rahime-hullahü
teâlâ aleyh” ise, önceki dinlerin hiçbir hükmü, bizim için huccet olmaz buyurdu.
(Birgivî vasıyyetnâmesi) serhi, 115 ve 202. ci sahîfelerinde diyor ki, (Zünnâr denilen
papas kusagını baglamak ve putlara, heykellere, meselâ haç, salîb denilen,
Îsâ aleyhisselâmın asılmıs hâli dedikleri, birbirine dik kesisen iki çubuga tapınmak,
boynuna asarak ta’zîm etmek ve islâmiyyeti bildiren din kitâblarından birini tahkîr
etmek, islâm âlimlerinden birini istihzâ, alay etmek ve küfre sebeb olan bir söz
söylemek ve yazmak ve ta’zîm etmemiz emr olunan birseyi tahkîr ve tahkîr etmemiz
emr olunan birseyi ta’zîm etmek küfrdür. Bunları yapanın îmânı gider, kâfir
olur. Fekat, büyük bir günâh isliyen, bu isin fenâ oldugunu düsünür, yapdıgına pismân
olur, üzülür. Allahü teâlâdan utanırsa, îmânı gitmez, kâfir olmaz. I’tikâdı sahîh
olup, küfr alâmeti olmıyan büyük günâhı isliyen kâfir olmaz. Bu günâhına tevbe
eder, Allahü teâlâdan afv dilerse, afv olur. Tevbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ
dilerse, yine afv eder. Dilerse, günâhı kadar azâb edip, sonra Cennete kor. Fekat
îmânsız olarak ölen kâfir ve bid’at sâhibi, âhıretde hiç afv olunmıyacak, muhakkak
Cehennemde yanacakdır. Kâfir, Cehennemden hiç çıkarılmıyacak, bid’at
sâhibi, çıkarılacakdır).
Îmânı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem atesinde yanacagını Peygam-
ber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette dogrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın
var olduguna, bir olduguna inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz olarak atesde yanmak
ne demekdir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak atesde yanmak felâketini düsünürse,
korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden kurtulmak
çâresini arar. Bunun çâresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduguna
ve Muhammed aleyhisselâmın Onun son Peygamberi olduguna ve Onun haber
verdigi seylerin hepsinin dogru olduguna inanmak) insanı bu sonsuz felâketden kurtarmakdadır.
Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir
felâketden korkmuyorum, bu felâketden kurtulmak çâresini aramıyorum derse,
buna deriz ki, (Inanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilm, hangi
fen inanmana mâni’ oluyor?) Elbet vesîka gösteremiyecekdir. Senedi, vesîkası olmayan
söze ilm, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir
ihtimâli olsa da, (sonsuz olarak atesde yanmak) korkunç felâketinden sakınmak
lâzım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz
atesde yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı? Görülüyor ki, her
akl sâhibinin îmân etmesi lâzımdır. Îmân etmek için vergi vermek, mal ödemek,
yük tasımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli tatlı seylerden kaçınmak gibi sıkıntılara
katlanmak lâzım degildir. Yalnız kalb ile, ihlâs ile, samîmî olarak inanmak kâfîdir.
Bu inancını inanmayanlara bildirmek de sart degildir. Imâm-ı Rabbânî “rahime-
hullahü teâlâ” yetmisüçüncü mektûbda buyuruyor ki, (Sonsuz atesde yanmaya
inanmayanın, buna çok az da bir ihtimâl vermesi, zannetmesi akl îcâbıdır).
Sonsuz olarak atesde yanmak ihtimâli karsısında, bunun yegâne ve kat’î çâresi olan
(ÎMÂN) ni’metinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük saskınlık olmaz mı?]
 
Üst Alt