143- Tesavvufcuların ve felsefecilerin (İlm-ül yakîn) bilgileri 3.Cild 39.cu mektûb
ÜÇÜNCÜ CİLD, 39. cu MEKTÛB
Bu mektûb, Mevlânâ Muhammed Sâdık Keşmîrîye yazılmışdır. Tesavvufcuların (İlm-ül yakîn) bilgisi ile eski Yunan felsefecilerinin (İlm-ül yakîn) bilgisi arasındaki farkı açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Tesavvufculara göre, (İlm-ül yakîn) demek, eserden müessiri, ya’nî işi görerek, bunu yapanı anlamakdır. Eski Yunan felsefecileri de, ya’nî herşeyi akl ile anlayıp beğenmek yolunda olanlar da, böyle söylüyorlar. Bu ikisi arasında ne fark vardır? Tesavvufcuların ilm-ül yakînleri niçin keşf ve şühûd ile olmakdadır? Tesavvufcu olmıyan din âlimlerinin ilm-ül yakînleri ise, niçin felsefecilerin anladığı gibidir? Bunları kısaca bildirelim. Her iki ilm-ül yakînde de, eseri, işi görmek lâzımdır. Görünmeyen müessire eserden yol bulunur. Eserden müessire insanı götüren yol, bu ikisi arasında olan bağlantıdır. Tesavvufcuların ilm-ül yakîninde, bu bağlantı da, keşf ve şühûd ile belli olmakdadır. Din âlimlerinin ve felsefecilerin ilm-ül yakîninde ise, bu bağlantı, akl ile düşünerek, inceliyerek anlaşılmakdadır. Bundan dolayı, tesavvufcuların eserden müessiri anlamaları, (Hadsî)dir. Ya’nî hemen, çabuk hâsıl olur. Hattâ (Bedîhî)dir. Ya’nî meydândadır, apaçıkdır. Ötekilerin, eseri görüp müessiri anlıyabilmeleri ise, düşünmekle, incelemekle olur. Görülüyor ki, tesavvufcuların ilm-ül yakîni keşf iledir, şühûd iledir. Ötekilerin ise, akl ile incelemedikce hâsıl olamaz. Tesavvufcuların ilm-ül yakînine de (İstidlâl), ya’nî düşünmek ve incelemek deniliyor ise de, eserden müessiri anlamağa bu ism verildiği için denilmişdir. Yoksa, istidlâl olmayıp, keşf ve şühûddur. Din âlimlerinin ilm-ül yakînleri, istidlâl iledir. Çok kimse, bu ince farkı anlıyamamışdır. Bunlardan ba’zıları, tesavvuf büyüklerine “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” dil uzatmışlardır. Herşeyin doğrusunu bildiren yalnız Allahü teâlâdır. Doğru yolda bulunanlara bizden selâm olsun!
Müslimânım, gece gündüz, tapdığım dergâh bir,
bir dakîka, tevhîdden ayrılmadım, Allah bir!
ÜÇÜNCÜ CİLD, 50. ci MEKTÛB
Bu mektûb, kâdî Nasrullaha yazılmışdır. Ulemâ-i râsihîn ve diğer din âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” istidlâlleri arasındaki farkı bildirmekdedir:
(İstidlâl), eseri görerek, ya’nî yapılan işi görerek, müessiri, bu işi yapanı anlamak ve mahlûkları görerek, hâlıkı anlamak demekdir. (Ulemâ-i râsihîn) ve (Ulemâ-i zâhir), hep istidlâl yapmakda, mahlûkların hâlıkı bildirdiklerini söylemekdedirler. Peygamberlere vâris oldukları hadîs-i şerîfde bildirilen âlimlere ulemâ-i râsihîn denir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Din âlimlerinin hepsi böyle değildir. Râsih olmıyan âlimler, mahlûkların varlığını bilerek, hâlıkın varlığını anlarlar. Eserin varlığı, müessirin var olduğunu bildiriyor derler. Böylece müessirin var olduğuna îmân ederler. Ulemâ-i râsihîn ise, vilâyetin ya’nî evliyâlığın üstün derecelerinin hepsini geçip, Peygamberlere mahsûs olan da’vet makâmına kavuşmuşlardır. Kendilerine tecellîler ve müşâhedeler hâsıl oldukdan sonra, bunlar da, eserden müessiri istidlâl eder. Bu yoldan da hakîkî müessire, ya’nî Allahü teâlânın var olduğuna îmân ederler. Bunlar, nihâyete kavuşdukdan sonra anlarlar ki, müşâhede edilen ve tecellî olunan herşey, hakîkî varlık değildir. Hakîkî varlığın zıllerinden, görünüşlerinden bir zıldir. Bunlara hakîkî varlık diye îmân edilmez. Hakîkî varlığa istidlâlsiz îmân edilemez derler. İstidlâl yaparak, hakîkî varlığı, zıller araya karışmadan ararlar.
Yalnız hakîkî varlığı sevdikleri için ve başka herşeyi ona fedâ etdikleri için, böyle istidlâlleri ile, hakîkî var olana kavuşurlar. (Kişi, sevdiği ile berâber olur) hadîs-i şerîfinde bildirildiği gibi, zıllerle karışık olan tecellîlerin ve zuhûrların dışında, ötesinde olan hakîkî var olan asla kavuşurlar. Zâhir âlimlerinin bilgilerinin ulaşabildiği asla, bu büyükler, muhabbet bağı ile çekilerek, kendileri kavuşurlar. Nasıl olduğu anlaşılamıyan bir kavuşmak hâsıl olur. Bu iki kavuşmak arasındaki fark, muhabbetden hâsıl olmakdadır. Seven ve sevgiliden başka herşeyden kesilen, sevdiğine kavuşur. Böyle sevgisi olmıyan ise, bu kavuşmağı ancak öğrenir, bilir ve bu bilgisini büyük ni’met sanır. Hâlbuki, O büyüklerin kavuşdukları makâmı bunlar tâm bilemezler. Bilenleri, ancak O makâmın yolunu bilir. Vâsıl olan, kavuşan tâm kavuşmuşdur, berâber olmuşdur. O büyüklerden biri buyuruyor ki, fârisî mısra’ tercemesi:
Kulun hakka kavuşması, şekerin sütle karışması gibidir.
İşin başı, kul olmakdır. Ona kul olmakla, başka şeylerden kurtulmakdır.
ÜÇÜNCÜ CİLD, 39. cu MEKTÛB
Bu mektûb, Mevlânâ Muhammed Sâdık Keşmîrîye yazılmışdır. Tesavvufcuların (İlm-ül yakîn) bilgisi ile eski Yunan felsefecilerinin (İlm-ül yakîn) bilgisi arasındaki farkı açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Tesavvufculara göre, (İlm-ül yakîn) demek, eserden müessiri, ya’nî işi görerek, bunu yapanı anlamakdır. Eski Yunan felsefecileri de, ya’nî herşeyi akl ile anlayıp beğenmek yolunda olanlar da, böyle söylüyorlar. Bu ikisi arasında ne fark vardır? Tesavvufcuların ilm-ül yakînleri niçin keşf ve şühûd ile olmakdadır? Tesavvufcu olmıyan din âlimlerinin ilm-ül yakînleri ise, niçin felsefecilerin anladığı gibidir? Bunları kısaca bildirelim. Her iki ilm-ül yakînde de, eseri, işi görmek lâzımdır. Görünmeyen müessire eserden yol bulunur. Eserden müessire insanı götüren yol, bu ikisi arasında olan bağlantıdır. Tesavvufcuların ilm-ül yakîninde, bu bağlantı da, keşf ve şühûd ile belli olmakdadır. Din âlimlerinin ve felsefecilerin ilm-ül yakîninde ise, bu bağlantı, akl ile düşünerek, inceliyerek anlaşılmakdadır. Bundan dolayı, tesavvufcuların eserden müessiri anlamaları, (Hadsî)dir. Ya’nî hemen, çabuk hâsıl olur. Hattâ (Bedîhî)dir. Ya’nî meydândadır, apaçıkdır. Ötekilerin, eseri görüp müessiri anlıyabilmeleri ise, düşünmekle, incelemekle olur. Görülüyor ki, tesavvufcuların ilm-ül yakîni keşf iledir, şühûd iledir. Ötekilerin ise, akl ile incelemedikce hâsıl olamaz. Tesavvufcuların ilm-ül yakînine de (İstidlâl), ya’nî düşünmek ve incelemek deniliyor ise de, eserden müessiri anlamağa bu ism verildiği için denilmişdir. Yoksa, istidlâl olmayıp, keşf ve şühûddur. Din âlimlerinin ilm-ül yakînleri, istidlâl iledir. Çok kimse, bu ince farkı anlıyamamışdır. Bunlardan ba’zıları, tesavvuf büyüklerine “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” dil uzatmışlardır. Herşeyin doğrusunu bildiren yalnız Allahü teâlâdır. Doğru yolda bulunanlara bizden selâm olsun!
Müslimânım, gece gündüz, tapdığım dergâh bir,
bir dakîka, tevhîdden ayrılmadım, Allah bir!
ÜÇÜNCÜ CİLD, 50. ci MEKTÛB
Bu mektûb, kâdî Nasrullaha yazılmışdır. Ulemâ-i râsihîn ve diğer din âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” istidlâlleri arasındaki farkı bildirmekdedir:
(İstidlâl), eseri görerek, ya’nî yapılan işi görerek, müessiri, bu işi yapanı anlamak ve mahlûkları görerek, hâlıkı anlamak demekdir. (Ulemâ-i râsihîn) ve (Ulemâ-i zâhir), hep istidlâl yapmakda, mahlûkların hâlıkı bildirdiklerini söylemekdedirler. Peygamberlere vâris oldukları hadîs-i şerîfde bildirilen âlimlere ulemâ-i râsihîn denir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Din âlimlerinin hepsi böyle değildir. Râsih olmıyan âlimler, mahlûkların varlığını bilerek, hâlıkın varlığını anlarlar. Eserin varlığı, müessirin var olduğunu bildiriyor derler. Böylece müessirin var olduğuna îmân ederler. Ulemâ-i râsihîn ise, vilâyetin ya’nî evliyâlığın üstün derecelerinin hepsini geçip, Peygamberlere mahsûs olan da’vet makâmına kavuşmuşlardır. Kendilerine tecellîler ve müşâhedeler hâsıl oldukdan sonra, bunlar da, eserden müessiri istidlâl eder. Bu yoldan da hakîkî müessire, ya’nî Allahü teâlânın var olduğuna îmân ederler. Bunlar, nihâyete kavuşdukdan sonra anlarlar ki, müşâhede edilen ve tecellî olunan herşey, hakîkî varlık değildir. Hakîkî varlığın zıllerinden, görünüşlerinden bir zıldir. Bunlara hakîkî varlık diye îmân edilmez. Hakîkî varlığa istidlâlsiz îmân edilemez derler. İstidlâl yaparak, hakîkî varlığı, zıller araya karışmadan ararlar.
Yalnız hakîkî varlığı sevdikleri için ve başka herşeyi ona fedâ etdikleri için, böyle istidlâlleri ile, hakîkî var olana kavuşurlar. (Kişi, sevdiği ile berâber olur) hadîs-i şerîfinde bildirildiği gibi, zıllerle karışık olan tecellîlerin ve zuhûrların dışında, ötesinde olan hakîkî var olan asla kavuşurlar. Zâhir âlimlerinin bilgilerinin ulaşabildiği asla, bu büyükler, muhabbet bağı ile çekilerek, kendileri kavuşurlar. Nasıl olduğu anlaşılamıyan bir kavuşmak hâsıl olur. Bu iki kavuşmak arasındaki fark, muhabbetden hâsıl olmakdadır. Seven ve sevgiliden başka herşeyden kesilen, sevdiğine kavuşur. Böyle sevgisi olmıyan ise, bu kavuşmağı ancak öğrenir, bilir ve bu bilgisini büyük ni’met sanır. Hâlbuki, O büyüklerin kavuşdukları makâmı bunlar tâm bilemezler. Bilenleri, ancak O makâmın yolunu bilir. Vâsıl olan, kavuşan tâm kavuşmuşdur, berâber olmuşdur. O büyüklerden biri buyuruyor ki, fârisî mısra’ tercemesi:
Kulun hakka kavuşması, şekerin sütle karışması gibidir.
İşin başı, kul olmakdır. Ona kul olmakla, başka şeylerden kurtulmakdır.